Temel Yanılgılarımız

Birinci yanılgı: Demokrasiyle seçimi karıştırmak
Seçim, demokrasinin en önemli kilit taşlarından birisidir. Ama yalnızca birisidir. Seçimi kazananlar yönetimi, kendileri için biçimlendirmeye başlarlarsa demokrasi biter. Demokrasi azınlığın haklarını korumaktır. Bizde son zamanlarda tam tersi yayılıyor ve demokrasi çoğunluğun tahakkümüne dönüşüyor. Seçim yapmış ama seçimi kaybetmiş olanlara kazanmış olanlarla aynı hakları tanımayan bir ülkenin demokrasiyle yönetildiğini söylemek mümkün değil.

İkinci yanılgı: Hukukun yasa ile aynı şey olduğunu sanmak
Yasa çıkarmak, kural koymak, kuralları günün koşullarına uygun hale getirmek hiç kuşkusuz hukukun temel gereklerindendir. Ama bunlardan çok daha önemlisi çıkarılan kuralların uygulanabilmesidir. Ne yazık ki Türkiye’nin en önemli sorunu çıkardığı kuralları uygulayamamaktır. Toplum sanki çıkardığı kuralları kendisi değil de bir başkası uygulayacakmış gibi düşünüyor. 

Üçüncü yanılgı: Lise eğitiminin üniversiteyi kazanmak için alındığını düşünmek
Eğitim, analiz yapmayı öğretmektir. Ne var ki Türk toplumu bu olayı tam olarak anlamış değil. Çocuklarını analiz yapabilsinler diye değil anlatılanları ezberlesinler ve bir üst okulu kazansınlar diye okula yolluyor. Çocuklar da bu isteğe göre biçimleniyorlar. Sonuçta öğretilenleri öğrenmiş ama öğretilmeyenleri araştıramayacak bir kuşak yetişiyor. Öyle olunca da ne dünya çapında bilim adamı, ne dünya çapında sanatçı ne de dünya çapında devlet adamı yetişiyor (istisnalar bu genel görünümü bozmaz.)

Dördüncü yanılgı: Büyüklerimiz bizden daha iyi bilir diye düşünmek
Eğer bu doğru olsaydı Türkiye çok daha iyi yerlerde olurdu. Teknoloji öylesine hızlı gelişiyor ki büyüklerimizin bizden daha iyi bilmesi mümkün değil. İki fakülte bitirmiş, İngilizce ve Fransızca’yı anadili gibi bilen babam, benim bilgisayarda tablolar yapmama uzaktan bakar ve sanırım “koca adam oldu ama hala bilgisayarda oyun oynuyor” diye düşünürdü. 30 yıldır bilgisayarla uğraşıyor olmama karşın, kızım bilgisayar konusunda benden kat kat ileride.

Teknolojinin bu kadar hızlı ilerlemediği dönemlerde belki büyüklerimiz bizden iyi bilirdi. Ama şimdi her yeni kuşak bir öncekinden daha iyi biliyor. Ne var ki bu bilgiyi analiz edip bir senteze dönüştüremiyor. Çünkü onlara soru sorma ve düşünüp analiz yapabilme yeteneğini geliştirme fırsatı vermiyoruz. Çocuklarımıza soru sormayı yasakladıkça ülke olarak geri gidiyoruz. Düşünce ve ifade özgürlüğünü benimsemezsek eski bilgiyi ileri götürme şansımız olmayacak ve büyüklerimiz bizden iyi bilmeye devam edecek. Ve küçüklerimiz daha iyi bilmedikçe bilimde yeni şeyler yaratmamız, yeni teknolojiler üretmemiz mümkün olamayacak.  

Beşinci yanılgı: Cumhuriyetin, demokrasinin yanında önemsiz kaldığına inanmak 
Demokrasi hiç kuşkusuz en üstün yönetim rejimidir. Cumhuriyet ise onun alternatifi olan bir rejim değildir. Cumhuriyet olup da demokratik olmayan ya da demokratik olup da cumhuriyet sistemini benimsememiş örnekler var. Çin Halk Cumhuriyetidir ama demokrasiye sahip değildir ya da İngiltere krallık sistemiyle yönetilir ama demokrasinin en iyi örnekleri arasında gösterilir.

Bütün bunlar doğru. Bize gelince olay biraz farklılaşıyor. Bugün sahip olduğumuz bütün hakları bize Cumhuriyet verdi. Kadın erkek eşitliği, yasalar önünde eşitlik, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve diğerleri. Ama biz bunların hemen hepsini daha demokratik olacağımızı düşündüğümüz son on yılda kaybettik. Neden? Demokrasi mi geri gitti? Hayır. Geri giden Cumhuriyet oldu. Getirdiği haklarla birlikte geri gitti. Ve biz, Cumhuriyet kuşakları, kimimiz çıkarlarımız yüzünden, kimimiz askere olan eski kinlerimiz yüzünden, kimimiz de korkumuzdan ona sahip çıkamadık. Cumhuriyet geri gidince demokrasi de ortadan kayboldu ve sadece seçim sistemine dönüştü.   

Altıncı yanılgı: Türkiye’nin üretmeden tükettiğini düşünmek
Tam tersine Türkiye üretiyor ve aynı zamanda tüketiyor. Türkiye eğer üretmeseydi bu kadar ihracatı yapabilir miydi? Ne var ki bizim halkımız hizmet üretimini üretimden saymıyor. Bizim halkımıza göre üretim dediğin şey domates, elma, buğday ya da cıvata, motor parçası, gemi uskuru gibi şeyler olmalı. Bankaların verdiği hizmeti, taşımacılık işlerini ya da eğitim hizmetini üretim olarak görmüyor. Oysa bunların hepsi üretimin bir parçasıdır.

Türkiye üretiyor ama ürettiğinden fazlasını tüketiyor. Türkiye’nin sorunu yeterince tasarruf edememesi ve dışarıdan tasarruf ithal etmek zorunda kalmasıdır.

Yedinci yanılgı: Anayasayı değiştirdiğimizde işlerin düzeleceğini sanmak
Oysa konu anayasayı değiştirmek değil hukuku, demokrasiyi, insan haklarını, ifade özgürlüğünü anlamayı değiştirmektir. Anayasa’ya ne yazarsak yazalım kafamızdaki anlayışı değiştiremediğimiz sürece onlar orada yazdığımızla kalır. Beğenmediğimiz Anayasa’dan bir hükmü örnek olarak vereceğim: “VII. Düşünce ve kanaat hürriyeti -  Madde 25 – Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.”

Bu maddeye eklenebilecek bir tek kelime yoktur. Asıl soru şu: Bu madde uygulanabiliyor mu? 

Uygulanamıyor. Demek ki konu Anayasayı değiştirmek değil onu hayata geçirebilmek. 

Yorumlar

  1. Yanılgıları bile söylerken siyasallaşmışsınız.Son 10 yılın ilersinde demokrasi ve anayasa mutlak çok kuvvetliymiş gibi bir yanılgınız oluşmuş.Adnanları Denizleri astıkları süreler son 10 yılın önü değildi değil mi?Yoksa benim ki bir yanılgı mı?Yanılgıların aklın önüne geçmemesi dileğimle

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Objektif eleştirilerin ucu tuttuğunuz tarafa değdiği anda siyasallaşma ile suçlama başlıyor.

      Sil
    2. yazdığınız yorumun aynısı sizin içinde geçerli mahfi bey ulusal kesime salladığımız zaman siz de savunmaya geçiyorsunuz malesef insanın doğasında bu var tarafsız insan yoktur ne kadar hoşgörülü sizin gibi düşünmeyen insanlara saygılı olursanız olun yalnız kaldığınızda da acaba aynı şekilde düşünebiliyor musunuz? yoksa sövüyor musunuz o insanlara. .bu tartışma sürekli devam edecektir hükümet sağ görüşlüyken solcular demokrasi hukuk yok diyecekler din sömürüsü yapılıyor diyecek hükümet solcuyken de sağcılar bunlar dinsiz camileri kapatıyorlar insanları aşağılıyorlar başörtülülere karşılar diyecekler şu anda diyorlar da zaten

      Sil
    3. Benim gözümde ulusal kesim ulusal olmayan kesim diye bir şey yok ki savunmaya geçeyim. Ben her zaman başkalarının görüşlerine saygı duydum. Eleştiri yapmak saygısızlık değildir. Bu on yılı Adnan Menderes'e ya da Deniz Gezmiş'e kadar geri gitmeyip de bir önceki on yılla kıyaslarsanız demokraside ileri mi gittik geri mi gittik görmek mümkün olur.

      Sil
    4. Sayın Eğilmez; Özellikle eğitim konusu Türkiye'nin kanayan yarası. 4 yıl üniversite okuyup da bir kere kitap okumamış o

      kadar öğrenci var iken dünya çapında devlet adamı nasıl yetiştirebiliriz ki? Sizce bunun çözümü ne olmalı?

      Sil
    5. tamam kıyaslayalım sadece tek bir açıdan baktığınızın ispatı yazdığınız son cümlede gizli. o cümleniz net her şeyi ortaya koyuyor.kıyaslıyorum 1990-2002 yılları arasını pkk terör eylemlerinin tavan yaptığı yıllar kürtlerin asimile edilmek istendiği ırkçılığın zirve yaptığı kürt diye birşey yoktur dendiği kart kurt kar sesleri diye dalga geçildiği kürtçe diye bir dil yok dendiği kürtlerin tamamen dışlandığı ahmet kayaya yapılanlar hiçbir suçu yokken işte o yıllar 1990-2000'li yıllardı. . .faili meçhul cinayetlerin tavan yaptığı sivas olaylarııyla maraş olaylarıyla insanların mezhep çatışmasına sürüklendiği yıllardı o yıllar. . .hizbullahın kol gezdiği yaşasaydı çözüm sürecinin bir numaralı adamı olacak kahraman polis gaffar okkanın şehit edildiği yıllardı o yıllar. . .28 şubatta post modern darbe girişiminin yapıldığı yıllardı o yıllar...şu anda polis şiddet uyguluyor diyerek ortalığı inletenler işte o yıllar o polis o muhafazakar insanları tekmeliyor yerden yere vuruyordu ama o insanların hiçbirisi sesini çıkarmıyor darbe yapmaya çalışmıyordu.işte o yıllar başörtülülerin dışlandığı imam hatip mezunlarına ölü yıkayıcılar diye dalga geçildiği yıllardı ve daha hatırlayamadığım nice olaylar uğur mumcu suikasti ve daha nicesi bir önceki on yılda bunlar yaşandı mahfi bey dahası da var hatırladıklarım bu kadar ama maalesef siz halkın içinde olan bir insan olmadığınız için beyaz türklerden olduğunuz için biz zencileri elinize geçse bir kaşık suda boğucağınız için bu olayların hiçbirisi size dokunmadığı için bu olanlarla ilgili bir tane bile yazınız yok sadece ekonomi yorumluyorum demeyin bize yazdığınız o kadar çok siyasi yazı var ki

      Sil
    6. Size yapılanların aynısını siz şimdi başkalarına yapıyorsanız onlardan daha da suçlu konumuna düşersiniz. Beni hiç tanımadan halkın dışında diye bir konuma koyuyorsunuz. Ön yargılar insanı daima ama daima yanılgılara sürükler. Başkalarının yaptıklarının faturasını topluca sizinle aynı düşüncede olmayan herkese çıkarıyorsunuz.

      Sil
    7. Mahfi hocam. Geçenlerde bir kitap mağazasına gittim en meşhur mağaza isim vermeyim. Orada hükümet aleyhinde yazılan kitaplara şöyle bir baktım artık özgürlüğü aşmış hakarete varmış.Bu ülke hükümet alyhine yazılanların yasaklandığını geçtim Kur'an-ı kerimin yasaklandığı, duaların tanrı uludur şeklinde yapılmaya zorlandığı, yıllar boyunca sadece başörtüsüyle uğraşıldığı dönemleri gördü. Siz nasıl oluyor da şu 10 yılı önceki yıllardan daha antidemokratik buluyorsunuz anlamıyorum yaşınız benden büyük siz o yılları benden daha iyi gördünüz kesinlikle objektif değilsiniz. Eğer demokrasi olarak daha kat etmemiz gereken yol var derseniz sizi alkışlarım ama eskiye göre daha geriyiz dediğiniz de buna tepkimi kusura bakmayın koyarım çünkü bu doğru değil.

      Sil
    8. Bu dedikleriniz doğrudur. Ama siz bana düşünce özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü konularında yakın geçmişe göre daha ileri gittiğimizi söyleyebilir misiniz? Hükümet aleyhine yazılan kitapların artmış olması ya da benzer biçimde Atatürk ve kurtuluş savaşı aleyhine yazılan kitapların artmış olması özgürlüğün arttığını göstermez. Başörtüsüyle uğraşılan dönemin geride kalması iyidir ama içkiyle uğraşılan dönemin gelmiş olması iyi bir şey midir? İleri gitme, bizim gibi düşünmeyen insanların varlığına ve yaşam biçimine karışmadığımız zaman söz konusu olur.

      Sil
    9. Hocam bu şekilde kitap yazılması, her gün yalan haber üreten hakaret içeren gazetelerin var olması aslında ifade özgürlüğünün en açık göstergesi. Siz ne söylemek istediniz de söyleyemediniz? Eleştirme aşılmış artık hakarete kadar dayanmış ve siz ifade özgürlüğü yok diyorsunuz. İçkiyle kimse uğraşmıyor istediğin zaman istediğin şekilde içebilirsin ama istediğin yerde içemezsin. Birileri çıkıp bunu dindarlığa bağlıyor hayır! Toplum kurallarıyla Din kuralları çoğu zaman örtüşür aynı uygulamayı Kenan Evren yapmış olsaydı kimse dine bağlamayacaktı. Alkol düzenlemesi de bir toplum düzenlemesidir. Uç bir örnek vereyim fuhuş yapılan yerlere gitmek bir özgürlüktür ama biz buna karışılmamasını bekleyemeyiz. Geceleri parklarda, sağda solda içip kadınların yürüyüş yapmalarını engellemek veya naralar atmak bir özgürlük değildir. Sizin eviniz de içmenizle ilgili hiçbir kural ve yasak yok. Toplum çıkarları bireysel çıkarlardan üstündür ve insan olarak bizi diğer varlıklardan ayıran özelliklerden birisi de sosyal olmamızdır. Sosyal yaşam kurallardan bağımsız olamaz bana uysa da uymasa da kurallar var olmalıdır

      Sil
    10. Hayır bu şekilde kitap yazılması ve yalan haber üreten gazetelerin var olması özgürlüğün değil kalitesizliğin göstergesi.
      Evinizde içki içmenize karışan yok diyorsunuz. O çok eleştirdiğiniz zamanlarda da evde başörtüsü bağlamaya karışan yoktu. O zamanki toplum kuralları da başörtünün kamu alanında yasaklanması biçimindeydi.
      Düşüncenizi açıklamanıza karışan mı var diyorsunuz. Fazıl Say, Ömer Hayyam'ın rubaisini rt etti diye bu ülkede yargılanmadı mı? Ben mi yanlış hatırlıyorum.

      Sil
    11. Hocam siz başörtüsüyle içkiyi aynı kefeye koyuyorsanız zaten bunu konuşmaya bile gerek yok. Siz başörtüsünden dolayı başka birinin zarar gördüğü kaç örnek verebilirsiniz. Ben size içki yüzünden zarar görer binlerce insan örneği verebilirim İkisi birbiriyle kıyaslanacak değerler değil. Ayrıca Fazıl say:"Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun, cenneti ala meyhane midir? Her müminine 2 huri vereceğim diyorsun, cenneti ala kerhane midir? Bilmem farkettiniz mi ama nerde yavşak adi magazinci hırsız şaklaban varsa hepsi Allahçı, bu bir paradoks mu?", "Müezzin 22 saniyede okudu akşam ezanını yahu. Prestissimmo con fuco!!! Ne acelen var? Sevgili? Rakı masası?" ve "Tanrı; uğruna yaşayacağın bir şey mi, öleceğin bir şey mi, yoksa hayvanlaşıp öldüreceğin bir şey mi ? Bunu da düşün!" bu cümleden dolayı yargılandı. Size göre size hakaret eden birinin yargılanmaması gerekir o halde düşünce özgürlüğü.. Böyle özgürlük olmaz hocam kim olursa olsun haddini bilecek veya üslubunu bilecek Fazıl Say olması olayı değiştirmez

      Sil
    12. Gördünüz mü? Sizin görüşünüzde olmayan birisine hemen haddini bildirmeye kalkıyorsunuz.
      Sizin için başörtüsü önemli olabilir. Benim için değil. Ama ben başkasının kendisi için önemli gördüğü bir şeye saygı gösteririm. Bana zorlamadığı sürece. Benim için içki önemlidir. Arada bir içmek isterim. Hiç bir zararını da görmedim. Çünkü haddimi bilirim. Ben nasıl sizin başörtüsü görüşünüze saygı duyuyorsam sizden de benim içkime saygı duymanızı beklerim. Mesele bu kadar basittir.

      Sil
    13. Benim size haddinizi bildirme gibi bir amacım olamaz hocam ben haddimi bilirim.Başörtüsünün veya içkinin kimlerin için önemli olduğu meselesi değil sorun Toplumsal açıdan sorun yaratıp yaratmadığı. Siz içtiğiniz de adapla içiyorsunuzdur ama sizin adapla içmeniz içkinin topluma zarar verdiği gerçeğini değiştirmez. O kadar trafik kazasının tacizlerin ölümlerin nedenini sizin adapla içmeniz mazur kılmaz Ki, Sizin içmenize kimse hiçbirsey demiyor şu anda ben gidip marketten istediğim alkolü alır içerim bir engel yok sadece toplumsal açıdan düzenleyici önlemler alınıyor. Okullara, yaşam alanlarına göre düzenleme yapılıyor kişilere göre düzenleme yapılamaz düzenlemeler toplumun genelini ilgilendirir. Siz bu akşam bir viski alıp içebilirsiniz hocam deneyin isterseniz..

      Sil
    14. Haddini bilmeyi içki konusunda yazmıştım. Yani ne kadar içileceğini bilirim anlamında.
      Keşke sizin dediğiniz kadar basit olsaydı bunlar. Neyse.

      Sil
    15. Mahfi hocam, size basortusuyle ickiyi ayni kefeye koyuyorsunuz diye cikisan Adsiz arkadasa izninizle bir cevap vereyim: Her icki icene alkolik diye bakan, din ozgurlugunu her turlu ozgurlugun ustunde goren, sanki icki icmek ayip bir seymis gibi 'evinizde icin iceceksiniz' dayatmasi yapan bir zihniyete once sunu hatirlatmak gerekir, toplumsal acidan sorun yaratan alkol degil alkolizmdir, Anayasamizda da "devlet gencleri alkolizmden korur" der,alkolden degil... Alkolizm var diye ickiyi toplumsal hayatta yasaklamak diyabet hastaligi var diye tum sekerli urunleri yasaklamaya benzer, kaldi ki Dunya Saglik Orgutu dahi icki ile sigara bagimliligini ayni kefede degerlendirmiyor,sigaradan bir tane bile icseniz zararlidir, ama ickiyi kararinca tuketirseniz vucuda zarari yoktur, tam tersine faydasi vardir, doktorlar mesela kalp hastaligina karsi gunde 1 kadeh kirmizi sarabi onerirler…

      Dunya Saglik Orgutunun Icki sigara ile ayni kefeye konmamasina sasirmamak gerekir, bugune kadar icine tutun katilan bir yemek tarifi ne bizim mutfagimizda ne dunya mutfaginda yer almamistir ama dunya mutfaginda icki hem guzel bir yemegin tamamlayicisidir (raki-balik, buftek kirmizi sarap kombinasyonu gibi) hem de bir cok yemegin, tatlinin tarifinde biradan saraba, viskiden likore farkli ickiler kullanilir. Icki kulturu denen bir sey vardir, medeni memleketlerde mesela sarabin iyisinden anlamak takdir gorur, nasil klasik muzik, felsefe bilmek onemliyse icki kulturu de onemlidir, icmeyen icmez ama icene, icki kulturune sahip insanlarin ozgurluklerini de kimse kisitlayamaz, kisacasi icki icmek veya icmemek bir tercih meselesidir…

      Ulkemiz ozelinde getirilen icki yasaklarinin alkolizmin zararlarindan toplumu korumaktan ote ideolojik bir anlam tasidigi, dini kurallari devlet yonetiminde hakim kilma amaci guttugu cok aciktir, zira bizzat TUIK verilerine gore Turkiye, Avrupa ortalamasi ile kiyaslandiginda en az icki tuketilen ulkelerden biridir, yani ulkemizde Bati ulkelerinde goruldugu sekilde devletin asiri onlem almasini gerektirecek bir alkolizm veya asiri icki icme (binge-dinking) sorunu yoktur, kaldi ki bugun alkolizm sorunu yasanan Bati ulkelerinde bile, icki reklamlarini yasaklamak, icki icilen yerleri sinirlamak gibi asiri onlemlere basvurmak yerine, icki reklami yapilan her mecrada 'ickinin sorumlu sekilde tuketilmesi' (Drink responsiblely!) uyarisi yapilmakta ve alkolizmin tedavisine yonelik diger tedbirler alinmaktadir, bizde ise giderek icki icenler aforoz edilmekte, binlerce yildir sarap uretilen Anadolu topraklarinda sarap festivalleri yasaklanmakta, hem milli ekonomimize hem turizmimize ideolojik gerekcelerle zarar verilmektedir, ickiye konulan agir vergiler, icki reklamina getirilen sinirlamalar piyasaya hakim olan yandas market zincirlerinin icki satmayi reddetmesi, belediye tesisleri dahil cami veya okul yakinlarinda icki satilamamasi, vs seklindeki uygulamalar, fiilen memlekette icki satmanin da tuketmenin de yasak hale gelmesi sonucunu dogurmaktadur, sadece turbana ozgurluk taniyan, diger kisisel ozgurlukleri hice sayan zihniyeti kimse kusura bakmasin ama ozgurlukcu ve demokrat diye nitelemek mumkun degildir…

      Sil
  2. Eleştiri yapmak, artık siyasallaşmak oldu.Birilerinin sayesinde.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Eleştiriye karşı hoşgörü kalmayınca böyle olur.

      Sil
    2. Adını yazmaktan korkan, düşünmenin nasıl bir şey olduğundan habersiz bir adam, bir zorbanın TV'den dinlediği nutuklarından aklında kalanları, bozuk bir Türkçe ile yazmayı becerebilince, bir fikir ileri sürdüğünü sanıyor.

      Bilgisayar denen donanım ve internet ortamı buna olanak sağlıyor ama, bu teknolojik olanaklar onun gibilerin konuştuğu yazdıgı dili doğru dürüst konuşup yazmayı öğrenmesini ne yazık ki sağlayamıyor.

      Bir paragraflık yazıya birçok anlatım bozukluğunu ve sayısız yazım hatasın sığdırmayı başardığı görülen Bay Adsız birşeyler yazabilmeyi becerdiğine göre ilkokula gitmiş olmalı; ama o yıllarda pek bır şey öğrenemediği anlaşılıyor.

      Yazmaya çabaladığı şeylerde üzerinde konuşulmaya değer bir fikir yok ama,dikkatimi çeken bir şey şu: Bay Adsız acaba neden "biz zenciler" deyip Afrika kökenli insanlarla kendi arasında bir benzerlik iddia ederek onlara hakaret ediyor.

      Sil
  3. Ekonomist gömleğinizi çıkarıp yazsaymışsınız daha uygun olurmuş. :)

    YanıtlaSil
  4. Hocam yorumlarınızın çoğuna katılıyorum. Yalnız tek bir noktada itirazım olacak: 5'ten sonra 6 gelir.:)
    (affınıza ve samimiyetinize sığınırım)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Matematikten niçin her yıl ikmale kaldığım böylece çıktı ortaya. Düzelttim, teşekkür ederim.

      Sil
  5. "Toplum sanki çıkardığı kuralları kendisi değil de bir başkası uygulayacakmış gibi düşünüyor. " Hocam haddim degil ama bu cumleden kalani fazla olmus, sadece sizin yazinizin degil belki de tazminattan bu zaman tarihimizin ozeti.

    YanıtlaSil
  6. Kendi kendime bu kadar kolay bir araya getiremediğim, fakat sizden okurken her cümlesine katıldığım muhteşem yazılarınız için teşekkürler Hocam

    YanıtlaSil
  7. Hocam, Türkiye'nin tasarruf sorunu var demişsiniz, yani bu üretim seviyesiyle daha az tüketerek (tasarruf ederek) sorunun aşılacağına inanıyor musunuz gerçekten?
    Not: Gerek öğrenciliğimde gerekse mezun olduktan sonra yazılarınızı ilgiyle takip ediyorum, ancak ilk kez yorum yazıyorum, bu vesileyle size teşekkürü bilirim. Çiçeği burnunda bir iktisat mezunu olarak, gerek buradan gerekse de kitaplarınız ile üzerimizdeki emeğiniz içinse ayrıca teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim, umarım çok başarılı bir iktisatçı olursunuz.
      Elbette ki tasarrufu arttırarak bütün sorunları çözmek söz konusu olamaz ama en azından cari açık sorununu azaltabiliriz.

      Sil
  8. Dokuzuncu yanılgı, birşeyleri "ölümüne tutmak"."Tutmak" yapılan yanlışları da savunmayı getiriyor. Reel bilgi üzerinden değerlendirme yapmayı engelliyor.

    YanıtlaSil
  9. Mahfi Bey, yine bizi düşünmeye, sınırlarımızı anlamaya zorluyorsunuz güzel bir şekilde:)

    Herhangi bir konuda gerçeği ararken, kaybettiren de bulduran da sanırım bakış açımız. Ve bu bakış açıları ülkemizde o kadar çoğaldı ki, ortak bir payda da buluşmak zor. Ve bilgi o kadar manipüle ediliyor ki, bizim gibi samimi vatandaşlarımızın kafa karışıklığına hapsolması çok kolay.

    Taraftarlık bakış açısından gördüğümüzde, aykırı görüşler karşı taraf olarak algılanmakta ve senin zamanında da böyleydi hatta daha da kötüydü denilebilmektedir.
    Oysa bakış açısı örneğin kalkınma, gelişme yönünden olsa ortak bir payda da buluşulabilir. Bunları savunduğumuz kurumlardan talep edebiliriz.
    Ama karşı taraf olarak gördüklerimize karşı bir güven eksikliğimiz de var. Dedim ya bilgi o kadar çok manipüle edilebiliyor ki, bu kafa karışıklığını giderecek aydınlara ihtiyacımız var. Ve elbetteki aydınların düşüncelerini korkusuzca söyleyebilecekleri bir ortamın da olması gerekiyor.

    Siyasilerin kullandıkları dil Türkçe, ama bu siyasi söylemlerin bir yabancı dilmiş gibi çevrilmesi gerektiğini düşünüyorum. Şunun gibi mesela, bir Merkez Bankası Başkanı bir cümle kurar, uzmanlar o cümleden bir çok cümle çıkarır. Niyeti bu der, bunu söylüyor der. Piyasayı bu şekilde yönlendirmek istiyor der. Bizler de ona göre davranırız.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok doğru saptamalar. Teşekkür ederim.

      Sil
    2. [1. BÖLÜM]

      [2 bölümlük yorum]

      Sayın Timur Çimen başta olmak üzere, bu blog sayfasını ziyaret eden herkese bir hatırlatma:

      “...
      Tüketmeden, ya da doğal kaynakları yok etmeden 9 milyar insanın birarada mutlulukla yaşayabileceği bir sistem var mı? Şu anda da mutlu yaşamıyoruz ama umudumuzu koruyoruz. Kendi kendimizin sonunu hazırlıyoruz; bu gerçek. Bir de buna ülkeler arası rekabeti ekleyin.
      ...”

      “...
      Para kötü, aslında gerçekten kötü. Parayı ortadan kaldıralım, daha doğrusu parayı ihtiyaç hâlinden çıkartalım, hırsızlıklar %99 azalır. Yüzde bir ise, hastalık hâli payı. Ama para mıdır buna yol açan, yoksa insani zaaflıklarımız mı, gücü kötüye kullanma zaafımız mı? Paranın ihtiyaç olmadığı sistemlerde bile kötülük yine olacak.
      ...”

      Bir konuda emin olabilirsiniz:

      “Para!” isimli nesne kendiliğinden bir “meta” olup ve aynı anda “emtia* arası takas yaparken kullanılan araç” olarak kullanıldığından; bir tren yolu, metro yolu gibi “kendi rayı üzerinde akıp giden”, tüm dünyayı dolaşan ve bile bile kompleks hâle sokulmuş bir sistemler yumağıdır!

      Bu yumak ortadan kaldırıldığı andan itibaren, o dehşet hastalık “AIDS”e çözüm yoluna bir adım daha yaklaşılmış gibi, insani zaaflarımız muazzam boyutlarda azalacak! Bu bir “romantizm!”, “bilim dışı uçarı bir fikir!” ve hattâ "ütopya!" değildir!

      [Not (a): “Meta” kelimesi tekil, “*emtia” kelimesi çoğuldur. “Emtia”; “ürünler-mallar” demektir. “Para” isimli nesne; hem tekil anlamda îrâd-kazanç getirici (ve götürücü), hem de çoğul anlamda îrâd-kazanç getirici (ve götürücü) olarak kullanılır. “Emtia” haricinde, “para” ile bir başka “para” da alınıp-satılabilir; bu nedenle “döviz”, “currency”, “exchange”, “FIAT money ~ itibarî para”, “money burning”, “quantitative easing”, “money laundering”, “income inequality”, “carry-trade” vb. yüzlerce tâbir de mevcuttur.]

      Şöyle de düşünebilirsiniz: “Nasıl olsa güçlü bir deprem olduğunda; şu binaların çoğu yıkılacak, yine onbinlerce insan hayatını kaybedecek. Ne yapalım; kaderimiz böyle yazılmış!”

      Hayır!

      “Depremin kuvveti ne seviyede olursa olsun farketmez; fiziki hasarı en az düzeyde tutabilmek için, bırakalım insanı, deprem esnasında bir tek hayvanın dahi başının dönmemesi için nasıl tedbirler almalıyız?!”

      benzetmesi ile “para!” isimli nesnenin hepimize prangalar vurduğunu daha net görebilmeliyiz ve derhâl önlemler almalıyız!

      “Verem aşısı” denen tedavi yönteminin var olduğunu bile bile, bunu uygulamaya sokmamak; “para!” denen ölümcül virüsü ortadan kaldırmak için tedavi yöntemlerinin var olduğunu ve/veya tedavi yöntemlerinin geliştirilebileceğini bile bile “korkarak!” sessiz kalıp, sistemi beslemeye devam etmek aynı kapıya çıkar!

      “...
      Dünyada işleyen bir çark var. Ya bu işleyen çarktan daha güçlü olacaksın, ya da sistemin tıkır tıkır işleyen bir parçası. Sınırımız bu.
      ...”

      Hayır, sınırımız bu değil!

      Bize (sadece Türkiye özelinde değil; dünya genelinde) böyle düşünmek bebekliğimizden itibaren, “uyuşturucuya alıştırır gibi!”, kabul ettirildi!

      Yüzlerce örnek sayabiliriz.

      [Devamı 2. bölümde]

      Sil
    3. [2. BÖLÜM - SON]

      Bir örnek şimdilik yeterli:

      “Ronald Reagan↔Margaret Thatcher↔Turgut Özal” troykası ve “T.I.N.A. - There Is No Alternative ~ Başka yol yok!” kısaltması ile “kabul ettirilen!”; “Neo-Conservative Economic Policies ~ Yeni-Muhafazakâr Ekonomi Politikaları”dır!

      [Not (b): “T.I.N.A.” öyle kuvvetli bir uyuşturucu ki; Hindistan’da geçtiğimiz günlerde sonuçlanan genel seçimler ile başbakanlık koltuğuna oturacak olan “Narendra Modi” isimli şahıs; “Hindistan’ın yeni Reagan’ı” yakıştırmasıyla propaganda ediliyor!]

      “Para!” isimli nesne ve “sınırlar içinde düşünmek!” tâbiri; sert bir ifade ile: “Kapitalizm!” denen ceberrut sistemin bizleri “sağmal inek!" düzeninde tutabilmek için icat ettiği birer uyuşturucu çeşididir!

      “Özel sektör kapitalizmi” kaldırılıp yerine konacak yegâne sistem; “Sovyet kapitalizmi” değildir!

      “Bir teorinin ve/veya teorilerin uygulanabilir olup-olmadığını analiz edebilmek için bilim yolu içinde kalarak düşünmek!” ise hem Mahfi Bey’in bu blog ile yapmaya gayret ettiği gibi, hem de aşağıda okuyacaklarınızın imâ ettiği gibi; “bilimsel düşünme akışının hiç bir kısıtlamaya maruz kalmadan herkese açık-şeffaf olması” temeline dayanır.

      Özetle:

      “Kapitalizm”in bizleri uyuşturmak için çizdiği "sınırlar!" metaforu ile,

      “Bilim yolu içinde kalarak düşünmek” uyarısının getirdiği “sistemli eylem”

      aynı şey değildir!

      Sayın Çimen’e ve bu blog ziyaretçilerine karşı çıkmak, onların teorilerini çürütmek için değil; yakaladıkları ipucunun çok değerli bir yola işaret ettiğini, asla ama asla; “düşünmeyi!” bırakmamaları, daha fazla cesaret sahibi olmaya mücadele etmeleri için:

      http://www.mahfiegilmez.com/2014/05/ahbap-cavus-kapitalizmi.html

      linkinde ilk 3 yorumu okumaları tavsiye edilir.

      Bu 3 yorum; “serbest piyasa ekonomisi!” denen çirkef sistemden tek kurtuluş yolu mu?!

      Tabii ki hayır!

      Fakat “düşünmeyi!”, “yeni sistemler kurmak için bıkmadan↔usanmadan↔yüksünmeden↔konformizmin tuzağına düşmeden araştırma yapmayı!” ve tırnak içinde yazılmış bu iki görevimizin gerçekleşmesi için; “cesur olmak!” deyiminin ne demek olduğunu biraz daha yakından anlamak için, linkteki 3 yorum bize ışık tutabilir!

      [Not (c): 3 yorumu okuduktan sonra:

      “Cesur olmak” deyiminin;

      “Külhanbeyi olmak”,

      “Liseli-ergen heyecanıyla hipotezler yumurtlamak”,

      “Şu kitapları okuyup, şu belgeselleri de izlediğimde beynimde patlamalar oldu, başım göğe erdi ve nihayet aydınlandım! Karşıma ister Adam Smith çıksın, ister Karl Marx çıksın, ister Deng Xiaoping (Deng Şiaoping) çıksın farketmez; hepsini aşar geçerim.

      Ve paçalarımdan akan bu değerli bilgilerim heba olmasın diye sayın Mahfi Eğilmez’in bloguna yorum yazmak ihtiyacı hissettim; cimri olmayayım, başkaları da benden faydalansın.”

      ile bir alakası olmadığını anlayacaksınız.]

      Sil
    4. Yanlış yazmadıysam zeitgeist, ben de izlemiştim. Yine hatırımda yanlış kalmadıysa önerdikleri sistemin adı venüs projesiydi.

      Üzerinde yine düşünülsün, sonuçta hiç düşünmemekten iyidir. Ben de isterim para kazanma mecburiyetinde olmamayı. Dünyayı gezeyim, yeni yerler göreyim, yeni insanlar tanıyayım. Tam bir cennet olurdu. Ve hatta bu dünyayı yok etmemiş olurduk.

      Sistemin içinde bir açmaz var. Bilmiyorum belki bu açmaz çözülmüştür. Sonrasını takip etmedim.

      Parayı ortadan kaldırıyoruz. Tüm işleri robotlara, makinelere yüklüyoruz. En tepede bir karar vericinin olması lazım değil mi? Sistemi yenileyen, güncelleyen, güçlendiren insanlar olması lazım. Bunlar kim olacak? Hep en erdemlisini seçtik diyelim, bunu hep başarabilecek miyiz?

      İhtiyaçlarımıza o mu karar verecek? Bir nevi Tanrısı olacak o toplumun.

      Diyebiliriz, tek derdimiz bu olsun. Şu anki sistemde farklı mı sanki?

      Ama şu anda bu sistemde yaşayan 9 milyar insan var. Ve bu sistemin tanrıları da, peygamberleri de, havarileri de, müritleri de çok:) Onlar da bu gücü kaybetmemek için savaşacaklardır.
      (Not: Şu anda bu cümleleri yazarken kendime gülüyorum. Konuyu hafife aldığımdan değil, garip geliyor yazdıklarım)

      Başka bir dünyada olur, ama bu gezegende çok zor.

      Bazı doğruları anlatıyorsunuz ama, işin asıl noktasına değinmeden farklı doğrularla başka konulara atlıyorsunuz. Tabi bu benim fikrim.

      Şunlar ispat edilmeli sanki.

      1- Kurduğunuz sistemde kapitalizm asla yeniden vücut bulmaz. Sonsuza dek.
      2- Kapitalizm insan doğasına aykırıdır. Hafızasından sildik mi bir daha yeşermez.

      Kapitalizmi savunmuyorum. Önermiyorum. Bundan daha iyi bir sistem olamaz demiyorum, inşallah olur. Bahsettiğimiz şey bir emtia değil yok edelim.

      Sil
    5. [1. BÖLÜM]

      [Toplam 4 yorum]

      Sayın Çimen, aşağıda okuyacaklarınızı lütfen “din” çerçevesi içinde, “metafizik” düzlemde değerlendirmeyin.

      İpin ucunu yakaladığınız aşikar!

      Ve önyargılarınızı yıkmaya korkan bir kişi olmadığınız da belli!

      Lütfen birkaç dakikalığına, şu an bulunduğunuz mekânda, kendinizi her şeyden soyutlayarak şunları sormaya cesaret edin:

      Sistemin başına niçin bir tür “Tanrı!”, bir tür “düzen koyucu ve düzeni koruyucu!” koyma gereği hissediyoruz?

      “C.D.S.” kısaltması ile önerilen bir düzeni (dikkat buyuralım; “yegâne çözüm yolunu getiren bir düzen” değil); niçin bir “sistemsizlik” yaratacağı, bir “kakofoni” yaratacağı, bir tür “serseri mayın” konsepti yaratacağı şeklinde yorumluyoruz?

      Şu an sürmekte olan “serbest piyasa ekonomisi” isimli köhnemiş sistem içinde bizlere yutturulan “uyuşturucular!” ile sisteme göbekten öyle bağlanmışız ki: “Kapitalizme kızıyoruz-sövüyoruz-bağırıyoruz-onu defetmeye çalışıyoruz ama yerine getireceğimiz sistem ve/veya sistemler eskisini de aratmasın sakın?!” sorusuyla kendi kendimizi korkutmaya devam ediyoruz!

      Ve ne yazık ki bu “korku!” sebebiyle; “Aman işimden-aşımdan olmayayım; çoluğum-çocuğum açta açıkta kalmasın. Kazandığım para akmasa da damlıyor. İyisi mi; kapatayım çenemi, her gün sömürmeye ve sömürülmeye tıpış tıpış devam edeyim!” cümlesiyle “kapitalizm”i otomatikman beslemeye devam ediyoruz! “T.I.N.A.” isimli uyuşturucunun ne kadar kuvvetli olduğunu her saniye tecrübe ediyoruz; tıpkı şu 7dk.’lık animasyon videoda özetlendiği gibi: http://vimeo.com/32966847

      Yukarıda yazdığım 2 bölümlük yorumun sonunda (ve sayın Eğilmez’in “Ahbap Çavuş Kapitalizmi” başlıklı yazısında referans olarak önerdiğim 3 bölümlük yorumun sonunda) yazdığım “cesur olmak!” öbeğinin; özellikle bugün, hayatımızda ne kadar büyük bir rol oynadığı umarım şimdi daha iyi anlaşılmıştır!

      Bazen vücudumuzdaki bir organ/uzuv, herhangi bir hastalık sebebiyle olabilir - her ne sebeple olursa olsun farketmez, çürümeye başladığı zaman, vücudun geri kalanını kaybetmemek için, kahrolduğumuz hâlde, o organı/uzvu kendimizden koparıp atmaya mecbur kalırız! Çünkü bunu yapmazsak; eninde sonunda hayatımızı kaybedeceğimizi biliyoruz!

      Dikkat buyuralım:

      Bilim; hiç bir zaman, hiç bir yerde durmaz; sürekli gelişir!

      Hitler gibi bir celladın zorbalığından kaçıp ABD’ye sığınan yüzlerce-binlerce bilim insanının “Manhattan Projesi” ile dünyaya bambaşka bir gülle gönderdiğini biliyoruz değil mi!

      Einstein gibi bir beynin niçin “ayakkabı tamircisi” olmak istediğini itiraf ettiğini biliyoruz değil mi!

      Mahfi Eğilmez adlı bir iktisatçının niçin “hazine müsteşarlığı”nı kendi iradesiyle terk ettiğini biliyoruz değil mi!

      [Devamı 2. bölümde]

      Sil
    6. [2. BÖLÜM]

      Asıl soru “bilimi ne amaçlarla kullanacağız?” şeklinde olmalı.

      Bilimi; neredeyse her gün propagandası yapılan “ekonomik büyüme!” kisvesi altında “sürekli kâr!” elde etmek için mi kullanacağız, “paranın küresel döngüde kalması” için mi kullanacağız, “rekabet” denen çok tehlikeli bir kelimenin varlığını devam ettirmesi için mi kullanacağız; yoksa kainatı daha müreffeh seviyelere taşımak için mi kullanacağız?!

      Artık bir seçim yapmak zorunda olduğumuz gerçeği gelipte geçiyor bile...

      25 Mayıs 2014 tarihi yukarıdaki sorulara cevaplar aramak için çok geç kalınmış bir tarih; sadece Türkiye özelinde değil, dünya genelinde!

      Peki karamsar mıyız?!

      İnsan beyni; “sonuç odaklı düşünmek” üzerine kuruludur.

      Yani doğuştan “pragmatist” olduğumuzu kabul ediyoruz.

      Fakat bizi, kainattaki diğer birçok varlıktan görece üstün kılan en temel özelliğimiz ne (“düşünebilmek” hariç) ?

      “Duygularımız” !

      Soma’da yaşanan “cinayetten!” sonra, Latin Amerika ülkelerinden madenciler bizim acımızı bu nedenle paylaştı!

      “Pragmatizm” kelimesi en kısa tâbir ile “faydacılık” olarak biliniyor. Ama ister İngilizce’den alın, ister Farsça’dan, ister Almanca’dan veya ister Latince’den; “faydacılık” kelimesini karşılayan bambaşka terimler de mevcut. Şu an bu kelimeleri buraya bir bir yazarak bu güzel sayfayı ziyaret eden meraklı insanların zamanını almak istemiyorum.

      Asıl tehlike “Amerikan pragmatizmi”dir!

      Kısaca:

      Örneğin “Apple” adlı şirketin; ABD sınırları içinde kurulu olan fabrikalarında üretim maliyetlerinin yüksek olmasını sebep göstererek; gidip Çin’de, Tayvan’da, Kamboçya’da, Hindistan’da, Endonezya’da veya Güney Kore’de yeni fabrikalar kurması (veya var olan fabrikalarla anlaşması; “Foxconn” gibi), bu fabrikalarda çalışan işçilerin maliyeti düşük olduğundan neredeyse “karın tokluğuna mâhkum” bir hayat sürmesi; “Amerikan pragmatizmi”nin tipik bir örneğidir!

      Dikkat buyuralım: “Komünist!” bir rejimle yönetildiğini iddia eden “(Ç.H.C.) Çin Halk Cumhuriyeti”yle, “Kapitalizm”in kalesi olduğunu iddia eden ABD nasıl bir kukla gibi oynuyor görüyoruz!

      Peki Ç.H.C.; kendini kullandırttığının, “sağmal inek!” durumuna düştüğünün farkında değil de, bu satırların yazarı “Adsız” kişi mi biliyor sadece!

      Tabii ki hayır.

      [Devamı 3. bölümde]

      Sil
    7. [3. BÖLÜM]

      Uzak Asya’da, Ç.H.C.’nin de çevresinde (tıpkı ABD’nin, AB’nin veya Rusya’nın olduğu gibi) kendi “uydu devletçikleri!” var; o meşhur “Sovyet kapitalizmi!” ile bu “uyduları!” sömürmeye devam ediyor.

      “...
      Bazı doğruları anlatıyorsunuz ama, işin asıl noktasına değinmeden farklı doğrularla başka konulara atlıyorsunuz. Tabi bu benim fikrim.
      ...”

      Sayın Çimen, yukarıdaki gibi düşünmekte haklısınız!

      “The Venus Project” isimli tasarıyı kuran “Jacque Fresco” adlı mühendis-düşünür

      ve

      Peter Joseph’in yayınladığı üç bölümlük “Zeitgeist” belgesel dizisinden sonra,

      her ikisinin de röportajlarını, çeşitli dergi/gazete/internet sitesi vb. verdiği demeçleri takip etmiş biri olarak söylüyorum:

      (Not: Yakın zaman önce “Jacque Fresco” ve “Peter Joseph” bazı konularda anlaşamadıklarını belirtip beraberliklerini bitirdiklerini, yollarına ayrı ayrı devam edeceklerini söylediler.)

      “Hayat ↔ kainat ↔ tarih ↔ insan eylemleri” bir tür yap-boz oyununa benzer.

      “Metafizik”in hayatta var ettikleri çoğu zaman “bilim dünyası” içinde açıklanamaz. Çünkü her şeyden evvel “bilim”; “sistemli düşünmeyi” gerektirir. (“Metafizik” başlığı çok köklü ve uzun bir konudur. Bu yorum sayfalarını daha fazla işgal etmemek için kısaca: “Metafiziğin”; “sistemsiz” olduğunu iddia etmiyorum.)

      İnsan beyni; bir tablet bilgisayar yaratacak kadar, Mars’a mekik gönderecek kadar harikulade bir yapıya sahip olduğu gibi; 6 yaşında “Gizem Akdeniz” isimli bir insanı yok edecek kadar cani bir yapıya da sahip!

      İnsan, henüz keşfetmediğimiz, yüzbinlerce özellik daha barındırıyor.

      Bir sistem; artık aksaya aksaya yürüyorsa, devamlı yağ sızdırıyorsa, kendi varlığını devam ettirmek için “tüketim kültürü!”nü pompalamaya devam ediyorsa, gölgesini satmak için tüm ağaçları zimmetine geçirmeye çalışıyorsa, bir kaç çuval daha fazla kömür çıkarabilmek için “insan hayatı!”nı hiçe sayarak “sürekli kâr!” olgusunu şiar edinmişse; ve bu “insan hayatı!” kredi kartı borcu dağ gibi büyümesin diye veya evladına birkaç kuruş okul harçlığı bırakabilmek için o ocakta hem ömür geçiriyor, hem de canını veriyorsa; artık değişmeye mecburdur!

      “Serbest piyasa ekonomisi” isimli köhnemiş sisteme fena hâlde alıştırıldığımız için, gelmekte olan yeni sistemler hakkında şüpheye düşmemiz gayet normal.

      Bu “yeni sistemler” de, zamanı geldiğinde eskiyecek ve yenileri gelecek...

      En azından 25 Mayıs 2014 itibariyle, hem dünya da hem Türkiye de, üzerinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız ekonomi sisteminin bizlerden neler koparıp götürdüğünü daha net görüyoruz.

      Örneğin; “tüketim kültürü!”nün ne demek olduğunu artık daha iyi biliyoruz.

      [Devamı 4. bölümde]

      Sil
    8. [4. BÖLÜM - SON]

      O nedenle:

      Korkularımızın üstesinden gelmek o kadar olmayacak.

      Bu A’dan Z’ye herkes için; her kültür için, her hizip için, her “siyasi ideoloji!” için, her “politika yapıcı!” için, her “devlet!” için, her “şirket!” için ... geçerli.

      Uzun bir değişim sürecinin henüz başındayız.

      “Cesur olmak!” deyimin ne demek olduğunu her geçen gün biraz daha iyi öğrendikçe;

      “Bizden sonrakiler daha iyisini yapana kadar en iyisi bu.” sözünü amaç edinmeyi becerebilirsek,

      “Rekabet” kelimesini:

      “Hayır sen kazanma, ben kazanayım!”,

      “Hayır -K- marka akıllı cep telefonu şu bölgede o kadar fazla satmamalı, bizim markamız olan -F- o bölgede peynir-ekmek gibi satmalı!”,

      “Üniversiteden mezun olmama 2 yıl aldı. Geçen iki yılda İngilizce’yi sullar seller gibi öğrendim. Yurtdışında en iyi şirketlerde staj yapıp tecrübe de kazandım. Şimdi artık şu Çince’yi de öğrenmeye başlayayım. Zaten günümüzün -trending!- dili bu. Ama ben bu dili; Çin’in kültür ve medeniyetini yakından tanımak için değil, en azından bir Çince şiir ve/veya roman okumak için değil, bir Çince filmi anlamak için değil; mezun olup iş aramaya başladığımda, iş başvurusu yaptığım şirketin -İnsan Kaynakları Müdürü!-nün odası önünde mülakat için benim gibi bekleyen diğer adayları çarçabuk eleyip o işe yerleşmek için öğreneceğim!”

      anlamları üzerinden değerlendirmekten vazgeçersek,

      “Rekabet” kelimesini, birbirimizin kuyusunu kazmak için değil, “nasıl daha iyi bir kainat?” sorusuna odaklanarak değerlendirirsek

      gerçekten sağlam ve verimli adımlar atmaya başlayacağız!

      Değişimi ilk önce, sıradan insanlar olarak bizler, “beyinlerimiz içinde!” başlatmalıyız.

      Gandhi yukarıda yazılanlar sebebi ile; “Dünyada görmeyi istediğiniz değişimin kendisi olunuz.” sözünü söyledi!

      Sil
    9. Bay Adsız merhaba,
      Aslında insan adsız olmamalı. Neyse söylemek istediğim asıl konuya geleyim. Uzun yazılarınızı okudum. Bizleri bilgilendirmek ve bilinçlendirmek için gösterdiğiniz çabaya teşekkür ederim.İyi niyetiniz görülüyor. Yazılarınızdaki birçok alıntının ve aktardığınız görüşlerin içinde kimi doğrular, kimi yanlışlar ve kimi saçmalar var. Kullanılan kimi kavramları bilmediğiniz, kimi bilgileri de internetin çöplüklerinden derlediğiniz anlaşılıyor.

      Bütün bunlardan daha önemli olan ise, toplumumuzda yaygın olan bir yanılgının da bu uzun yazıların temel özelligini oluşturması. Söylenen ya da yazılan her şeyin bir fikir sanılması. Bir konuda fikir yürütmek için önce "fikir" kavramının ne olduğunu bilmek gerekir. Bir konuda bir kişinin söylediği ya da yazdığı bir ya da birkaç cümle her zaman bir fikir değildir. Fikir olabilmesi için önce o kişinin o konudaki temel bilgileri bilmesi ve soyut bir konuda düşünmeyi öğrenmiş olması gerekir. Sonra da ciddiye alınması için, söylediklerinin iç tutarlılığının olması yani söylediklerin birbiriyle çelişmemesi gerekir gerekir.

      Konuya yazınız örneğinde devam edersek: Fikir ve çorba birbirinden çok farklı şeylerdir. Sizin yazınızda olduğu gibi şurda burda duyduğunuz, şu bu yazıda okuduğunuz şeylerden aklınızda kalanları, gelişi güzel bir şekilde alt alta yazarsanız, onların kimileri güzel şeyler olsa da bir fikir ortaya atmış olmazsınız; yalnızca duymuş okumuş olduğunuz kimi şeylerin bir çorbasını yapmış olursunuz ve emin olun ki, o çorbanın tadı da çok kötü olur. Bazen buna" laf salatası" da denir.

      Bizi başka bir zaman da bilgilendirmek isterseniz, umarım o zaman aktaracağınız şeyleri daha sağlıklı kaynaklardan alırsınız, kulaktan dolma bilgilerden kaçınırsınız, birbiriyle ve konuyla ilgili olanları seçersiniz. Ayrıca kullanacağınız kavramları iyice bilip bilmediğinizi bir kez daha düşünürsünüz . Bilgilendireceğiniz kişilerin de bazı şeyleri bilebiliyor olacağını az bir ihtimal olsa da göz önünde bulundurursunuz.

      Fikir sahibi olma ve o fikirlerle insanları bilgilendirme, bilinçlendirme çabalarınızda başarılar dilerim.


      Sil
    10. Eleştiriniz için teşekkürler sayın Kaya Ersoy.

      Sadece bir hatırlatma:

      (Yukarıda yazılan bir bölümün tekrarı)

      "...

      [Not (c): 3 yorumu okuduktan sonra:

      “Cesur olmak” deyiminin;

      “Külhanbeyi olmak”,

      “Liseli-ergen heyecanıyla hipotezler yumurtlamak”,

      “Şu kitapları okuyup, şu belgeselleri de izlediğimde beynimde patlamalar oldu, başım göğe erdi ve nihayet aydınlandım! Karşıma ister Adam Smith çıksın, ister Karl Marx çıksın, ister Deng Xiaoping (Deng Şiaoping) çıksın farketmez; hepsini aşar geçerim.

      Ve paçalarımdan akan bu değerli bilgilerim heba olmasın diye sayın Mahfi Eğilmez’in bloguna yorum yazmak ihtiyacı hissettim; cimri olmayayım, başkaları da benden faydalansın.”

      ile bir alakası olmadığını anlayacaksınız.]

      ..."

      Size de fikir sahibi olma ve o fikirlerle insanları bilgilendirme, bilinçlendirme çabalarınızda başarılar dilerim.

      Esen kalın.

      Sil
    11. [1. BÖLÜM]

      [6 bölümlük yorum]

      Aşağıda okuyacaklarınız sayın Kaya Ersoy’a, Timur Çimen’e veya herhangi bir kişiye hakaret etmek, herhangi bir kişiyi küçük düşürmeye çalışmak, bu yorum pencerelerinde kâinatı “hemen!” değiştirmeye kalkışmak ile ilgili değil.

      (Not: Sayın M.Tanju Kale’den referans ile: Sayın Alev Alatlı ciddiyetle takip edilmesi gereken bir değerdir. Sevin-sevmeyin, savunun-savunmayın farketmez, tıpkı; Nurettin Topçu, Hikmet Kıvılcımlı, Cemil Meriç veya Mehmet Ali Aybar’ın da birer değer olması gibi. Sayın Alatlı, son zamanlarda, her ne kadar “iktidar” denen mefhum üzerine geçmişte söyledikleri ile pek uyuşmayan bazı çalkantılı demeçler vermiş ve veriyor olsa da; sevgili “Günay Rodoplu” her zaman bize ışık tutan bir rehber olmaya devam edecek. “Philistinism~Paçozluk” ve “Oklokrasi” de cabası.)

      “Klavye münakaşası” adlı bir tâbirin doğduğunu; bu tehlikeyi bir an önce görmek ve/fakat görmekle kalmayıp en yakınımızdaki kişiden başlayarak ulaşabildiğimiz kesimlere tanıtmak (unutulduysa; “hatırlatmak!” - korkulduysa; “dürtmek!”) için çaba sarfetmeliyiz.

      Güncel örnek:

      Sayın Eğilmez akademik tecrübelerini temel alarak bu blog sayfası ile çabasını ortaya koyuyor.

      Peki, sayın Eğilmez, bu sitede yazdıklarının azımsanamayacak bir bölümünün başkaları tarafından bilinmediğini mi zannediyor?

      Örneğin “The New York Times” gazetesinde sayın Paul Krugman’ın köşesi ile iletişime geçilse, sayın Eğilmez’in bu blog sitesinde yazdığı yazılardan hazırlanmış bir seçkinin İngilizce çevirisi sayın Krugman’a gönderilse, Krugman:

      “Mahfi Bey’in yazdıklarının aynısını ve/veya benzeri olan yüzbinlerce makaleyi şahsım da, dünyadaki diğer iktisatçılar da yazıyor zaten. Bu nedenle Mahfi Bey hiç daha fazla laf kalabalığı yapıp internette boşu boşuna yer işgal etmesin. Kadir Has’ta hocalığına devam etsin, ve bu vakitten sonra isteği varsa ‘mali müşavirliğe’ geri dönsün, huzurlu bir yaşlılık dönemi geçirmeye gayret etsin. Ben, nobel kazanmış şöhretli bir iktisatçı olarak, dünyaya daha fazla değer kazandırmak için gecemi-gündüzüme katarken üzerime hâlâ çamur atıyorlarsa; benim kadar şöhreti olmayan, anca ülkesinde ‘hazine müsteşarlığı’na kadar yükselip oradan kendi iradesiyle ayrılmış ‘Mahfi Eğilmez’ adlı kişi hiç bir şey beceremez. Ona söyleyin kendini fazla yormasın. Bilinen şeyleri temcit pilavı gibi ısıtmasın. Alsın maaşını, içsin çayını.”

      der mi?

      Peki, bu blog sayfasında Mahfi Bey’in umuma açık tuttuğu yorum pencerelerinde, bu satırların yazarı “Adsız” kişi, yazdığı her şeyi sadece kendisinin bildiğini ve başkalarının bilmediğini mi zannediyor?

      “Adsız” kişi niçin gerçek adını yazmıyor? Ve kendisi de bu sitede “klavye münakaşası” yaptığının farkında değil mi? Bunları yazan bir kişi nasıl bu kadar çelişkiler içinde olabilir? Ve hattâ çelişkili şeyler yazdığının bilincinde olmasına rağmen niçin yazmaya devam eder? Acaba Mahfi Bey’in sitesini bir tür “sömürü aracı!” olarak kullanıp popüleritesini arttırmaya çalışan bir liseli-ergen mi? Sayın Alatlı’nın tekrar gündeme getirdiği “Dunning-Kruger sendromu” altında olan bir patolojik vaka mı? Veya hayatında “Sokratik yöntem”i uygulayan sıradan bir insan mı? Ya da bir pazarlama gurusu olarak bilinen sayın Yelda İpekli’nin hatırlattığı “Mitomani (mythomania)” tuzağı içine düşmüş bir zavallı mı?

      Bakalım; gerçekten yukarıda sorulanlar gibi mi?

      Bu “Adsız” kişi kendini bir dev aynasında, diğerlerini de birer lümpen olarak mı görüyor?

      [Devamı 2. bölümde]

      Sil
    12. [2. BÖLÜM]

      * İnternetin çöplük kısmından bulunup çıkarılmış birinci anektod:

      Çoğumuzun edinimleri içinde bir şekilde var olmuş aşağıdaki sözler; hepimiz gibi etten-kemikten bir insan olan “Bertrand Russell” tarafından söylenmiştir. Bu sözlerin bir kısmının kendisine ait olmadığı da rivayet edilmektedir.

      “Düşüncelerim için ölmeyi göze almam çünkü yanılıyor olabilirim.”

      “Ne kadar az bilirseniz, onu o kadar şiddetle savunursunuz.”

      “Önyargının ve zalimliğin asıl kaynağı korkudur. Korkunun üstesinden gelmek bilgeliğin ilk adımıdır.”

      “İnsanlığın iki tür ahlak anlayışı vardır; Biri sözünü edip uygulamadığımız; diğeri, uygulayıp sözünü etmediğimiz.”

      “Akıllılar hep kuşku içindeyken aptallar küstahça kendinden emindir.”

      * İnternetin çöplük kısmından bulunup çıkarılmış ikinci anektod:

      Robert Lee Frost, şair, (1874-1963)

      “Dünya istekli insanlarla dolu:
      Bazıları birşeyleri değiştirmeye istekli;
      geri kalanlarda onları kendi hâline bırakmaya!”

      * İnternetin çöplük kısmından bulunup çıkarılmış üçüncü anektod:

      Aşağıdaki röportaj metni; çoğumuz bildiği hâlde; birileri tarafından tekrar tekrar gündeme getirilen bir başka tatsız-tuzsuz çorba mı? İçinde neyin doğru, neyin yanlış ve neyin saçma olduğuna dair sürüncemede kaldığımız bir başka laf salatası mı?:

      “Nuran Yıldız (N.Y.) kitabını yazdı, tartışması bize kaldı - ‘Aşk Yüzyılı Bitti’; Doğan Kitap”

      5 Ekim 2013

      (...

      A.A.: Şahane bir kitapla karşımızdasın!

      N.Y.: Çok teşekkürler. Kitabı, basılmadan okuyanlar da seninle aynı fikirde. Bakalım…

      A.A.: Nasıl tanımlarsın bu kitabı? Türü ne?

      N.Y.: Hayata dair derdi olan herkesin, “başucu kitabı” olacak. Öyle hissediyorum. Tanıtımda, editörümün annesinin tanımını kullandık: “İlaç gibi kitap.” Gerçekten bu kitap, siyasette, aşkta ve iş yaşamında, hayatta ve ayakta kalmak için bir tür “zamanı anlama haritası!”

      A.A.: İnsanlara neyi anlatmak, neyi göstermek için böyle bir kitap yazmaya karar verdin…

      N.Y.: Bir haber sitesinde, “Aşk yüzyılı bitti” başlığıyla bir yazı yazmıştım. İki saatte 80 binin üzerinde insan tarafından okundu. Böylesine bir ilgi, bir akademisyende merak uyandırır. Bende de uyandırdı: “İnsanlar neyi arıyor da bulamıyor? Neden?” Bu soruların peşine düştüm…

      A.A.: İsmi çok iddialı. Kafadan giriyorum: Aşk yüzyılı neden bitti?

      N.Y.: Çünkü “aşk” -- ister bir insana, ister işine, ister politikaya neye duyarsan duy -- “adanmışlık” ister. “Adanma” da “bağlanma arzusu”nu içerir. Ne var ki günümüzde artık, kimsenin kendini adayacak ve bağlanacak zamanı yok! Enerjisi yok!

      A.A.: Aşk yüzyılını kim, nasıl bitirdi?

      N.Y.: Bunun tek bir yanıtı yok! Hız ve çeşitlilik bitirdi. Medya bitirdi. Pazarlama faaliyetleri bitirdi.

      A.A.: Peki bitenin yerine ne geldi?

      N.Y.: Hareket, hız ve değişim!

      A.A.: Tezini kanıtlayacak, yaşanmış, tanık olduğun kanıtların var mı?

      N.Y.: Olmaz mı? Kadın-erkek ilişkilerinde, iş hayatında, politikada pek çok kanıt var. Say say bitmez! Her gün, hepimiz görüyoruz zaten. Sürekli biten ilişkilerin ardından, “Ben nerede yanlış yaptım?” demeler, aldatma hikâyeleri, insanların iş değiştirmeleri, işten atılmaları, politikada sabun gibi kayan politikacılar ve seçmenler. Gezi Parkı protestoları bile başlı başına bir kanıt zaten. Her gün, hepimiz bu kanıtların içinde yaşıyoruz.

      A.A.: Sadece “aşk”ın değil, “iş” ve “siyaset”in değişime uğradığını söylüyorsun. Toplu bir değişim söz konusu yani…

      N.Y.: Elbette! “Değişim”, her şeyi birden içine alır. Aslında her şey, görünmeyen iplerle birbirine bağlıdır. Kendine âşık bireylerin yalnızlaşmasına doğru. Yalnızlaşmanın da değerlisi yoktur, yalnızlaşma kendi başına olumsuz bir durumdur.

      [Devamı 3. bölümde]

      Sil
    13. [3. BÖLÜM]

      A.A.: “Yalnızlaşma”, içinde bulunduğumuz zamanın karakter özelliklerinden biri. Başka..?

      N.Y.: “An”a odaklı yaşama! Geçmiş yok, gelecek belirsiz. Öyleyse: “Anın tadını çıkar!” Sloganımız bu. Gerçeğin yerini “gerçekmiş gibi”lerin aldığı, her şeyin melezleştiği; siyasi partilerin de, kadının da, erkeğin de, marketlerin de melezleştiği, yani, “Ne o, ne bu… Hem o, hem bu!” durumu. Toplumun ve bireyin parçalandığı, haz peşinde koşulan, gösterinin kutsandığı bir zamanın içindeyiz…

      A.A.: Peki, bu zamanın içinde öne çıkan “birey” nasıl biri?

      N.Y.: Göstermelik kalabalıklar içinde yalnız olduğunu söyledim. Başka? “Ben merkezci”; dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanıyor. Ama kendini asla güvende ve emniyette hissetmiyor. Hiç bir şeye ve hiç kimseye bağlanamıyor. “Bağlanmak istemiyor” demiyorum, bağlanamıyor! Esneme marjları geniş. Bir de kafası hep karışık ve yorgun! Aslında doğru ifadeyle, bugünün bireylerinin karşısında “kendi”lerinden oluşan kalabalık bir düşman ordusu var: “Kendini sev”, “Kendin ol”, “Kendini düşün” vs. Sonuç: “Kendinle kal!”

      A.A.: Bayıldım bu tespitlerine! Hadi yaşadığımız zamanın sloganlarını söyle. Hangi sloganlar yönetiyor hayatımızı?

      N.Y.: En önemlisi “Bağlanmak yok!”, “Uzun vade yok!”, “Tek başınasın!”, “Kullan at!”, “Çabuk ol!”, “Unut gitsin!”, “Biri benim yerime karar versin!” Hepsi de değişim ve hız odaklı sloganlar.

      A.A.: “Arzu” ve “haz” neyin yerini aldı?

      N.Y.: İdeallerin yerini aldı. Artık hayatlar şöyle yaşanıyor: Herhangi bir şeyi -- bu insan da olabilir, ayakkabı da -- arzulamak, sahip olmak ve o an için haz almak, sonra yeni bir arzu nesnesinin peşine düşmek…

      A.A.: Bu yeni zamanın “büyüleme araçları” neler?

      N.Y.: En başta medya. Sonra kredi kartları, olmayan bir parayı harcama hissi veriyor. AVM’ler, sinema, müzik, outlet’ler, internet, spor merkezleri... İnsanın gerçek dünyayla ve kendisine ait gerçeklerle ilişkisini kesiyorlar. Başka ve daha güzel bir dünyayı vaat ediyorlar. Mesela spor merkezine gidip daha fit bir görünüm kazandıkları zaman, istedikleri insanlar tarafından talep göreceklerini düşünüyorlar. Oysa, o talepler de anlık, eğer görebilirlerse tabii…

      A.A.: Peki “büyüsü bozulmamış dünyada” nasıl baştan çıkıyorduk?

      N.Y.: Eskiden, aşkla baştan çıkıyorduk. İdeallerle, kalıcı ilişkilerle, güven duygusuyla vs. Büyüsü bozulmuş dünyada ise, her şeyi ama her şeyi tüketerek! Her şey; “beni alırsan mutlu olursun!” diye bağırıyor. Alıyorsun ama içindeki boşluk orada duruyor.

      A.A.: Dilimizin en yorgun sözcüklerinden biri neden “aşk”?

      N.Y.: Çünkü en hırpaladığımız ve en hırpalandığımız sözcük “aşk”. Seks, zaten güdüsel bir şey. Sevda kullanmadığımız, Tanrı da dokunmadığımız alanlar. Ama aşk, sürekli savaştığımız bir sözcük. Çok yaralı, çok orasından burasından çekiştirilmiş bir sözcük. Dolayısıyla da yorgun…

      A.A.: Her şey, hayat hızlandığı için mi?

      N.Y.: Bir yanıyla öyle, bir yanıyla değişim seline kapıldığımız için…

      A.A.: Neden denizde sürüklenen bir gemide gibiyiz?

      N.Y.: Çünkü bilinç devre dışı. Demir atacak bir yer aramak akla gelmiyor, gelse de o yeri bulamıyoruz. Sadece yoğun bir akıntıda ya da dalgalar arasında sürükleniyoruz.

      [Devamı 4. bölümde]

      Sil
    14. [4. BÖLÜM]

      A.A.: “Bizler, artık babalarımız gibi, aynı iş yerinden, mesleklerden emekli olmuyoruz. Bize sıkıcı geliyor” diyorsun…

      N.Y.: Evet, “Rutin öldürür!” diye bir söz var artık. Eskiden rutin, güven demekti, belirlilik demekti. Ne zaman ne yapacağını bilmek demekti. Şimdi ise kimse, nasıl bir güne uyanacağını bilmiyor…

      A.A.: “Dengeli, tutarlı ve sadık olmak out! Kaygan zeminde manevra kabiliyeti in!” diyorsun. Ama zekânın bir tanımı da “uyum kabiliyeti” değil midir? Her yere, herkese, her zamana uyum gösterebilmenin nesi kötü?

      N.Y.: Kötü değil, zaten ayakta kalmak için uyum sağlamaktan başka çaren yok. Sadece eskiden, hızla değişen insanlara “dönek” denirdi ve bu kötü bir şeydi, şimdi “döneklik” olumlu bir şey oldu çıktı. Bugün artık, bir arkadaşlığın ya da dostluğun bitiş hızı, başlama hızıyla benzerlik gösteriyor!

      A.A.: Ben, tesadüflerle başlayan bir aşk yaşıyorum hâlâ. Eeeee, türümün son örneklerinden miyim?

      N.Y.: Evet! Ve şanslısın. Senin ve benim kuşağımız zaten aşka inanmaya devam ediyor, sorun da bu. Biz aşka inanıyoruz ama bizim aşk anlayışımızla bizden sonrakilerin aynı değil…

      A.A.: Değişen daha çok kadınlar mı, erkekler mi, zaman mı?

      N.Y.: Hepsi birden. Ama en çok kadınlar değişiyor. Erkekler de buna uyum sağlıyor, daha doğrusu sağlamaya çalışıyorlar…

      Eskiden “Birlikte dünya değiştirilebilirdi”; şimdi “Bir tek sen değiştirebilirsin” diyorsun.

      A.A.: Değişen ne ki böyle oldu?

      N.Y.: Çünkü insanları tek başlarına bırakırsan, sisteme biat ettirebilirsin. Kalabalıklaştırırsan, onlar sistemi tehdit eder. Tüm yeni dünya düzeni, insanı yalnızlaştırma üzerine kurulu.

      A.A.: “Pollyanna” neyin simgesiydi? Bitti mi?

      N.Y.: Bitti! Polyanna, her şeyde mutlu bir yan bulunabileceğini, bir yetinme duygusunu simgeliyordu. Şimdi “yetinmek” diye bir şey yok, şimdi “daha”ların dünyasındayız. Daha çok, daha büyük, daha fazla!

      ...)

      Kaynak: Nuran Yıldız (doç.), Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım bölümü öğretim görevlisi ile Ayşe Arman (A.A.)’ın yaptığı röportajdan bir bölüm.

      Link: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/24852586.asp

      (“Adsız” kişinin notu: Sayın Nuran Yıldız’ın saptamalarını çoğumuz zaten biliyorduk. Lütfen dikkat buyurun: Kendisi bu tekrarı bir “kitap!” hâline getirmiş. Neden acaba? Daha fazla para kazanmak için mi? Veya şöhretini arttırmak için mi? “Akademisyen hüviyetimi konuşturarak, zaten herkesin bildiği-konuştuğu-dertlendiği konuları, biraz makyajlayıp kitap hâline getireyim de, bana ‘üniversitede boş boş oturuyor, hiç bir şey yayınlamıyor’ demesinler!” diye mi düşündü? Ayşe Arman’ın röportajı yaparken kullandığı üslubun ne kadar basit olduğunu gördük ve sorduğu sorular ise, zaten cevabını bildiklerinden oluşuyor!

      Yukarıda yazılanlar bizleri şaşırttı mı?

      Peki bütün bu “kısır döngü” içinde; Sayın Yıldız’ın çabası nafile mi? Ayşe Arman’ın röportajı kağıt israfı mı? “Adsız” kişi bütün bunları buraya yazarak hâlâ neyin ispatını yapmaya çalışıyor? Göle maya çalmaya devam edeceğine; klavyesini terkedip bu yorum pencerelerini “laf salatası” yapmayan diğer yorumculara bıraksa daha mı iyi olur?

      Dünyada “makroekonomi” ve “mikroekonomi” başlığı ile yazılmış yüzbinlerce kitap var. Her üniversitede envaiçeşit ders kitabı okutuluyor. Mahfi Bey’in tercih ettiği bir “makroekonomi” kitabı ile “London Business School”dan sayın Jim Ball’ın tercih ettiği bir “makroekonomi” kitabı niçin her zaman aynı değil?

      Bazılarımız sayın Yıldız’ın “Aşk Yüzyılı Bitti” eserini gereksiz bir çabadan ibaret sayıp, aynı anda sayın Tanpınar’ın “Huzur” eserini baş tacı edebilir.

      Kültürümüzün nadide belleklerinden biri olan sayın Tanpınar’ın “Huzur”u ile, sayın Yıldız’ın “Aşk Yüzyılı Bitti”si arasında bir bağlantı olabilir mi? İki eser arasında 66 yıllık bir fark olmasına rağmen; sorulan sorular arasında niçin bir fark yok acaba?)

      [Devamı 5. bölümde]

      Sil
    15. [5. BÖLÜM]

      * İnternetin çöplük kısmından bulunup çıkarılmış dördüncü anektod:

      Yankı Yazgan (prof., psikiyatr) ile Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği Boğaziçi Dergisi’nin Mart 2013’de yaptığı röportaj.

      Röportajın tam metni: http://yankiyazgan.blogspot.com.tr/2013/03/rekabet-yars-vs.html

      “Rekabet & Yarış üzerine”:

      Röportajdan bir bölüm:

      Günümüzde bir başka egemen yaklaşım; “her şey ancak bir işe yarayacaksa öğrenilir, kullanılırlık değeri var ise öğrenilir.”

      “Ne işime yarayacak?” sorusu bunu körüklüyor. Bu şekilde düşündüğünüzde, sınav sistemleri vs. rekabetten ziyade “ayıklamacı mantık” var. Toplumda işe yarayanlar ve yaramayanları ayırmak amaçlı bir bakış açısına; biz de ne kadar işe yarar olduğumuzu ispatlamak için bu sınavlara giriyoruz. Hepimiz girdik. Çoğumuz iyi puanlar aldı. İşe yarayanlar arasında yer alan birisi olduğumuz için, kazananlar grubundayız. Bunun rahatlığıyla konuşabiliyoruz. En azından kazananlara karşı bir kıskançlıktan konuştuğumuz söylenemez.

      Her şeyin kazanmak ve kaybetmekten ibaret görüldüğü, kaybetmenin bir felaket sayıldığı bir durumda insanlar kaybetmeye tahammülsüz hale geliyorlar, kaybetmeyi dünyanın sonu gibi yaşayabiliyorlar.

      Günümüzdeki sosyo-ekonomik düzen bizi birbirimizin önüne geçmeye teşvik edici ya da tahrik edici bir şekilde işliyor olabilir; rekabet denilince ilk aklımıza gelenin başka birilerinin sırtına, omzuna basarak yükselmeye benzer bir durum olması biraz bundan.

      Oysa, spordan örnek alırsak, rekabetin ilkesi olarak belden aşağıya vurmamak, başka birisi zayıf düştüğünde üstünlüğü o anda ele geçirmek için uğraşmamak, yerdekine vurmamak ya da boş kaleye gol atmamak gibi bazı centilmenlik ilkeleri var.

      [Devamı 6. bölümde]

      Sil
    16. [6. BÖLÜM - SON]

      Kıyasıya, öldüresiye, yok edesiye olan bir rekabetten bahsediyorsak, bunun insanlarda zamanla-ağır ağır meydana getireceği bir değişimden ziyade; insanların önemli bir bölümünü bu rekabete girmek zorunda hissettiren, insanı bu yönde iteleyen bir sosyal düzenden de söz etmeliyiz.

      Diğer yandan, “düzen” eleştirisi yapmadan önce şu soruyu sorabiliriz: Bu rekabete girmek zorunda mıyız? Kendimize başka bir yol bulmak, bize önerilen kaynaklar ve erişim yolları dışında dünyada var olmanın yollarını aramak çok mu zor?

      Çoğu kişi bu soruyu kendisine sormadığı için mevcut itiş kakış içerisinden kendisine bir yer açmaya çalışıyor. Bu başka yolları arayanlara; gerçekçi olmayan, ütopik, romantik denilebilir; zira ütopik ya da romantik olarak yaftalanan arayışlar hemen o anda bir tatmin yaratmaz, arzunun hemen doyurulmasından öte bir arayış içinde olmayı, beklemeyi, yokluğa ya da darlıklara dayanabilmeyi gerektirir.

      Biz ise hem HEMEN istiyoruz, hem de HEPSİNİ istiyoruz. Hemen ve hepsini elde etmek için, pek centilmence olmayan, kuralların sıkça bozulduğu, koşulların kendinize doğru büküldüğü, güçlünün haklı olduğu bir rekabet ortamına dalıyoruz.

      “Ben neyim ve benim sınırlarım nereden geçiyor?” Güvenin belirleyicisi biraz da bu sorunun yanıtında. Ama biraz önce konuştuğumuz rekabet türü; açık vermemek, zayıf gözükmemek, daha aşağıdaymış hissi uyandırmamak üzerine bir kültür ve davranış silsilesi oluşturduğu için sınırlarımızı bırakın başkalarına belli etmeyi, kendimiz bile öğrenmek istemiyoruz. Dolayısıyla “sınırsız ve müthiş gücü olan birisi izlenimi vermek makbul olandır” algısı maalesef yaygın.

      Reklamlarda, iş başvurularında, CV’lerde, herkes neyi ne kadar müthiş ve mükemmel yaptığını gösterme çabasında.

      Hiç mi başarısız olmuyorsunuz, hiç mi bir şeyinizin işe yaramadığı olmuyor? Hayat; S.W.O.T.* analizinden ibaret değil! O nedenle, en çok satan kitaplar başarı öyküleri; en çok okunan, dinlenen gurular, konferansçılar nasıl müthiş şeyler yarattıklarını anlatıyorlar devamlı. Böyle bir “güven enflasyonu!” söz konusu.

      (*S.W.O.T.: Strengths, Weaknesses, Opportunities, Threats ~ G.Z.F.T.: Güçlü yönler, Zayıf yönler, Fırsatlar, Tehditler. - Bu analiz özel sektörün birçok alanında fakat yoğunlukla “İnsan Kaynakları [İK]” birimleri tarafından; iş başvurularını değerlendirme sürecinde, mülakata katılan adayın/adayların yetkinliklerini test edebilmek için kullanılır. Analiz ile ilgili işe alım sürecini de kapsayacak şekilde; şirket içindeki her kademede “çalışanların kapasitelerini geliştirmek ve motivasyonlarını yükseltmek!” cümlesi de yine İK birimleri tarafından sık sık söylenmekte!)

      O nedenle rekabet başlığı altında; kazanmak için her şeyi mübah gören anlayış bizim ruhlarımızı kemiriyor ve zehirliyor. Hepimiz belki de istemediğimiz tipte insanlar oluyoruz. Sonra da, 50-55 yaşına gelince, Budist tapınaklarına gidip veya başka dinsel arınma gelenekleriyle, bir köyde küçük bir çiftlik sahibi olmak için çırpınarak bugüne kadar yaşadıklarımızdan kurtulmaya çalışıyoruz.

      Hayatı bu şekilde yaşamaya nereye kadar devam edebiliriz ?!

      * * *
      Bir kez daha tavsiye:

      The Century of the Self (Bencillik Devri ~ Ben Devri)

      Hazırlayan: Adam Curtis (İngiliz belgesel ve film yapımcısı)

      Yayın yılı: 2002

      Bölümler:

      Bölüm 1: Happiness Machines (Mutluluk Makineleri)
      Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/22918234

      Bölüm 2: The Engineering of Consent (Rıza & İkna etme mühendisliği)
      Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/23204840

      Bölüm 3: There is a Policeman Inside All Our Heads: He Must Be Destroyed (Herbirimizin kafasının içine birer polis yerleştirilmiş: Bütün bunları kafamızdan kovmalıyız)
      Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/23485787

      Bölüm 4: Eight People Sipping Wine in Kettering (Kettering’de şarap yudumlayan sekiz kişi)
      İngilizce video: http://vimeo.com/70388245

      (Not: Videolarda “telif hakkı” sorunu yoktur.)

      Sil
    17. Sayın Adsız Bey, şu soruları sormuştum hala cevaplamadınız.

      1- Kurduğunuz sistemde kapitalizm asla yeniden vücut bulmaz. Sonsuza dek.
      2- Kapitalizm insan doğasına aykırıdır. Hafızasından sildik mi bir daha yeşermez.

      Üçüncü sorum, sizin de belirttiğiniz üzere komünizm nasıl ki rus kapitalizmine dönüştüyse, önerilen sistemin X bir ülkenin, grubun emperyalizmine dönüşmeyeceğinin garantisi var mı?

      Cevap verecekseniz, lütfen birebir sorduğum sorularla ilişkili olsun yanıtlarınız. Konuyu gereksiz dağıtarak özden uzaklaşmayalım.

      Sil
    18. [1. YORUM]

      [Toplam 11 bölümlük yorum]

      Sayın Çimen,

      Aşağıda okuyacaklarınız sadece şahsınıza değil; bu siteyi ziyaret eden herkese.

      Öncelikle sorularınıza vermeye çabaladığım cevapların %100 doğru olmadığını tekrar hatırlatırım.

      Ayrıca yukarıda şahsımın yazdığı yorumların; “Konuyu gereksiz dağıtarak özden uzaklaşmayalım.” şeklinde algılanmaya devam edilmesi, yüksek ihtimâlle; kimliğimi deklare etmememden kaynaklanıyor olabilir. Bu durum şimdilik üç yönlü cevaplanabilir:

      a. Daha yakından anlamanız için lütfen “Mahfi Eğilmez” & “Paul Krugman” örneğini tekrar okuyunuz.

      b. Oldukça “uçarı!” varsayılan yorumların sahibinin, kimliğini-geçmişini-mesleğini-yaşını-nerede ikamet ettiğini vs. deklare etmemesi, bu kişinin yazdığı “uçarı!” yorumları okuyan ve bunlara cevap-soru yazmaya karar veren diğer katılımcıların kendilerini daha özgür, kısıtlamaya maruz kalmadan ifade etmelerine yol açıyor olabilir.

      c. “Adsız” kişinin yorumları, bu blog sitesinin sahibi Mahfi Bey gibi tanınan, bilinen bir kişinin parmaklarından dökülmüyor. Kimin yazdığı bilinmediği için, çoğumuzun içinde doğuştan var olan “tez - antitez” prensibi devreye giriyor; ve bu “uçarı!” yorumları “çürütmeye!” çalışıyoruz!

      Çünkü:

      Muhatap olduğumuz figürün neye benzediğini kestiremediğimiz için,

      Birkaç belgesel izleyip birkaç da kitap okuyunca kendini kurtarıcı ilân edip, kendine “esrarengiz” bir görünüm giydirmeye meraklı bir liseli-ergen heyecanına sahip olduğu için,

      Üstüne üstlük bu “uçarı!” yorumları yazmaya inatla devam ettiği için,

      Bu kişiyi hedef tahtası hâline getirmek, çoğu zaman, cazip olabilir!

      (...
      Üzerinde yine düşünülsün, sonuçta hiç düşünmemekten iyidir. → [“Adsız” kişinin yorumu: Mahfi Bey bu blog sitesi ile bir şeyler karalayıp duruyor zaten; ben de ara ara katılıp yorum yazıyorum. Nasıl olsa yeni sistemler üzerine düşünen birileri var; ben niye kendimi yorayım ki, “onlar!” kendi çapında düşünüp-taşınıyor zaten. Fakat onlar “kendi fanusları içinde!” kainatı kurtarma planları yaparken; dünya olduğu yerde dönüyor, emperyalizm şanını arttırarak yaşamaya, “güçlü!” olan kazanmaya devam ediyor! Sayın Çimen lütfen dikkat buyurun; şair “Robert Lee Frost”un dediği yere geliyoruz: “Dünya istekli insanlarla dolu: Bazıları birşeyleri değiştirmeye istekli; geri kalanlarda onları kendi hâline bırakmaya!” Sayın Frost’un bu sözü benim için, sizin için, herkes için geçerli!]
      ...)

      [Devamı 2. bölümde]

      Sil
    19. [2. BÖLÜM]

      (...
      Dünyada işleyen bir çark var. Ya bu işleyen çarktan daha güçlü olacaksın, ya da sistemin tıkır tıkır işleyen bir parçası. Sınırımız bu. Bu sınırın içinde nasıl bir hayat istediğimizi tartışabiliriz. Ve tartıştığımız konular bu çarkın umrunda olmalı, onu korkutmalı. Değilse kendi kendimizi yorarız. → [“Adsız” kişinin yorumu: Yukarıdaki yorumlarda örnekleriyle anlatıldı: Bizi sınırlar içinde yaşamayı-düşünmeyi-plan yapmayı mecbur bırakanlar doğa üstü güçlere sahip değil; etten-kemikten varlıklar. Tartıştığımız konuların “o çarkın!” umrunda olması gerektiği düşüncesi hayatlarımıza ne zaman ve ne şekillerde sokuldu?! “O çarkı!”; evimize bir gün ekmek götüremeyecek duruma düşebiliriz diye “korktuğumuz!” için mi, emekli maaşımız bir gün kuş olup hiç bir şeye yetmez duruma düşebilir diye “korktuğumuz!” için mi, beni işten çıkarmamaları gerekiyor çünkü dağ gibi birikmiş kredi kartı borcum var diye “korktuğumuz!” için mi, Ağustos 2014’de kızımın düğünü var, tonlarca hazırlık yapıldı, eşya hazırlandı, onca borç-harç içine girildi, bütün bunların ödemesini sıkıntıya girmeden nasıl yapacağım diye “korktuğumuz!” için mi, “otorite!” olarak kabul ediyoruz?! “Güç!” denen kelimeyi nasıl anlıyoruz?! Kimden-neden “daha güçlü!” olmaya mecbur bırakılıyoruz?! “Ahmet Hamdi Tanpınar↔Nuran Yıldız↔Yankı Yazgan↔Adam Curtis” silsilesi (ve daha da sayabileceğimiz yüzbinlerce kişi) “rekabet!” kelimesini ne kadar tehlikeli şekillerde algıladığımızı bize sürekli hatırlatıyor; niçin görmezden-duymazdan geliyoruz?! Sayın Çimen lütfen dikkat buyurun; bebekliğimizden itibaren “portakal suyu” öbeği kadar kulağa basit gelen “serbest piyasa ekonomisi!” adlı ceberut sistemle “uyuşturulduğumuzu!” ve bu sistem artık vücudun bütününü zehirleyecek kadar tehlikeli noktaya geldiği için “cesurca!” koparıp atmak zorundayız, yazmıştım! “Korku!” ve “cesaret!” kelimelerinin günümüzde hiç olmadığı kadar önemli bir rol oynadığını yazmıştım! “Gelen gideni aratmasın sakın?!” diye diye kendi kendimizi “korkutmaya!” devam ettiğimizi yazmıştım!]
      ...)

      Aşağıdaki referans kitapların büyük bir kısmının; “%100 doğruyu biz bulduk ve ilân ettik. Ve bu doğru sonsuza dek geçerli.” cümlesine bizzat kendilerinin itiraz ettiğini, ancak ve ancak; bu referans kitapları yüksünmeden okursanız görebilirsiniz.

      Ayrıca bu kitaplar kurtuluşa giden yolu/yolları gösteren “değişmesi teklif dahi edilemez!” kaynaklar değil.

      Siyasi ideolojilerinize, yaşam tarzlarınıza, renklerinize vs. uymadığına kanaat getirdiğiniz hâlde bu kitapları okumaya gayret ederseniz; “karşıtlarımı çürütmek için çırpınmak!” ile “yeni sistem/sistemler yaratmak için didinmek!” arasındaki farkları daha net görmeye başlayabilirsiniz.

      Bu kitapların ekseriyetini okuduğunuzda; özellikle “ideoloji” ve “yaşam tarzı” kavramlarının ne zaman ve nasıl doğduğunu; tarihin hangi döneminde hızla yayılmaya başladığını da daha net görmeye başlayacaksınız.

      (Not: Aşağıdaki liste bu satırların yazıldığı anda akla gelen birkaç kitap isminden ibaret. Daha fazla kaynak tabii ki referans olarak gösterilebilir.

      Bu liste, ilk kez günyüzüne çıkmış, yepyeni depremler yaratacak kitaplardan oluşmuyor.

      Sayın Eğilmez’in bu sayfasını ziyaret eden ve gelecekte ziyaret edecek olanlar bu kitapları -- ve tabii ki daha fazlasını -- okumuş; içinde yazan önermelerden haberdar olabilir.

      Bu listeyi yazmaktaki amaç tereciye tere satmak değil!

      Bu kez korkup sinmek için değil; “cesaret!” kelimesinin anlamını iyice sindirmek için okunmalı!

      Bu kitaplar daha önce defalarca okunduysa; “eyleme bugün başlamak!” için bu kez daha özgür, daha cesur bir beyinle okunmalı!)

      KİTAP: Mülkiyet Nedir
      Yazan: Pierre Joseph Proudhon
      Çeviren: Devrim Çetinkasap
      Yayınevi: Türkiye İş Bankası Yayınları

      KİTAP: Ekonomik Çelişkiler Sistemi ya da Sefaletin Felsefesi
      Yazan: Pierre Joseph Proudhon
      Çeviren: Işık Ergüden
      Yayınevi: Kaos Yayınevi

      KİTAP: Federasyon İlkesi
      Yazan: Pierre Joseph Proudhon
      Çeviren: Merve Özsalan
      Yayınevi: Öteki Yayınevi

      [Devamı 3. bölümde]

      Sil
    20. [3. BÖLÜM]

      KİTAP: Şarkiyatçılık (Oryantalizm)
      Yazan: Edward Wadie Said
      Çeviren: Berna Ülner
      Yayınevi: Metis Yayınları

      KİTAP: Oksidentalizm İki Doğu İki Batı
      Yazan: Abdullah Metin
      Yayınevi: Açılım Kitap

      KİTAP: Oryantalizm Oksidentalizm ve Şerif Mardin
      Yazan: Alim Arlı
      Yayınevi: Küre Yayınları

      KİTAP: Aylak Sınıfın Teorisi
      Yazan: Thorstein Veblen
      Çeviren: Zeynep Gültekin & Cumhur Atay
      Yayınevi: Babil Yayınları-İstanbul

      KİTAP: İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme
      Yazan: John Locke
      Çeviren: Vehbi Hacıkadiroğlu
      Yayınevi: Kabalcı Yayınları

      KİTAP: Hükümet Üzerine Birinci İnceleme: Bay Robert Filmer ve Yandaşlarının Yanlış İlke ve Temellerinin Yıkılışı
      Yazan: John Locke
      Çeviren: Fahri Bakırcı
      Yayınevi: Kırlangıç Yayınları

      KİTAP: Hükümet Üzerine İkinci İnceleme
      Yazan: John Locke
      Çeviren: Fahri Bakırcı
      Yayınevi: Ebabil Yayıncılık

      KİTAP: John Locke’ta Mülkiyet Anlayışı
      Yazan: Fahri Bakırcı
      Yayınevi: Ebabil Yayıncılık

      KİTAP: John Locke’un Siyaset Anlayışı
      Yazan: Ali Timuçin
      Yayınevi: Bulut Yayınları

      KİTAP: Ekonomik İtaatsizlik
      Yazan: Henry David Thoreau
      Çeviren: Eylül Desen Kaytancı
      Yayınevi: Kafekültür Yayıncılık

      KİTAP: Doğal Yaşam ve Başkaldırı / Sivil İtaatsizlik Makalesi ve Walden Gölü
      Yazan: Henry David Thoreau
      Çeviren: Seda Çiftçi
      Yayınevi: Kaknüs Yayınları

      KİTAP: Henry David Thoreau - Sivil ve İtaatsiz
      Yazan: Emine Ebru
      Yayınevi: Kafekültür Yayıncılık

      KİTAP: Kırmızı Pazartesi
      Yazan: Gabriel Garcia Marquez
      Çeviren: İnci Kut
      Yayınevi: Can Yayınları

      KİTAP: Minima Moralia
      Yazan: Theodor W. Adorno
      Çeviren: Orhan Koçak
      Yayınevi: Metis Yayınları

      KİTAP: (a): İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri 1
      KİTAP: (b): İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri 2
      Yazan: Erich Fromm
      Çeviren: Şükrü Alpagut
      Yayınevi: Payel Yayınları

      KİTAP: Özgürlükten Kaçış
      Yazan: Erich Fromm
      Çeviren: Şemsa Yeğin
      Yayınevi: Payel Yayınları

      KİTAP: Türkiye’de Anarşizm & Yüz Yıllık Gecikme
      Yazan: Barış Soydan
      Yayınevi: İletişim Yayınları

      KİTAP: Bir Dönem İki Kadın
      Yazan: Oya Baydar & Melek Ulagay
      Yayınevi: Can Yayınları

      KİTAP: Toplu Yazılar
      Yazan: Mahir Çayan
      Yayınevi: Su Yayınevi

      KİTAP (a): Bir 12 Eylül Hesaplaşması (I) Asılmayıp Beslenenler
      KİTAP (b): Bir 12 Eylül Hesaplaşması (II) Apoletli Adalet
      KİTAP (c): Bir 12 Eylül Hesaplaşması (III) Bizim Çocuklar Yapamadı
      Yazan: Ertuğrul Mavioğlu
      Yayınevi: İthaki Yayınları

      KİTAP: Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor
      Yazan: Marshall Berman
      Çeviren: Bülent Peker & Ümit Altuğ
      Yayınevi: İletişim Yayınları

      KİTAP: Çağdaş Küresel Medeniyet: Anlamı-Gelişimi-Konumu
      Yazan: Ş. Teoman Duralı
      Yayınevi: Dergâh Yayınları

      KİTAP: Devlet ve Anarşi
      Yazan: Mihail Bakunin
      Çeviren: Murat Uyurkulak
      Yayınevi: Agora Kitaplığı

      KİTAP: Bakunin Marx’a Karşı
      Yazan: Mihail Bakunin
      Çeviran: H. Murat Yurttaş
      Yayınevi: Yazılama Yayınevi

      KİTAP: Michael Bakunin
      Yazan: Edward Hallett Carr
      Çeviren: Pelin Siral
      Yayınevi: İletişim Yayınları

      KİTAP: Kliniğin Doğuşu
      Yazan: Michel Foucault
      Çeviren: Şule Ünsaldı
      Yayınevi: Epos Yayınları

      KİTAP: Hapishanenin Doğuşu
      Yazan: Michel Foucault
      Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay
      Yayınevi: İmge Kitavebi Yayınları

      KİTAP: Gandhi / Bir Özyaşam Öyküsü
      Yazan: Mohandas Karamçand Gandhi
      Çeviren: Vedat Günyol
      Yayınevi: Cem Yayınevi

      KİTAP: Gandhi’ye Göre Bhagavad Gita
      Yazan: Mohandas Karamçand Gandhi
      Çeviren: Seda Çiftçi & Vecihi Karadoğan
      Yayınevi: Kaknüs Yayınları

      KİTAP: Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü
      Yazan: Ha-Joon Chang
      Çeviren: Tuba Akıncılar Onmuş
      Yayınevi: İletişim Yayınları

      KİTAP: Sanayileşmenin Gizli Tarihi
      Yazan: Ha-Joon Chang
      Çeviren: Emin Akçaoğlu
      Yayınevi: Epos Yayınları

      KİTAP: Görünmeyen Ekonomi / Dünya Gerçekte Nasıl İşliyor?
      Yazan: Stephen J. Dubner & Steven D. Levitt
      Çeviren: Süreyya Evren Türkeli
      Yayınevi: Boyner Holding Yayınları

      KİTAP: Oblomov
      Yazan: İvan Gonçarov
      Çeviren: Erol Güney
      Yayınevi: Türkiye İş Bankası Yayınları

      KİTAP: Leviathan
      Yazan: Thomas Hobbes
      Çeviren: Semih Lim
      Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

      KİTAP: Prens
      Yazan: Niccolo Machiavelli
      (Birden çok çevirmen ve yayınevi tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)

      [Devamı 4. bölümde]

      Sil
    21. [4. BÖLÜM]

      KİTAP (a): Anarşi / Felsefesi-İdeali
      KİTAP (b): Anarşist Ahlak
      Yazan: Peter A. Kropotkin
      Çeviren: Işık Ergüden
      Yayınevi: Kaos Yayınevi

      KİTAP: Tarlalar Fabrikalar ve Atölyeler
      Yazan: Peter A. Kropotkin
      Çeviren: Sibel Sevinç
      Yayınevi: Kaos Yayınevi

      KİTAP: Karakter Aşınması - Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri
      Yazan: Richard Sennett
      Çeviren: Barış Yıldırım
      Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

      KİTAP: Saygı - Eşit Olmayan Bir Dünyada
      Yazan: Richard Sennett
      Çeviren: Ümmühan Bardak
      Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

      KİTAP: Otorite
      Yazan: Richard Sennett
      Çeviren: Kamil Durand
      Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

      KİTAP: Beraber - İşbirliği Ritüelleri, Zevkleri ve Politikası
      Yazan: Richard Sennett
      Çeviren: İlkay Özküralpli
      Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

      KİTAP: Huzur
      Yazan: Ahmet Hamdi Tanpınar
      Yayınevi: Dergâh Yayınları

      KİTAP: Bu Ülke
      Yazan: Cemil Meriç
      Yayınevi: İletişim Yayınları

      KİTAP: Tutunamayanlar
      Yazan: Oğuz Atay
      Yayınevi: İletişim Yayınları

      KİTAP: Anarşizm Neyi Savunur?
      Yazan: Emma Goldman
      Çeviren: Derya Kömürcü
      Yayınevi: Agora Kitaplığı

      KİTAP: Bolşeviklerin Devrime İhanetinin Öyküsü
      Yazan: Emma Goldman
      Çeviren: Ali Toprak
      Yayınevi: Karşı Yayınları

      KİTAP (a): 100 Soruda Ekonomi Elkitabı
      KİTAP (b): Puslu Camın Arkasından
      Yazan: Sadun Aren
      Yayınevi: İmge Kitavebi Yayınları

      KİTAP: İstihdam, Para ve İktisadi Politika
      Yazan: Sadun Aren
      Yayınevi: Savaş Yayınları

      KİTAP: Milletlerin Zenginliği
      Yazan: Adam Smith
      Çeviren: Haldun Derin
      Yayınevi: Türkiye İş Bankası Yayınları

      KİTAP: Kapital 1.Cilt (Basım: 2013)
      Yazan: Karl Marx
      Çeviren: Nail Satlıgan & Mehmet Selik
      Yayınevi: Yordam Kitap

      KİTAP: Kapitali Okumak
      Hazırlayanlar: Louis Althusser & Etienne Balibar & Roger Establet & Pierre Macherey & Jacques Ranciere
      Çeviren: Işık Ergüden
      Yayınevi: İthaki Yayınları

      KİTAP: Toplumun McDonaldlaştırılması
      Yazan: George Ritzer
      Çeviren: Şen Süer Kaya
      Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

      KİTAP: Germinal
      Yazan: Emile Zola
      (Birden çok çevirmen ve yayınevi tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)

      KİTAP: Tanrılar Susamışlardı
      Yazan: Anatole France
      Çeviren: Erdoğan Alkan
      Yayınevi: Kaynak Yayınları

      KİTAP: Katalonya’ya Selam
      Yazan: George Orwell
      Yayınevi: BGST Yayınları

      KİTAP: Unutulan Yıllar
      Yazan: Niyazi Berkes & Ruşen Sezer
      Yayınevi: İletişim Yayınları

      KİTAP (a): Yaralı Bilinç
      KİTAP (b): Melez Bilinç
      Yazan: Daryush Shayegan
      Çeviren: Haldun Bayrı
      Yayınevi: Metis Yayınları

      KİTAP Modern Dünyanın Bunalımı
      Yazan: Rene Guenon
      Çeviren: Mahmut Kanık
      Yayınevi: Hece Yayınları

      KİTAP: Modernite Nasıl Unutturur
      Yazan: Paul Connerton
      Çeviren: Kübra Kelebekoğlu
      Yayınevi: Sel Yayınları

      KİTAP: Toplumlar Nasıl Anımsar?
      Yazan: Paul Connerton
      Çeviren: Adam Alaeddin Şenel
      Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

      Üçüncü sorunuza ilk iki sorunuzu da kapsayacak şekilde cevap vermeye çalışayım:

      “Sizin de belirttiğiniz üzere komünizm nasıl ki rus kapitalizmine dönüştüyse, önerilen sistemin X bir ülkenin, grubun emperyalizmine dönüşmeyeceğinin garantisi var mı?”

      Eğer “cesur!” olmayı becerebilirsek gerçekleşme olasılığı yüksek olan bir cevap:

      (Not: Bu cevabın %100 doğru olmadığı; her zaman değişmeye-yenilenmeye-gelişmeye açık olduğu bir kez daha hatırlatılır. Verilen cevabın iyi anlaşılması için yukarıda yazılan referans kitapların nerelere işaret ettiğine dikkat edilmelidir!)

      “(C.D.S.) Collaborative Design System ~ (O.T.S.) Ortak Tasarım Sistemi”; “emperyalizm!” kelimesini bertaraf etmek içim mücadele veriyor. Yanlış anlamayın sayın Çimen; “emperyalizme dönüşüp-dönüşmemesi” konusu bu hususta mantık dışı kalıyor.

      [Not: (C.D.S.) ile aynı anda uygulamaya konmaya hazır: “(L.S.P.) Localized Solutions Project ~ (Y.Ç.P.) Yerelleştirilmiş Çözüm Projeleri” ve bu yerel çözümlerin kainat geneline uyarlanma tasarılarını yine ortak bir zeminde herkesle paylaşabilmek için “(G.D.P.) Global Redesign Institute ~ (K.Y.E.) Küresel Yeniden-Tasarım Enstitüsü” oluşumları da mevcut.]

      “Devlet” aygıtının

      ve

      “Özel teşebbüs ile kâr” zemininden beslenen her tür “şirketleşme” zihniyetinin

      aynı anda, aşama aşama, lağvedilmesi.

      [Devamı 5. bölümde]

      Sil
    22. [5. BÖLÜM]

      İnsanı insan yapan özelliklerden biri “açgözlülük”tür. İnsanın hayatta kalması için bu özelliğe, bilinçli ya da bilinçsiz, sahip olması gerekir.

      İnsanı, diğer varlıklardan görece üstün kılan en temel özelliklerden biri “açgözlülüğüne gem vurabilmesidir!”

      Bir insana ve/veya bir topluluğa “açgözlülüğün ne tür tehlikeler doğurduğu”na dair uyarılar yapmak için bir bilge olmaya gerek yoktur.

      “Açgözlülük” öbeğinin anlamının “rekabet!” kelimesiyle nasıl saptırıldığı;

      Yukarıda bahsedilen referans kitaplar ile,

      Yukarıda Yankı Yazgan’ın yaptığı uyarılar ile,

      Yukarıda “Adam Curtis”in hazırladığı 4 bölümlük “Bencillik Devri” belgesel dizisi ile,

      Eğer bir dine/dinlere inanılıyorsa, bu dinin/dinlerin ikaz ettikleri ile,

      ve

      Sayın Eğilmez’in “Ahbap Çavuş Kapitalizmi” başlıklı yazısının http://www.mahfiegilmez.com/2014/05/ahbap-cavus-kapitalizmi.html ilk 3 yorumunda yazılan; “Peter Joseph”in kullandığı “aslan” metaforu ile

      daha net anlaşılabilir.

      (“Metafizik” ve “din” başlıklarının köklü konular olduğundan ve bu yorum pencerelerinde bu konular hakkında yorum yazmanın çok uzun tutacağından daha önce bahsetmiştim. Tarihte “dinin/dinlerin”, “serbest piyasa ekonomisi!”ne nasıl yamandığını gösteren birçok olay mevcut. Bunun en bilinen örneklerinden biri “Hristiyanlık” dini içindeki “Protestanlık” mezhebidir. Ve yine en bilinen kaynaklardan biri “Max Weber”in yazdığı “Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu” kitabıdır. İlerleyen yorum pencerelerinde; “John Locke” ve “Adam Smith” gibi şahsiyetlerin de “Tanrı” metaforunu ne şekillerde kullandığına şahit olacaksınız!)

      “Devlet” aygıtının ve “özel teşebbüs ile kâr” zemininden beslenen her tür “şirketleşme” zihniyetinin aynı anda lağvedilmesi için, günümüzde “alt sınıf!”↔“orta sınıf!”↔“üst sınıf!” şeklinde yapılan “sahte!” tasnifin, bu tasnifin zahiri yansımalarının bir araya gelerek “ortak!” ve “demokratik!” bir fedakârlık anlaşmasına imza atması gerekebilir. Bu çaba; “(1215) Magna Carta Libertatum”un daha adil seviyeye yükseltilmiş bir hâli olarak tasavvur edilebilir.

      “Serbest piyasa ekonomisi!” adlı sistemde bir şirket sahibi, şirketin varlığını devam ettirmek uğruna sistemin şart koştuğu “büyüme!” ve “sürekli kâr!” zemininden vazgeçmek için,

      Aynı anda bu şirkette çalışan işçi de, “proletarya diktatörlüğü!” adlı sistemi diriltmemek için,

      Geçmişe, bugüne ve geleceğe; bir araya çatışmadan gelebilecek kadar “olgunluğa!” ulaştığını ispatlamak için

      bir anlaşma masasında toplanabilir.

      Bu yöntem, günümüzde, “ortak” ve “demokratik” bir zeminde artık mümkün!

      Eğer taraflardan biri bu masaya gelmeye kasten yanaşmazsa:

      (Tarafların neye göre ayrıştığını aşağıda okuyacaksınız.)

      İşte o zaman “Martin Luther King, Jr.”ın ABD-Birmingham hapishanesinde iken gönderdiği mektubun şu bölümünün devreye girmesi muhtemeldir (16 Nisan 1963):

      “Ezenler özgürlüğü asla gönüllü olarak vermezler;
      Ezilenlerin özgürlüğü kendi elleriyle alması gerekir!”

      Peki bu aşamaya geçilirse, yani “...özgürlüğü kendi elleriyle alması...” aşamasına;

      Ortaya “şiddet!” denilen bir başka mefhum çıkacak mı, çıkmayacak mı?!

      Nihai cevabı bu satırların yazarı “Adsız” kişi verecek değil tabii ki!

      Fakat yukarıda “c.” maddesinde yazdığım “’Adsız’ kişiyi hedef tahtası hâline getirme cazibesi!” sebebinden ötürü şahsıma sorulursa: “Peki sen o durumda ne yaparsın?”

      Cevabım: “Suçluları!” bertaraf etmek için; “direkt suçlulara!” yönelik başvuracağım en son eylem, içim kan ağlasa da; “şiddet!” olur!

      [Devamı 6. bölümde]

      Sil
    23. [6. BÖLÜM]

      [[Not: Şahsımın en son başvuracağı eylemin ne yazık ki “şiddet” olması ile (C.D.S.)’nin de -- ABD’nin “Guantanamo!”sunun veya bir zamanların Stalin “Gulag!”larının beslendiği despotizmden -- şiddetten beslendiği anlamı çıkarılmamalı.

      “Şiddet!” mefhumu şu şekilde değerlendirilmelidir: Örneğin; herhangi bir durumu protesto etmek bireyin ve/veya topluluğun doğuştan gelen hakkıdır. Bu hak, sonradan verilmez! (C.D.S.) adlı oluşuma bile karşı çıkmak için protesto eylemlerinde bulunmak bir haktır! Bir durumu protesto eden bir bireyin ve/veya topluluğun üzerine biber gazı kapsülü kasten kafa hedef alınarak atılıyorsa; o birey ve/veya topluluk nefsi müdafaa için reaksiyon göstermeye mecbur hâle sokulabilir! Çoğu zaman kendi rızasıyla istemese de, kendini savunma amaçlı şiddete başvurmaya mecbur hâle sokulabilir!

      Şu ayrımı lütfen iyi gözlemlemeye çalışın:

      Bir suçlunun sistematik olarak uyguladığı “yıkıcı şiddet!” ile

      Bir hakkaniyet sahibinin başvurmaya mecbur bırakıldığı “savunma amaçlı şiddet!”

      birbirinden farklıdır!

      Bu blog sayfasında “serbest piyasa ekonomisi!” adlı ceberut sistemin çoğumuzdan koparıp götürdükleri üzerine yorumlar yazıyorsak ve (C.D.S.) adlı bir olası yeni sistemi/sistemleri getirmekten bahsediyorsak; hangi tarafın/tarafların suçlu, hangi tarafın/tarafların hakkaniyet sahibi olduğu günbegün ortaya çıkar!

      Bu satırların yazarı “Adsız” kişi de sonuçta bir insan. Yanlış yapma ihtimali her zaman mevcut. Bu nedenle bir gün şahsım da “suçlu!” duruma düşebilir, ve bana karşı “hakkaniyet sahibi olma” mertebesine yükselenler “savunma amaçlı şiddet!”e başvurabilirler. Hayatta hangi gün başımıza ne geleceği; “türev almak (diferansiyel kalkülüs)!” ile hesaplanacak kadar basit değil!

      Lütfen “kalp krizi geçirerek ölmek!” durumu ile “bir iş cinayeti -kazası!- sonucu göz göre göre ölmek!” durumu arasındaki farkları iyi anlamaya çaba sarfedin!

      Yukarıdakileri okuduktan sonra; “Sevgili ütopyacı ‘Adsız’ kardeşim; sen Mahfi Hoca’nın sitesi üzerinden şiddeti meşru göstermeye mi çalışıyorsun?!” algısı oluşmamalı!

      “Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek!” deyiminin “şiddet!” mefhumuna nasıl sinsice ikame edildiğini sizlere anlatmaya çalışıyorum! Unuttuysanız; hatırlatmaya çalışıyorum!

      Yukarıda “Devlet” aygıtının da aşama aşama lağvedilmesinden bahsedildi. “Polis” ve “Ordu” başta olmak üzere; benzeri her teşkilat “Devlet” aygıtının birer uzvudur. “Devlet” aygıtının lağvedilmesi konusu da en az “metafizik” ve “din” kadar uzun tutacak bir konu. Bu blog sayfasında müzakere ettiğimiz konular daha çok “iktisat” üzerine olduğu için şahsım da özellikle “serbest piyasa ekonomisi!” zorbalığı ile ilgili yorumlar yazıyor. “Devlet” aygıtının geçmişteki ve günümüzdeki fonksiyonları; gelecekte evrilmesi muhtemel alanların neler olabileceği ile ilgili makûl ve bilimsel kaynakları yukarıda verilen referans kitaplar ile elde edebilirsiniz.]]

      “Peki sayın ‘Adsız’; sizin sisteminiz kurulduktan 6 ay sonra, bu kez sizi ‘suçlu!’ ilân eder ve size karşı şiddet kullanmayı planlayan birileri çıkarsa ne yapacaksınız?”

      Cevabım: (C.D.S.)’nin mucidi, yöneticisi, kontrolcüsü ve koruyucusu, ben de dahil olmak üzere, dünyadaki insanların çoğunluğudur. (C.D.S.); “Serbest piyasa ekonomisi!”, “Sovyet kapitalizmi!”, “Proletarya diktatörlüğü!” veya “Emperyalizm!” gibi ceberut sistemlere karşı mücadele ede ede kurulmayı başardıysa, geçmişin kaosunun (C.D.S.)’nin içinden tekrar meydana çıkmaması için önlemleri alacaktır.

      Lütfen dikkat buyurun: “Emperyalizm!”e karşı en başta “korku duvarı!” yıkılmış; “farkındalık!” artmış olacak. Yukarıda “korku!” ve “cesur olmak!” kavramları üzerinde ne kadar çok durduğuma lütfen ciddiyetle eğiliniz!

      [Devamı 7. bölümde]

      Sil
    24. [7. BÖLÜM]

      İkinci olarak; “hukuk” denen disiplin, günümüzde çoğu zaman “güçlüden yana!” kararlar vermektedir. Şiddet kullanmayı planlayan ve kullanan kişi/kişilere uygulanan yaptırım hususunda (C.D.S.) de; “güçlü sınıf!”↔“orta sınıf!”↔“zayıf sınıf!” kategorileşmesi olmayacağından; hukuk, asli görevi olan “adil!” kararlar verecektir. (Ne kadar yozlaşma içinde olduğumuz aşikar değil mi?! “Hukuk”un temeli zaten “adil olmak!” üzerine kuruludur. Bunu çoğumuz bildiği hâlde hasır altı ediyoruz; görmezden geliyoruz!)

      Üçüncü olarak (C.D.S.); %100 doğru olmadığı; her zaman değişmeye-yenilenmeye-gelişmeye açık olduğu, en önemli özelliklerinden biri “open access ~ serbet erişim”i benimsediği için her zaman güncel kalacaktır. (C.D.S.): Temeli; insanların hiç bir kısıtlamaya maruz bırakılmadan katılabildikleri, akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için bir programlamanın/programlamaların ortak kararlar ile her zaman demokratik zeminde alındığı; ister bireysel ister toplumsal amaçlarla olsun farketmez, herhangi bir endüstriyel/teknolojik ürün üzerinde değişiklikler yapabilmek, bu değişiklikleri kısıtlamaya maruz kalmadan her zaman yapabilmek ve bu değişiklikleri yaparken uygulanan yöntemlerin tüm insanların yararına gönüllü olarak açık/şeffaf tutulduğu bir düzendir.

      Gabor Maté; uyuşturucu madde ve alkol kullanımının en aza indirgenmesi-önlenmesi, çocukların gelişim süreci ve stres üzerine eğitim veren Kanadalı doktor:

      “...
      Rekabeti temel alan ve gerçekte, sıklıkla acımasız bir şekilde bir insanın diğer insanı sömürmesine dayalı bir toplumda; ‘başka insanların sorunlarından çıkar sağlama’ durumunu, ‘çıkar sağlama amacıyla özellikle sorun yaratmayı’ hakim ideoloji genellikle mazur görür. Ve bunu insan doğasının en temel; değişmez özelliklerine bağlar.

      Yani toplumdaki hurafe; insanların doğuştan rekabetçi, doğuştan bireyci ve doğuştan bencil olduğu yönündedir. Gerçek ise tam zıttıdır. İnsan olarak belirli ihtiyaçlarımız vardır. Somut olarak insan doğasından bahsetmenin tek yolu; belirli insani ihtiyaçlarımızın olduğunu kabullenmektir.

      Arkadaşlığa ve yakın ilişkilere insanca bir ihtiyaç duyarız; olduğumuz gibi sevilmek, bağlanmak, kabul edilmek, fark edilmek ve onaylanmak için. Eğer bu ihtiyaçlar karşılanırsa merhametli, yardımsever ve diğer insanlar için empati sahibi bireylere dönüşürüz.

      Fakat toplumumuzda sıklıkla gördüğümüz bunun tam tersine işaret ediyor; ‘insan doğasının sınırsız tahribatı.’ Çünkü insanların çok az bir kısmının ihtiyaçları karşılanıyor. Evet insan doğası hakkında konuşabilirsiniz. Ama yalnızca içgüdüsel olarak uyandırılmış temel insan ihtiyaçları bakımından ya da karşılandığında belli özelliklere; karşılanmadığında da farklı bir takım özelliklere sebep olan belirli insan ihtiyaçları demeliyim.

      Çok farklı şartlarda hayatta kalmamızı sağlayan, olağanüstü bir adaptasyon esnekliğine sahip ‘insan organizmasının’; belli çevresel gereksinimler veya insani ihtiyaçlar için sıkı sıkıya programlanmış olduğu gerçeğini fark ettiğimizde, ‘toplumsal zorunluluk’ belirmeye başlar.

      Bedenlerimizin fiziksel besinlere ihtiyacı olduğu gibi; insan beyninin de gelişiminin her basamağında pozitif çevresel uyaranlara ihtiyacı ve/fakat aynı zamanda ‘negatif uyaranlardan’ da korunmaya ihtiyacı vardır.

      Yani eğer ‘olması gereken şeyler’ gerçekleşmezse ya da ‘olmaması gereken şeyler’ gerçekleşirse; gayet açıktır ki, ortaya yalnızca birbirini izleyen zihinsel ve fiziksel hastalıklar değil, aynı zamanda birçok zararlı davranış biçimi çıkacaktır.

      Bu durumda, bakış açımızı dışa doğru yönelterek ve günümüzdeki şartları hesaba katarak şu soruları sormalıyız:

      ‘Modern dünyada kendi ellerimizle yaratmış olduğumuz koşullar, sağlığımız için gerçekten yardımcı oluyor mu?’

      ‘Sosyo-ekonomik sistemimizin temelleri; insanlık, sosyal gelişim ve ilerleme için fayda sağlamakta mı?’

      ‘Yoksa toplumumuzun şu an içinde bulunduğu eğilim; gerçekte kişisel ve sosyal refahımızı yaratma ve korumamız için gereksinim duyduğumuz temel evrimsel ihtiyaçlarımızın tersine mi gidiyor?’
      ...”

      [Devamı 8. bölümde]

      Sil
    25. [8. BÖLÜM]

      John McMurtry; Kanada “Guelph Üniversitesi”nde felsefe profesörü:

      “...
      Şimdi, herhangi birimiz çıkıp; ‘bunların hepsi nerede başladı?’ diye sorabilir.

      Bugün sahip olduğumuz; tamamıyla çökmek üzere olan bir dünya!

      Her şey John Locke ile başladı.

      John Locke bize mülkiyeti tanıttı. ‘Özel hak’ ve ‘özel mülkiyet’ için üç şartı vardı:

      1. Başkaları için yetecek kadar ‘artık’ bırakılmalı,
      2. Bunlar çürümeye terk edilmemeli,
      3. En önemlisi bunları ‘iş gücüyle’ yoğurmalı.

      Bu size doğru bir eylem gibi gözükebilir; ‘dünyayı emeğiniz ile yoğurmak!’

      Ancak ondan sonra ürüne sahip olmaya hak kazanabilirsiniz. Ama başkalarına da yetecek kadar bıraktığınız sürece ve bu ‘artıklar’ çürümediği sürece hiçbir şeyin ziyan olmasına izin vermiyorsanız, o zaman tamam; her şey harika!

      Locke, ünlü ‘Devlet Yönetimi Üzerine İnceleme’ adlı eserini ortaya çıkarmak için çok zaman harcadı.

      Ekonomik, politik ve hukuksal anlayış üzerine geleneksel bir inceleme olduğundan hâlâ üzerinde çalışılan klasik bir kitaptır.

      İyi de, Locke yukarıda bahsedilen şartlarını listeledikten sonra, ve siz hâlâ ‘özel mülkiyetten yana mıyım; yoksa değil miyim?’ diye düşünürken; Locke özel mülkiyetin savunmasını gayet tutarlı ve güçlü bir şekilde vermişti bile.

      Hattâ doğrudan ortaya koyuyor! Hem de bir çırpıda; tek bir cümle içinde.

      Locke şöyle diyor: ‘Paraya ihtiyaç; insanlığın zımni (dolaylı) arzusundan sadece bir kez feyz aldı ve ardından -para- var oldu.’

      Locke bütün koşulların iptal edildiğini ve silindiğini söylemese de sonunda ‘... -para- var oldu.’ dedi ve bitirdi!

      Böylece bizler bugün üretmiyoruz ve iş gücümüzle/alın terimizle bir eşya sahibi olmuyoruz; ‘para’ denen madde artık iş gücünü satın alıyor!

      Artık ‘başkalarına ne olacak?’ endişesi yok:

      ‘Yeteri kadar başkalarına kalmış mı?’

      ‘Ya da kalan mallar ziyan olacak mı?’

      Diyor ki: ‘Para, gümüş ile altına benzer ve altın bozulmaz. Bu nedenledir ki, para israftan sorumlu tutulamaz.’

      Bu çok saçmadır. Para ve gümüş hakkında konuşmuyoruz. Bunların bireye ve topluma ‘etkilerinin’ ne olduğu hakkında konuşuyoruz. Birbiri ile alakasız cümle dizilerini görüyorsunuz!

      Fakat en endişe verici olan ‘mantıksal hokkabazlık’; buradan paçasını kurtarması ancak sermayedarların çıkarlarına uyması ile sağlanıyor.

      Sonra bir başka ekol; ‘Adam Smith’ geliyor. Ve yukarıda anlatılanlara ‘din’i ekliyor.

      Locke; ‘Tanrı bunu tamamen bu şekilde yaptı ve bu Tanrı’nın doğrusudur.’ diye başladı; hemen sonrasında Smith’in söylediğinden anlıyoruz ki; ‘Bu sadece Tanrı’nın değil...’ Tırnak içinde verilen ifadeyi direkt telaffuz etmiyor ya da edemiyor.

      Smith’in felsefi zemine yayarak ‘prensipte’ dediği: ‘Bu sadece -özel mülkiyetin- sorunu değil. Tarihten ve Locke’un sistemleştirdiği mirastan devralarak herkese hatırlatıyoruz ki: -Piyasa ekonomisi- ön koşulludur. Yani en sade tabirle; nasıl insanın doğuştan sahip olduğu yüzbinlerce özellik var ise, -piyasa ekonomisi- de hayatın içinde, en başından itibaren, var olan bir düzendir. Bu durum da doğal olarak ön koşulludur.’

      Şu açıklamanın ne kadar muğlak ve bir o kadar sahte göründüğünü, ve günümüzde hâlen devam etmekte olan ‘serbest piyasa ekonomisi’nin bu sahte görünümden beslendiğini şimdi daha iyi anladınız mı!

      Üstelik bu muğlak ifade, neredeyse ‘Tanrı’ yerine koydukları ‘Adam Smith’in kaleminden dökülenlerdir! Kitabını -- hangi dilde çevirisi olduğu fark etmez -- alıp incelediğinizde; ‘para ve piyasa ekonomisi ön koşulludur’ bölümünü açıp okuduğunuzda bu muğlaklığa dikkat edin; kafanız çok karışacak, anlam vermekte güçlük çekeceksiniz!

      [Devamı 9. bölümde]

      Sil
    26. [9. BÖLÜM]

      Smith devam ediyor:

      ‘İşgücü satın alan yatırımcılar vardır. → Bu durum -piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!’

      ‘Bir başkasının işgücünü ne ölçüde satın alabileceklerinin sınırı yoktur. → -Piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!’

      ‘Ne kadar para & sermaye biriktirebileceklerinin, dünyada ne kadar büyüklükte -eşitsizlik- olduğunun ve olacağının oranı belirli değildir/belirlenemez. → Bu durum da -piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!’

      Ve böylece o büyük fikriyle gelir -- bu fikri kitaplarında ayrı başlıklar altında ispatlı olarak, örneklendirerek anlatmamış, yine her zaman yaptığı gibi; satır aralarına sokuşturarak geçiştirmiştir! --:

      Bilirsiniz; insanlar ‘satmak için’ malları piyasaya sürdüğünde arz ve diğerleri ‘satın aldığında’ talep oluşur, vesaire en temel konular.

      Arzı talebe ya da talebi arza nasıl eşitleyebiliriz?

      Bunlar arasındaki denge nasıl sağlanabilir?

      Bunların nasıl dengelendiği ekonomi biliminin merkezi kavramlarından biridir.

      Ve Adam Smith diyor ki: ‘Bunları dengeleyen -piyasanın görünmez elidir-!’

      Yani yukarıda bahsettiğim ‘muğlaklık’; şu anda ‘Tanrı’ lafı ile eli kulağında!

      Locke’un söylediklerini hesaba katarak; mülkiyet haklarını, tüm gerekliliklerini ve ‘doğal haklarını’ söylemedi ya da söyleyemedi.

      Şu anda ‘Tanrı’ metaforu ile doğrudan veya dolaylı olarak yoğrulmuş; bir ‘ön koşullu’ sistemle karşı karşıyayız!

      Şimdi söyleceğim alıntıyı bulmanız için ‘Milletlerin Zenginliği’ni sonuna kadar okumanız gerekir. Smith der ki:

      ‘Every species of animals naturally multiplies in proportion to the means of their subsistence, and no species can ever multiply beyond it. But in civilized society it is only among the inferior ranks of people that the scantiness of subsistence can set limits to the further multiplication of the human species; and it can do so in no other way than by destroying a great part of the children which their fruitful marriages produce.’

      ‘Bütün hayvan çeşitleri, tabii, beslenme araçları oranında çoğalır. Hiçbir hayvan türü bundan öteye çoğalamaz. Ama uygar toplulukta, yiyecek kıtlığı yalnız alt tabakalardaki insan türünün fazla çoğalmasına set çekebilir. Bunu da, ancak o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar.’

      ‘Milletlerin Zenginliği’, Türkiye İş Bankası Yayınları, ciltli 2006 basım, çeviren ‘Haldun Derin’, sayfa 87, orta paragraf.

      Yani en kötü anlamıyla Smith ‘evrim teorisini’ beklemektedir.

      Yukarıda aktarılan bölüm Darwin’den çok önceydi. Ve Smith onlara ‘işçi ırkı’ adını verdi!

      Şunu görebilirsiniz:

      ‘İcat edilmiş yeni bir ırkçılık anlayışı’,

      Sayısız miktarda çocuk öldürmeye göz yumacak kadar düşüncesizlik,

      Ve ‘-görünmez el-, ihtiyacı karşılayacak kadar kaynak; kaynağı kaşılayacak kadar da ihtiyaç yaratır.’ diye fikir yürütmesi!

      Locke ve hemen ardından Smith ile muğlakça sistemleştirilmiş ‘Tanrı’ metaforunun ne kadar bilge olduğunu görüyor musunuz!

      Yani bolca; gerçek anlamda ‘öldürücü’, hayat yıkıcı, eko-soykırımcı düşünceler... Günümüzde bir şekilde devam eden ‘düşünen gen’ Smith’de de vardı.

      [Devamı 10. bölümde]

      Sil
    27. [10. BÖLÜM]

      Adam Smith gibi erken dönem iktisat düşünürleri tarafından ortaya atılan ‘Kapitalist Serbest Piyasa Sistemi’ adı verilen konseptin orijinaline baktığınız zaman; ‘piyasa’nın temel amacının; gerçek, dokunulabilir, somut yaşam şartlarını destekleyen bir ‘takas sistemi’ üzerine kurulduğunu görürsünüz.

      Adam Smith, Dünya’daki en büyük kâr sağlayıcı ekonomik sektörün, neticede ‘finansal takas’ ya da diğer adıyla ‘yatırımın’ içinde olacağını anlamamıştı. Yaşadığı dönemi baz alırsak bunu anlamaması veya öngörememesi bir nebze makûl kabul edilebilir.

      ‘Finans’ kısaca: Paranın kendini diğer paraların hareketleriyle kazandığı, ‘topluma sıfır verimli’ değer sunan keyfi bir oyundur. Yine de Smith’in niyetini dikkate alarak ya da almadan, en temel ilkelerinden biri ‘paranın -ticari mal- olarak kabul edildiği’ bir teori için, böylesine anormal görünen bir kapı sonuna kadar açık kaldı. Bunun en yakınımızdaki yıkıcı örneğini hâlâ sürmekte olan 2007-2008 küresel finans krizinde gözlemleyebilirsiniz!

      Bugün, Dünya’nın bütün ekonomilerinde iddia ettikleri sosyal sisteme; ‘para’nın peşinde, sadece ‘para aşkı’ için koşulur. Başka hiçbir şey için değil!

      Adam Smith tarafından esraregiz bir şekilde nitelenmiş, bir nevi kişisel dini manifestosu olarak kabul edilebilecek ‘Görünmez El’ bildiriminin altında yatan fikir; bu hayali, ticari malın; sığ, menfaatçi arayışının büyülü şekilde zaman içinde bireyin ve toplumun refah ve gelişimine dönüşeceği yönündedir.

      Gerçekte ‘parasal teşvik’ veya bazılarının adlandırdığı gibi ‘Parasal Değer Dizisi’; ‘Hayat Değer Dizisi’ olarak da adlandırılabilecek temel intifa hakkından ayrılmıştır.

      Aslında olan şudur ki, bu iki dizge konusunda, ekonomik doktrinler arasında tam bir kafa karışıklığı söz konusudur.

      ‘Para Değer Dizisi’nin ‘Hayat Değer Dizisi’ni doğurduğunu zannederler. Bu yüzden; ‘daha fazla mal satılması durumunda -Gayri Safi Yurtiçi Hasıla- yükselirse, refah seviyesi daha da yükselmiş olacak.’ derler.

      ‘Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’, toplumsal sağlığın temel göstergesi olarak kullanılabilecekmiş!

      Karmaşayı görüyorsunuz işte!

      Malın satışından elde edilen bütün ‘gelirleri’ ve ‘makbuzları’; ‘Para Değer Dizisi’ ile ilişkilendiriyorlar, ve bunu ‘yaşam üretimi’ ile karıştırıyorlar!

      Kısacası taa en başından beri kendinizi, ‘-Para- ve -Hayat- Değer Dizilerinin’ tamamen birbirleriyle birleşmesinden oluşmuş bir sistem içine inşa etmiş durumdasınız.

      Dolayısıyla, ‘Para Dizisi’ herhangi bir üretimden ayrıştıkça, git gide daha da ölümcül olan planlı bir yanılgı ile mücadele etmek zorunda kalıyoruz.

      Bu bir ‘sistem tıkanıklığı’dır.

      Ve bu ‘sistem tıkanıklığı’ bugün geçmişte hiç olmadığı kadar ölümcül bir seviyeye yükselmiştir!
      ...”

      [Devamı 11. bölümde]

      Sil
    28. [11. BÖLÜM - SON]

      Yukarıda sunulan cevaptan sonra içinize yeni sorular doğduğunu tahmin ediyorum sayın Çimen. Ve hatta; “’Adsız’ kardeşim; merak ediyorum seni kim ve ne zaman bu rüyadan uyandıracak?! Bunları yazan bir insan nasıl bir uyku ilacı içmiş olabilir acaba?!” diye soruyor olabilirsiniz.

      Peki şu soruyu niçin kendimize sormuyoruz: Hâlâ “serbest piyasa ekonomisi!”nin uyuşturucularını kullanmaya devam edecek miyiz?!

      Mahfi Bey’in yukarıda kısaca değindiği; “Dördüncü yanılgı: Büyüklerimiz bizden daha iyi bilir diye düşünmek” cümlesini anlamamakta niçin direniyoruz?!

      Bir kez daha tekrarlamak zorundayım: Bu yorum pencerelerinde yazılan çoğu cümle; kainatı “hemen!” değiştirmeye kalkışmak ile ilgili değil. Keşke hemen olsa...

      Hemen olamayacak!

      Çünkü Gandhi’nin “Dünyada görmeyi istediğiniz değişimin kendisi olunuz.” sözünü, geçmişin küflenmiş sayfalarından kalan hoş ve boş bir seda, bir tür ton-ton dede nasihati olarak anlamaya inatla devam ediyoruz!

      Gerçeği biliyoruz, hissediyoruz, her gün “sömürerek ve sömürülerek” yaşıyoruz ama “eve ekmek götürmek zorundayım; bu nedenle çenemi kapatıp sisteme biat etmeliyim” diyerek “korkuyoruz!”

      “Çark!”ı meydana getirenler hepimiz gibi etten-kemikten varlıklar; “Übermensch ~ Üstinsan” değiller!

      (C.D.S.)’nin yegâne çözüm yolu olmadığı defalarca söylendi. Fakat (C.D.S.) ve benzeri oluşumlar içinde bir araya gelmezsek; “o çark!” kendini en büyük, en yaygın, en yıkılmaz; “tek doğru ↔ T.I.N.A.” şeklinde göstererek bizi kandırmaya devam edecek!

      Yeni bir sistemin/sistemlerin “hemen” yerleşememesi; o sistem/sistemler üzerine düşünmeyi, görüş beyan etmeyi, yorum yapmayı, fikir paylaşmayı ertelememize yol açmamalı.

      “Ertelemek!”...

      “Başkası yapıyor zaten, bana ne!”

      “Birileri yeni sistem/sistemler üzerine kafa yoruyor zaten, bana ne!”

      Mahfi Bey’in ve onun gibi nicelerinin bas bas bağırarak uyarması ile: “Yapısal reformların” gerekli olduğunu bile bile “eyleme geçmeyi!” sürekli ertelemek, gibi!

      Özellikle Soma “cinayeti!”nden sonra sistemin maskesi artık tamamıyla düştü.

      “Yapısal reformlar”ın; “serbest piyasa ekonomisi!” mahlaslı ceberut sistemin tıkır tıkır işlemesi için hazırlanmış bir paket olduğu artık daha iyi anlaşıldı!

      Bu nedenle üzerinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız ekonomi sistemini besleyen hiç bir şey desteklenmemeli!

      Lütfen unutmayınız:

      “Asıl sorulması gereken:

      Neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen insanın greve gittiği değil;

      Neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir?!”

      Wilhelm Reich (1897-1957)

      Bu soruyu ilk önce kendimize sormalıyız!

      Sayın Timur Çimen de, sayın Mahfi Eğilmez de, bu satırların yazarı “Adsız” kişi de! En azından bu blog sayfasını ziyaret eden herkes!

      Sorunun sahibi Wilhelm Reich, cevabı/cevapları yaşarken muhtemelen bulamadı!

      Yankı Yazgan’ın uyardığı gibi “hemen!” cevap yazmak zorunda değilsiniz!

      İlk önce soru üzerine ciddiyetle eğilin, düşünün, zamanınızı ayırın!

      Bu sayfada yazılan onca yorumdan sonra, bu yorumlarda verilen referans kaynaklardan sonra içinizde bir şeyleri harekete geçirebilirseniz;

      derhâl klavyenin başına geçip bu pencerelere yorum yazmak için değil,

      ilk önce en yakınınızdaki kişilerden başlayarak bulduğunuz “cevapları!” yaymak için çaba gösterin!

      Dünya’nın veya Türkiye’nin en iyi üniversitelerinde yüksek lisans yapıp yüksek maaşlı bir iş kapabilmeyi tek gaye edinen,

      Emeklilikte daha yüksek maaş almak uğruna kıdem süresi üzerinde düzenbazlık yapan,

      Yukarıda yazılan onca kitap ismi, röportaj metni, anekdot, belgesel, referans kaynaktan sonra kainatı kurtarmaya başladığını zanneden,

      En başta bu satırların yazarı “Adsız” kişi olmak üzere çoğunluğumuz:

      Kendimizi “uyanık!” sanmaya devam edip,

      “Serbest piyasa ekonomisi!”nin şart koştuğu; “unut ve rahatla!” öbeğini bir kendi-kendine psikolojik tedavi yöntemi olarak benimseyerek,

      “Konformizm!”in tuzakları içine bilerek-isteyerek-seve seve düştükçe,

      Kimse darılmasın;

      Yeni Soma “cinayetleri!” kapımızın önünde bizleri bekliyor olacak!

      Saygılarımla.

      Sil
    29. Sayın adsız,

      "Siyasi ideolojilerinize, yaşam tarzlarınıza, renklerinize vs. uymadığına kanaat getirdiğiniz hâlde bu kitapları okumaya gayret ederseniz; “karşıtlarımı çürütmek için çırpınmak!” ile “yeni sistem/sistemler yaratmak için didinmek!” arasındaki farkları daha net görmeye başlayabilirsiniz."

      Yukarıda kurduğunuz cümleyi ben de sizin için söyleyebilirim. Çark kelimeme fazla takmış :) olacaksınız ki, yazdıklarımın anlamlarını kendi işinize gelir şekilde daraltarak yorum gayretine girmenizden belli oluyor.

      Çarktan kasıt kapitalizm değil. Bu herşey ve her durum için geçerli. Önerdiğiniz sistem için de geçerli. Bir kaplanla karşılaştınız, yem olmak istemiyorsanız, ya kaplandan güçlü olacaksınız, ya da bir kaplan olacaksınız. Bu evrensel bir gerçek. Umrunda olmalı derken, konuştuklarınız bir dedikodu olmamalı, örnek bir kaplansa yine, bir silahtan, bir kapandan bahsediyor olmalısınız. Bunu söyledim. Bunlardan bahsetmiyorsanız o çark, bu örnekte kaplan, sizi yemeye devam eder. Ben insanları kandırdım, gerçekleri sakladım mı şimdi. Bir gerçekten bahsettim sadece. Sizin de bahsetmeniz gereken gerçeklerden bahsettim.

      Bir gerçekten bahsediyorsunuz, ezilenlerden, bu gerçek sizi haklı yapar mı? Yalnız, yanlış anlamayın fikrini savunduğunuz ideoloji veya siz ne ad veriyorsanız, dünya için tek doğru da olabilir. Ben karşısındayım demiyorum, ama siz beni o karşı sınıfa koyup, yazdıklarımı çürütme gayreti içerisine giriyorsunuz. Bakın burada belki de bilmeden siz de sınıflara ayırıyorsunuz. İnananlar, inanmayanlar. İdeolojilerin şablonu değişmiyor, değişen adlar, sıfatlar, nesneler sadece.

      Burada öneri getiren sizsiniz, ne yapmam gerekiyor, koşulsuz biat mı? Size geldim, soru soruyorum beni karşı düşman olarak algılamak yerine, sorularıma ikna edici cevaplar vermeniz gerekmez mi? Dediğiniz gibi, kendimizden başlamalıyız önce değil mi?

      Görüyorsunuz kolay iş yok. Ben sizin fikirlerinizi çürütmeye çalışmıyorum, görmüş olduğum sıkıntıları dile getiriyorum.

      Devleti ortadan kaldırdınız, yerine koyduğunuz herşey aslında yine bir devlettir. Adını ne koyarsanız koyun. Ama lütfen yerine birşey koymuyoruz ki, hep bizi birilerimi güdecek gibi sözler sarfetmeyin. Herkez bilinçli, sizin sistemizin uygun gördüğü bireylerden oluşsa bile, bir karar verici olması gerekir.

      Aslında konu çok uzun, sorulacak çok soru, verilecek çok cevap var. Varsa bir siteniz onu yazın. Ve bence bu da bir yoldur, ve zaten bu yola da girilmesi gerekir, siyasal bir parti kurun. Ciddi söylüyorum bunu. Başka nasıl olacak ki zaten?

      Saygılarımla


      Sil
    30. [1. BÖLÜM]

      [Toplam 4 bölümlük yorum]

      Lütfen imkânınız el verdiği müddetçe yukarıda yazılan referans kitapları okumaya gayret gösterin.

      “Peter Joseph”in verdiği “aslan” örneği ve sayın Çimen’in verdiği “kaplan” örneği aynıdır.

      İlk önce “soyutluk” ve “somutluk” durumunu açıklığa kavuşturmak zorundayız.

      Sayın Joseph; “aslan” figürünü soyut değil; somut anlamıyla kullanmıştır!

      Aslan, kaplan ve/veya herhangi bir “yokedici, yıkıcı, avcı” hayvan ile karşılaşıldığında; o tehlikeli durumdan derhâl kurtulmak için birçok yola başvurulabilir; keskin bir cisimle, ateşle vs. kişinin kendini korumaya alması ve/veya canını kurtarması için tabana kuvvet kaçması gibi.

      300 yılı aşkın süredir içinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız düzen bir “aslan!” veya bir “kaplan!” tarafından, doğuştan “avcı!” özelliğe sahip olan bir figür tarafından yaratılmış değil!

      Fakat dünya; “Afrika’nın vahşi ormanlarında hayatta kalma mücadelesi” zeminine aktarıldı!

      “Serbest piyasa ekonomisi!”; bizzat bizler gibi etten-kemikten varlıklar tarafından yaratılmış bir sistem!

      Yukarıdaki yorumları lütfen tekrar okuyunuz: İnsanı kainattaki bir çok varlıktan görece üstün kılan en önemli özelliklerinden birinin “duyguları!” olduğu yazıldı!

      Lütfen yorumları tekrar okuyunuz:

      Locke ve Smith gibi sembol isimler yarattıkları sistemi “ön koşullu!” olarak tüm dünyaya dayattılar!

      Sayın Joseph’in “aslan!” benzetmesini direkt somut anlamıyla kullanması; aslanın içinde doğuştan var olan “güçlüyüm; ve bu gücümü açığa çıkararak dominantlığımı yaşadığım coğrafyaya göstermeliyim.” ifadesine dayanır. Bu ifade, en başta Locke ve Smith tarafından; “insan”a ikame ettirilmeye çalışılmıştır. Bu tehlikeli ikamenin ne yazık ki başarıya ulaşmaya başladığını bilimsel olarak fark edip, anti-tez geliştirmeye çaba sarfeden ilk düşünürler -- yine sembol isimler olarak -- “Karl Marx”, “Thorstein Veblen”, “Pierre Joseph Proudhon”, “Peter A. Kropotkin”, “Mihail Bakunin”, “Henry David Thoreau” vb. isimlerdir.

      Yukarıda yazılan referanslar içinde ilk önce “Pierre Joseph Proudhon”, “Peter A. Kropotkin” ve “Henry David Thoreau”nun eserlerine ciddiyetle eğilmeniz tavsiye edilir.

      Lütfen dikkat buyurun (a): “Bir gerçekten bahsediyorsunuz, ezilenlerden, bu gerçek sizi haklı yapar mı?” → Sadece şahsımı değil, ezilen herkesi haklı yapar; buna siz de dahil!

      “Adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir ortamda eğer ‘ben tarafsızım’ diyorsan, adaletsizlik yapanın tarafındasın demektir. Eğer bir fil bir farenin kuyruğunu eziyorsa, bu fare senin nasıl hâlâ tarafsız kalabildiğine anlam veremeyecektir!” (Desmond Tutu)

      [“Ben karşısındayım demiyorum, ama siz beni o karşı sınıfa koyup, yazdıklarımı çürütme gayreti içerisine giriyorsunuz. Bakın burada belki de bilmeden siz de sınıflara ayırıyorsunuz.” → Üzerinize aşırı yüklendiysem özür dilerim.

      “Sınıflara ayırmak” deyimini blimsel zeminde kavramak için lütfen referans kitaplara zaman ayırmaya çaba sarfedin. İpuçlarını yakalamak için; yukarıda yazdığım “yıkıcı şiddet” / “savunma amaçlı şiddet” sınıflandırması ile sayın Desmond Tutu’nun uyarısını lütfen tekrar değerlendirin.]

      Lütfen dikkat buyurun (b): “İktidar” ↔ “Devlet” ↔ “Polis” ↔ “Ordu” ↔ “Kapitalizm” ↔ “Komünizm” ↔ “Sürekli kâr elde etmek amaçlı kurulmuş şirketler” ↔ “finans” ↔ “herhangi bir avcı/yırtıcı/yok edici hayvandaki -gücün kullanımı- & -baskın olma mücadelesi- özelliklerinin; -insan-a ikame edilmesi” ↔ “rekabet” ↔ “para” ↔ ... ↔ “Çark”.

      Lütfen dikkat buyurun (c): “Devleti ortadan kaldırdınız, yerine koyduğunuz her şey aslında yine bir devlettir.” → Hayır, değildir! Lütfen referans kitaplara imkânınız el verdiği müddetçe ciddiyetle yönelin, zaman ayırın.

      “Her şeyin aslında yine bir devlet” OLMADIĞINI göreceksiniz! “Ön koşullar”ın nasıl ve ne zaman “insan eliyle!” yaratıldığını bu yorum pencerelerinde daha uzun, örnekleriyle birlikte ispat edecek bilgim ve isteğim var, ama zamanım ne yazık ki yok!

      [Devamı 2. bölümde]

      Sil
    31. [2. BÖLÜM]

      Lütfen dikkat buyurun (d): “...bir parti kurun.” → (C.D.S.); “direct democracy ~ doğrudan demokrasi”yi prensip edinir; “temsili demokrasi”yi değil.

      “İktidar” ve “devlet” mefhumları aşama aşama lağvedileceğinden, günümüzde bilinen anlamıyla “siyasal parti” işlevini kendiliğinden bitirecektir. Alternatif olarak üzerinde çalışılan yeni “organizasyon” yapıları; yerel, bölgesel ve kıtasal bazda “otonom yönetim”; küresel (ve daha ileriki aşamada “universal” ~ “evrensel”) bazda ise “federasyon” topluluklarıdır.

      Yukarıda sayılan “organizasyon” yapılarını; şu an devam etmekte olan “devlet yönetimi”, “siyasal parti tüzükleri”, “seçim yasası” vb. zeminler üzerinden değerlendirmek yanlış ve eksik anlamaya yol açar.

      Şu an devam etmekte olan sistem “rekabet!” kelimesi üzerine inşa edilmiştir!

      (C.D.S.)’nin ortadan kaldırmak için mücadele ettiği en ceberut kelimelerden biri -- “emperyalizm!”in kana kana beslendiği! -- “rekabet!” tir.

      “Bir ülkede en çok oyu alan siyasal partinin, bir okulda en çok oyu alan sınıf başkanının, bir köyde en çok oyu alan muhtarın, kâr amaçlı kurulan bir şirkette en çok oyu alan kişinin yönetim kurulu başkanı olmasının vb.” seçildiği coğrafyada vadettiği “yönetim!” anlayışı, azınlık statüsünde kalan kişi ve/veya kişilerin yararına sonuçlar çoğu zaman doğurmaz.

      Günümüzde, dünya genelinde göreceli de olsa, devam etmekte olan sistem; “Majoritarian ~ Çoğunlukçu” yönetim anlayışıdır.

      Bu yönetim anlayışında “iktidar” kelimesi ile tanımladığımız; “güce sahip olan ve onu kullanan” her türlü topluluk -- buna ister bir siyasal parti deyin, ister bir koalisyon hükümeti deyin, ister bir ülkenin devlet başkanı deyin, ister bir genelkurmay başkanı deyin, ister bir ailede ‘anne’ & ‘baba’ figürü deyin, ister kâr elde etmek amaçlı kurulmuş bir şirketin yönetim kurulu başkanı ve CEO’su deyin farketmez -- her an “güç zehirlenmesi!” yaşayabilir!

      Bu “güç zehirlenmesi”; “temsili demokrasi”nin ne yazık ki ulaşacağı en tehlikeli sonuçtur!

      “Seçmen!” adı verilerek “ön koşullu!” olarak “edilgen!” hâle doğuştan getirilmiş her birey; kendilerini “yönetme!” iddiasıyla ortaya çıkmış bir kişi ve/veya kuruma “oy!” verip, o kişi ve/veya kurumu “iktidar!”a taşımış; artık yönetim kademesinde olan kişi/kurumların, hükümet ettikleri herhangi bir anda “güç zehirlenmesi”ne maruz kalacaklarını sezemeyebilir.

      Bu “sezememe!” durumunu bizzat yönetim kademesine “oyla!” gelmiş kişi/kurumlar tarafından; iktidarda kalma sürelerini uzatmak amacıyla veya menfaatlerini perçinlemek amacıyla “kasten!” yaratılabilir. Bu dehşet verici durumu daha iyi kavrayabilmek için lütfen yukarıda Gabor Maté’nin ve Yankı Yazgan’ın söylediklerini tekrar okuyunuz, ve en başta Proudhon, Kropotkin, Thoreau olmak üzere tüm referans kitapları okumaya çaba sarfediniz!

      [Devamı 3. bölümde]

      Sil
    32. [3. BÖLÜM]

      (C.D.S.); bu ölümcül tehlikeyi tamamıyla ortadan kaldırmak için “doğrudan demokrasi”yi uygular. “Doğrudan demokrasi” içinde; sistemi/sistemleri yaratan da, geliştiren de, geleceğe taşıyan da kişinin bizzat kendisidir.

      “Doğrudan demokrasi”de; “iktidar” kelimesi var olmadığından “iktidar olmak” eylemi de ortadan kalkar.

      “Doğrudan demokrasi”de; “devlet” aygıtı var olmadığından “siyasal parti” kurumu da ortadan kalkar.

      “Doğrudan demokrasi”nin -- (C.D.S.)’nin temelini oluşturduğu yukarıda yazıldı -- bir tür “bilim insanları cuntası”na yani “technocracy ~ teknokratlar hükümeti”ne evrilmemesi için, hayatını akademiye adamış bilim insanlarının “rekabet” denen kelimenin var olmadığı yepyeni bir kainatta yaptıkları tam anlamıyla özgür çalışmalarında kendi “sınıflarını!” yaratıp toplumda egemenlik kurmaya yeltenmemeleri için; Montesquieu’nın sistemleştirdiği “Separation of powers ~ Güçler ayrılığı” prensibinin insanlığa kazandırdığı değerlerin önemli bir bölümünü referans alarak (C.D.S.)’de “hukuk” mefhumu bir denge ve denetleme görevi üstlenir.

      * Bilim insanlarının “teknokratlar hükümeti”ne eğilim göstermemesi,

      * “Hukuk” içinde faaliyet gösteren her bireyin “juristocracy ~ yargıçlar hükümeti”ne eğilim göstermemesi,

      * “Dünya gezegeni içinde yaşayan tüm insanlar”ın ise; hem yukarıda bahsedilen iki kurumun baskın gelmemesi, hem de kendi içlerinde “plütokrat” eğilimli hiziplerin önüne geçmek için

      “Güçler ayrılığı” prensibini;

      Öbek içinde geçen “ayrılık” kelimesinin günümüzde ülke yönetimlerinde uygulanmaya devam ettiği şekliyle değil,

      Aralara kalın ve ulaşılmaz duvarlar örerek değil,

      Tam tersine; iç içe olup birbirini “dengelemek”, “denetlemek” ve (C.D.S.)’yi geleceğe taşımak anlamıyla kabul eder.

      Bu nedenle (C.D.S.); “Güçler ayrılığı” demek yerine “Güçler dengesi” demeyi tercih eder.

      Ve “Güç” kelimesine yüklediği anlam; “bir aslanın sahip olduğu güç”, “-K- marka akıllı cep telefonunun, -F- marka akıllı cep telefonuna karşı elde ettiği satış-pazarlama gücü” şekillerinde değerlendirilmez; çünkü “rekabet!” kelimesi ortadan kalkmıştır!

      Ancak ve ancak yukarıda yazılan “Güçler dengesi” sağlandıktan sonra; gerçek anlamda “pluralist ~ çoğulcu” bir hayat başlar!

      [Devamı 4. bölümde]

      Sil
    33. [4. BÖLÜM - SON]

      Lütfen dikkat buyurun (e): “Herkes bilinçli, sizin sistemizin uygun gördüğü bireylerden oluşsa bile, bir karar verici olması gerekir.” → O “karar verici!” kim???!!! Bizzat sizsiniz!

      Yukarıdaki referans kitapları okudukça, içlerindeki önermelere ciddiyetle eğildikçe bunu daha iyi idrak edeceksiniz!

      Lütfen dikkat buyurun (f): Hayatın birçok alanında “insan” adlı varlık “edilgen” hâle aşama aşama, alıştıra alıştıra sokulmuştur!

      “Etken!” olduğunuzu hiçbir zaman unutmayınız!

      Hayatı meydana getiren de, hayatı güncelleyen de, hayatı geleceğe taşıyan da bizzat “sizsiniz!” (C.D.S.)’nin temeli bu!

      Lütfen hepsi birer “ön koşullu!” olarak hayatlarımıza bebekliğimizden itibaren sokulmuş; “iktidar”, “devlet”, “polis”, “ordu”, “kâr elde etmek amaçlı kurulmuş şirketler”, “siyasal parti”, “genel müdür”, “vardiya amiri”, “dayıbaşı”, “şef garson”, “CEO”, “yapısal reformlar”, “taşeron”, “para”, “rekabet” vd. kelimeleri birkaç dakikalığına belleğinizden silin ve aşağıdaki tanımı tekrar okuyun:

      (C.D.S.) merkezi bir plânlama sistemi değildir. Tüm plânların tek bir karar merkezinde alındığı bir sistem hiç değildir! Temeli; insanların hiç bir kısıtlamaya maruz bırakılmadan katılabildikleri, akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için bir programlamanın/programlamaların ortak kararlar ile her zaman demokratik zeminde alındığı, “serbest-erişimli sistemler” mantığına dayanan; ister bireysel ister toplumsal amaçlarla olsun farketmez, herhangi bir endüstriyel/teknolojik ürün üzerinde değişiklikler yapabilmek, bu değişiklikleri kısıtlamaya maruz kalmadan her zaman yapabilmek ve bu değişiklikleri yaparken uygulanan yöntemlerin tüm insanların yararına gönüllü olarak açık/şeffaf tutulduğu bir düzendir.

      “Burada öneri getiren sizsiniz, ne yapmam gerekiyor, koşulsuz biat mı? Size geldim, soru soruyorum beni karşı düşman olarak algılamak yerine, sorularıma ikna edici cevaplar vermeniz gerekmez mi? Dediğiniz gibi, kendimizden başlamalıyız önce değil mi?” → Sorunuzun cevabını bu sayfaya aktardığım onca yorum pencerelerinden sonra en azından yine bir soruyla bizzat kendi parmaklarınızla yazdırdığım için mutuluyum:

      Hiçbir şeye biat etmiyorsunuz sayın Çimen!

      Artık “edilgen!” olmaktan sıyrılıp yavaş yavaş, yürümeyi yeniden öğrenmek gibi, yukarıda aktardığım yorumların boşa gitmediğini “Dediğiniz gibi, kendimizden başlamalıyız önce değil mi?” sorusunu bizzat size yazdırmaktan duyduğum o muhteşem kelime “mutluluk” gibi; “etken!” olmaya başlıyorsunuz!

      Yukarıda (C.D.S.)’nin; onlarca ideolojiye, beynimize kazınmış tehlikeli kelimelere, “ön koşullara!” karşı mücadele ede ede kurulma aşamasında olduğunu yazmıştım, lütfen tekrar okuyunuz.

      (C.D.S.)’nin “despotizmle” alakası olmadığını artık görmelisiniz:

      “...akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için bir programlamanın/programlamaların ortak kararlar ile her zaman demokratik zeminde alındığı...”

      “...ortak kararlar ile her zaman demokratik zeminde alındığı...”

      Referans kitapları okudukça daha da özgürleşeceksiniz !...

      * * *
      Bitirirken hatırlatmak zorundayım:

      Lütfen unutmayın ve cevabı/cevapları bulmak için zaman ayırın!

      “Asıl sorulması gereken:

      Neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen insanın greve gittiği değil;

      Neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir?!”

      Wilhelm Reich (1897-1957)

      Bu soruyu ilk önce kendimize sormalıyız!

      Saygılarımla.

      Sil
    34. "Lütfen dikkat buyurun (a): “Bir gerçekten bahsediyorsunuz, ezilenlerden, bu gerçek sizi haklı yapar mı?” → Sadece şahsımı değil, ezilen herkesi haklı yapar; buna siz de dahil!"

      Tabi burada ben ifademi tam yazamadım. Demek istediğim, ezilenleri göstermek, önerdiğiniz sistemi doğru yapmaz. Rusya'ya, Çin'e kominizm gelmeden önce de muhakkak önderleri halkına sizin söylediğiniz örnekleri vermiştir kapitalizm hakkında.Sonuç? Çin örneğinden gidelim, okuyoruz fabrikalarda çalışan işçilerin durumlarını. Muhakkakki ileride çocukları daha iyi yaşam standartlarına kavuşacaktır.

      Yani ben de ortaya çıkayım, halkın duygularını sömürerek bir çıkar arayışına gideyim. Verdiğim örnek, ezilenler, doğru olsa da, bu beni haklı çıkarır mı? Asla. Ben bundan bahsettim. Sizi tenzih ederim, çıkar sağlıyorsunuz demiyorum. İfademi size anlatmaya çalışıyorum. Umarım bu yazdıklarımı da çarpıtmazsınız.

      Verdiğim kaplan örneğindeki gibi. Siz öyle bir anlatıyorsunuz ki, sisteminiz şu an dünyada tıkır tıkır çalışıyor, artık kaplan olmanıza gerek yok diyorsunuz. Ben diyorum ki, sizin sisteminiz tıkır tıkır çalışana kadar, bizler bu sisteme göre yaşamaya devam edeceğiz, yem olmamak için kaplan olun, güçlü olun diyorum. Siz de sistemi inşa edinceye kadar, biryerlerde çalışacaksınız değil mi? Kaplan olmayı bıraktınız mı yoksa? Burada kaplan olmak temsili bir örnek. İlla birilerini yemeniz gerekmiyor. Ama bu sistemden besleniyorsunuz değil mi? En azından diğerini kurana dek.
      Sizi çürütmeye çalışmadığımı anlamaya başladığınız anda siz aydınlanmaya başlayacaksınız bence.

      "akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için bir programlamanın/programlamaların ortak kararlar ile her zaman demokratik zeminde alındığı...”

      “...ortak kararlar ile her zaman demokratik zeminde alındığı..."

      Bir örnek vermek istiyorum. Malum bir seçim yaşadık. Ve bu süreçte bu oy verme işlemlerin elektronik ortamda olması gibi bir seçenek de konuşuldu. Seçimde sizin dediğiniz gibi ortak karar verme uygulamanıza bir örnek olduğu için anlatıyorum. Seçmen oyunu elektronik bir ortamda kullandı diyelim. Bu programı inşa edenin yardımıyla oylarda değişiklik yapma imkanı teknik olarak var mı yok mu? Var. Yani programlara fazla güvenmemek lazım.

      Sil
    35. Biat derken de, söylediğiniz herşeyi kabul mu edelim anlamında. İşte sıkıntıları söylüyorum, çözümü varsa onu yazarsınız. Ama "programlar vasıtasıyla ortak kararlar" bir cevap değil. Devleti, temsil sistemini kaldırıyoruz diyorsunuz, ama yerine programları koyuyorsunuz. Şablon değişmiyor. Ben de onu söylüyorum. Burada kapitalizm devam etsin demiyorum. Soruyorum, bu programı kim denetleyebilir? 9 milyar insanın verdiği oyun değişmediği bu insanlar bir araya gelip kendi kendine kontrol edemez değil mi? Ve bir de tespit edilen şu husus da varsa, " Neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir?!”" bir de geçim derdi de yoksa?

      Ama yine söylüyorum vaat güzel, bir cennet vaat ediyorsunuz. Bunu hangi insan istemez. Hele bu dünyayı tüketmeden. Zaten bu hızla gittiğimizde, kaynakları tükettiğimizde, böyle bir sistem eninde sonunda gelecek, tıpkı bir zamanlar bizim ülkemizin de yaşadığı karneyle ekmek alması gibi. O dönemde bilgisayar sistemleri gelişseydi, karne yerine kart verirlerdi kuşkusuz :)

      Saygılarımla

      Sil
    36. [1. BÖLÜM]

      [Toplam 12 bölümlük yorum]

      Sayın Çimen ve bu nadide siteyi ziyaret eden herkes,

      Referans bilgi eksikliği ve acele cevap yazma yöneliminden dolayı konunun neredeyse bütününü anlamakta güçlük çekiyor; ve yukarıda yazdığım “c.” maddesini uygulamaya kendinizi zorunlu hissediyor olabilirsiniz.

      Bu sayfanın en başında sorduğunuz sorular ile ip uçlarını yakalamaya başlamıştınız; fakat her bireyin içinde doğuştan var olduğu zorla kabul ettirilen “ön koşullar!” ı kendinden bir çırpıda koparıp atması ve bir çırpıda “özgürleşmesi!” ne yazık ki o kadar kolay değil!

      Sayın Çimen lütfen size veya bu sayfayı ziyaret eden herhangi bir kişiye karşı “yıkıcı & çürütücü reaksiyoner!” bir tavrı kasten benimsediğim algısı yeniden oluşmasın. Çünkü bu tavrı “kasten benimsiyormuşum” algısı, yüksel ihtimâlle; kimliğimi deklare etmememden (tekrar; “c.” maddesi) ve bu yorumları yazarken kullandığım üslubun sertliğinden kaynaklanıyor olabilir. Eğer aklınızda yeniden böyle bir algı oluşuyorsa şimdiden tekrar özür dilerim. Ve bu “özür dilemeyi” şahsım bizzat şu anda bir kez daha belirttikten sonra; algının tarafınızda tekrar oluşmaması için lütfen duyargalarınıza hükmediniz.

      Şahsım da; “(C.D.S.)” oluşumu, “doğrudan demokrasi” kavramı ve “mülkiyet nedir?” sorusu üzerine yıllar önce ilk kez ciddiyetle eğilmeye başladığında; bu blog sayfasında en az sizin gösterdiğiniz, en az sayın Kaya Ersoy’un, en az sayın Fahri Çulcuoğlu’nun veya herhangi bir kişinin gösterdiği kadar bir tepki göstermiş, anlamak ve kabul etmekte güçlük çekmiş, “gelen gideni aratmasın sakın!” diyerek şu an hâlâ sürmekte olan ceberut sistemin, aksak aksak da olsa gelecekte devam etmesini, içim kan ağlasa da, istemeye mecbur bırakılmıştım!

      Çünkü “edilgen!” olmaktan “etken!” olmaya geçişin, bir kadının bir bebek dünyaya getirme anı gibi, ne kadar sancılı olduğunu tahmin edebilmiştim ve “bu sancıya dayanamam!”, diye korkmuştum!

      Fakat:

      Yüksünmeden, bıkmadan, zamana yayarak; yukarıda yazılan referans kaynakları (bu kaynakların bu blog sayfasında sadece birkaç adet olduğu yukarıda ifade edildi. Yukarıdakilere ek olarak yüzlercesinin daha var olduğunu bir kez daha tekrar etmeme gerek yok!) okumaya, içinde yazan önermeleri ciddiyetle takibe devam ettikçe;

      Niçin “(1973) Oil crisis ~ Petrol krizi”nin,

      Niçin “(1979) Zamanın ABD başkanı Jimmy Carter’ın yaptığı ‘Crisis of Confidence ~ İtimat krizi’ konuşması”nın,

      Niçin “(1987) Black Monday ~ Kara Pazartesi”nin,

      Niçin “(1994) Meksika ekonomik krizi”nin,

      Niçin “(1997) Asya finansal krizi”nin,

      Niçin “(1998) Rusya finansal krizi”nin,

      Niçin “(2000) Dot-com balonu”nun,

      Niçin “(2001) Türkiye ekonomik krizinin (Kara Çarşamba)”,

      Niçin “(2002) Hisse senedi piyasasının çöküşü”nün,

      Niçin “(2007-08 ... devam ediyor!) Küresel ekonomik krizin”,

      Ve niçin “(13 Mayıs 2014) Soma -cinayetleri!-”nin

      meydana geldiğini “öğrenerek!”; “insan etine toplu iğneyi batırıp çıkarmak, batırıp çıkarmak, batırıp çıkarmak!” gibi bir dehşetengiz acıyla uyandım!

      (Not: Jimmy Carter’ın o muhteşem konuşmasında dünyaya verdiği en önemli mesaj -- kainatın gördüğü en vahşi “tüketim kültürü!”nün kalesi “ABD” isimli ülkenin başkanı olmasına rağmen! -- : “ -İnsan- kimliği artık ne YAPTIĞI ile değil; ne yazık ki ne SAHİP OLDUĞU ile tanımlanıyor!” cümlesi idi!)

      Bu yorum pencerelerinde kainatı kurtarmaya başlamak şimdilik ne yazık ki mümkün değil. Ama bir kıvılcım ateşlenmeye çaba sarfediliyor; bugün bir kıvılcım ateşlemeye mecburuz!

      Bu yorum pencerelerinde sonsuza dek sürdüremeyeceğimiz bu verimli fikir alışverişini; lütfen ilk önce acele etmeden, zamana yayarak, yukarıda yazılan referans kaynak, anekdot, kitap ismi, belgesel vs.’yi okuyup, izleyip, inceleyip, yazılan önermeleri gözlemledikten sonra aklınıza takılan sorular varsa (ki bu sorular büyük ölçüde azalacaktır; buna emin olabilirsiniz!) yine bu referanslar aracılığıyla sizlere cevap verebilecek tecrübeli kişilerin tavsiyelerine danışın.

      [Devamı 2. bölümde]

      Sil
    37. [2. BÖLÜM]

      Yine tekrar etmek zorunda kalıyorum; çünkü yukarıda yazılan yorumları dikkatle aklınızda tutmadığınızı tahmin ediyorum:

      (Umarım bu tahminimde yanılıyorumdur. Eğer yanılıyorsam şimdiden özür dilerim.)

      “Apple” örneğini vermiştim:

      Bu şirketin; ABD sınırları içinde kurulu olan fabrikalarında üretim maliyetlerinin yüksek olmasını sebep göstererek; gidip Çin’de, Tayvan’da, Kamboçya’da, Hindistan’da, Endonezya’da veya Güney Kore’de yeni fabrikalar kurması (veya var olan fabrikalarla anlaşması; “Foxconn” gibi), bu fabrikalarda çalışan işçilerin maliyeti düşük olduğundan neredeyse “karın tokluğuna mahkûm” bir hayat sürmesi; “Amerikan pragmatizmi”nin tipik bir örneğidir!

      Dikkat buyuralım: “Komünist!” bir rejimle yönetildiğini iddia eden “(Ç.H.C.) Çin Halk Cumhuriyeti”yle, “Kapitalizm”in kalesi olduğunu iddia eden ABD nasıl bir kukla gibi oynuyor görüyoruz!

      Peki Ç.H.C.; kendini kullandırttığının, “sağmal inek!” durumuna düştüğünün farkında değil de, bu satırların yazarı “Adsız” kişi mi biliyor sadece!

      Tabii ki hayır.

      Uzak Asya’da, Ç.H.C.’nin de çevresinde (tıpkı ABD’nin, AB’nin veya Rusya’nın olduğu gibi) kendi “uydu devletçikleri!” var; o meşhur “Sovyet kapitalizmi!” ile bu “uyduları!” sömürmeye devam ediyor.

      Referans kaynakları ciddiyetle okumaya henüz başlamadığınız için: (C.D.S.)’nin de bir tür “komünist!” yapılanma olduğunu; bundan başka hiçbir şeye benzemediğini kafanızda kuruyorsanız, yanılıyorsunuz!

      “... ezilenleri göstermek, önerdiğiniz sistemi doğru yapmaz. Rusya’ya, Çin’e komünizm gelmeden önce de muhakkak önderleri halkına sizin söylediğiniz örnekleri vermiştir kapitalizm hakkında. Sonuç? Çin örneğinden gidelim, okuyoruz fabrikalarda çalışan işçilerin durumlarını.” → Bir üst paragrafta “Apple” örneği verilerek tarafımdan yazılan yorumun, bu sayfanın başında da bir kez daha yazıldığını, cevap vermek için acele ettiğinizden, aklınızda tutamamış olabilirsiniz.

      “Ç.H.C.”, “Kuzey Kore”, “Vietnam”, Küba” ve bütün bunlara ekleyebileceğimiz onlarca “komünist!” rejimle yönetildiğini iddia eden ülke:

      Hepsi “Sovyet kapitalizmi!”nin çağımızda güncellenmiş hâli ile yönetilmektedir! Başka hiç bir ideoloji ve/veya sistemle değil!

      “Komünist partilerin!” içindeki en yetkili organ olan -- adeta bir “demir çekirdek!” kadar sert ve ulaşılamayacak kadar yüksekte! -- “politbüro” hangi kararları alıyorsa; tüm ülkeye bu kararları “despotça!” uygular!

      “Özel sektör kapitalizmi” ile “Sovyet kapitalizmi”nin aynı kaynaklardan beslendiği yukarıda söylendi. “İktidar” denen mefhum ve her tür “Devlet” aygıtı ortadan kaldırılmadıkça; “despotizm!”, her ne şekile bürünürse bürünsün farketmez, devam eder!

      “...Sonuç? Çin örneğinden gidelim, okuyoruz fabrikalarda çalışan işçilerin durumlarını.” → Eğer kaynaklara ulaşabilirseniz: Lütfen merkezi Pekin’de olan ceberut “politbüro!”nun kararlarına karşı; 2014’te hâlâ devam etmekte olan:

      Özellikle “Hong Kong özel yönetim bölgesi”nde yapılan (ve çoğu zaman “kanlı!” sonuçlanan!) protesto eylemlerini,

      “Gounzghou” şehrinde yaşanan fabrika ve tarım işçisi ayaklanmalarını,

      Ve Tayvan’la yaşanan “ekonomik sınır egemenliği!” çatışmasında; “Heixiazi” adası, “Kinmen idari bölgesi”, “Hainan” ve “Kachin” gibi iki önemli eyalette yaşanan başkaldırı eylemlerini ciddiyetle incelemeniz tavsiye edilir.

      “Televizyon!”da ve “internet!”in önemli bir bölümünde yukarıda bahsedilen eyalet ve şehirlerdeki tarihi ayaklanmalar yayınlanmadığı için, sanki o bölgelerde hiçbir olay yaşanmıyormuş gibi; “Sovyet kapitalizmi!” altında “ezilen!” işçilerin seve seve boyun eğerek, kuzu kuzu sömürülmeye devam ettiğini zannediyor olabilirsiniz!

      [Devamı 3. bölümde]

      Sil
    38. [3. BÖLÜM]

      Sayın Eğilmez’in “Ahbap Çavuş Kapitalizmi” başlıklı yazısında yazılan ilk 3 yorumu henüz anlamamışsınız. Lütfen o 3 yorumu tekrar okuyunuz. “Aslan veya kaplan” kelimeleri ile Peter Joseph ne ifade etmeye çalışmış, siz ne anlıyorsunuz; lütfen kendi kendinizi yine kendiniz kontrol ediniz. Bu 3 yorumu tekrar okuduktan sonra John McMurtry’nin muazzam şekilde anlattığı Locke ve Smith tâhlillerini gözden geçirdiğinizde, özellikle “ön koşul!” derken neyi kastettiğini iyi idrak ederseniz; bulanıklık yaşadığınız “kaplan” kelimesi de açıklığa kavuşacak. Bu paragrafta yazılan işlemi yaparken lütfen acele etmeyin.

      Konuyu daha fazla uzatmamak için son örnek:

      Aralık 2013 / Ocak 2014:

      Dünyanın en büyük ilaç şirketlerinden biri olan “Bayer”in CEO’su “Marijn Dekkers”; şirketin kanser ilacı olan “Nexavar” için hasta başına yılda 67 bin dolar talep ettiğini hatırlattı. Ve “ilacı Hintliler için değil, zengin Batılılar için geliştirdik.” dedi!

      “Business Week” adlı derginin son sayısında yer alan habere göre; etken maddesi “sorafenib” olan kanser ilacının patentsiz üretimine Hindistan hükümetinin onay vermesine tepki gösteren “Bayer” şirketinin Hollandalı CEO’su Dekkers; “Doğruyu konuşma zamanı geldi: Biz bu ürünü Hindistan pazarı için geliştirmedik. Kanser ilacını Batı’da yaşayan ve maddi güce sahip insanlar için geliştirdik.” dedi!

      Hollanda’da üretilen ve hasta başına yılda 67 bin dolara mal olan ilacın Hindistan’da ise sadece 177 dolara satıldığına dikkat çekilen haberde, Dekkers’in bu şok açıklamaları nedeniyle birçok derneğin dava açmaya hazırlandığı ileri sürüldü.

      Kaynak 1: http://www.haberturk.com/polemik/haber/918944-zenginler-icin-ilac-olur-mu

      Kaynak 2: http://www.businessweek.com/news/2014-01-21/merck-to-bristol-myers-face-more-threats-on-india-drug-patents

      Kaynak 3: http://www.cjr.org/the_audit/bloombergs_viral_misquote_1.php

      (Orijinal İngilizce metin: “Is this going to have a big effect on our business model? No, because we did not develop this product for the Indian market, let’s be honest. We developed this product for Western patients who can afford this product, quite honestly. It is an expensive product, being an oncology product.”)

      “... ezilenleri göstermek, önerdiğiniz sistemi doğru yapmaz.” → Lütfen dikkat buyurun: Sayın Desmond Tutu’nun söylediği sözün sadece bir kısmını alıyorsunuz; tamamını değil. “Adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir ortamda eğer ‘ben tarafsızım’ diyorsan, adaletsizlik yapanın tarafındasın demektir. Eğer bir fil bir farenin kuyruğunu eziyorsa, bu fare senin nasıl hâlâ tarafsız kalabildiğine anlam veremeyecektir!” (C.D.S.)’nin kainatın görüp görebileceği en muazzam kurtuluş yolu olmadığı yukarıda defalarca söylendi.

      Peki günümüzde uygulandığı iddia edilen Montesquieu’nun sistemleştirdiği “Separation of powers ~ Güçler ayrılığı” prensibi; “serbest piyasa ekonomisi!” sistemi içinde “ezenden” yana mı, yoksa “ezilenden” yana mı tavır alıyor?! Bu soru üzerine ilk önce yukarıda yazılan referans kaynakları okuduktan sonra cevap yazmaya yönelin; lütfen acele etmeyin!

      [Devamı 4. bölümde]

      Sil
    39. [4. BÖLÜM]

      Günümüzdeki sistemde adaletsizliği “ezen” taraf işliyorsa, hukuk “yumuşatılmış yaptırım!”;

      Adaletsizliği “ezilen” taraf işliyorsa, hukuk “tam yaptırım!” uyguluyor!

      Bunu şahsım da dahil, kimse görmezden gelemez! Yukarıda verilen “Nexavar” ilacı örneğini aklınızdan lütfen çıkarmayınız! Sayın Desmond Tutu, bu dehşetengiz akıl tutulmasına işaret etmeye çırpınıp durduğu için yukarıdaki vecizeyi dünyaya kazandırdı!

      Peki “ezen!” ve “ezilen!” ayrımı artık bir son bulduğunda; “hukuk” nasıl bir misyon üstlenecek? Cevabı aşağıda:

      Bir önerme olan (C.D.S.) adlı sistemin;

      “Technocracy ~ Teknokratlar hükümeti”nin meydana gelmemesi için,

      “Juristocracy ~ Yargıçlar hükümeti”nin meydana gelmemesi için,

      “Dünya gezegeni içinde yaşayan tüm insanlar”ın alınan her kararda ortak ve “doğrudan demokrasi” içinde bizzat var olması için

      “Güçler dengesi” prensibini kabul ettiği yukarıda yazıldı.

      (Not: “Direct democracy ~ Doğrudan demokrasi” ile “Representative democracy ~ Temsilî demokrasi” arasında çelişki yaşamanız doğal. Kafanızdaki pürüzleri referans kitaplara yönelerek kendi kendinize temizleyebilirsiniz. Temizlik işlemi için ilk dört düşünür tavsiyesi aşağıda tekrar yazılmıştır.

      “Soruyorum, bu programı kim denetleyebilir? 9 milyar insanın verdiği oyun değişmediği bu insanlar bir araya gelip kendi kendine kontrol edemez değil mi?” → Yukarıda bahsedilen pürüzü gidermediğiniz müddetçe bu sorunun cevabını bulamazsınız.

      Cevaplara giden yolları keşfetmek için; lütfen ilk olarak “Proudhon”, “Kropotkin”, “Bakunin” ve “Thoreau”nun eserlerini okumaya çaba sarfedin. Özellikle bu dört düşünürün kitaplarını okuduktan sonra “doğrudan demokrasi” kavramını daha iyi anlayacaksınız.)

      “...Malum bir seçim yaşadık. Ve bu süreçte bu oy verme işlemlerinin elektronik ortamda olması gibi bir seçenek de konuşuldu. Seçimde sizin dediğiniz gibi ortak karar verme uygulamanıza bir örnek olduğu için anlatıyorum. Seçmen oyunu elektronik bir ortamda kullandı diyelim. Bu programı inşa edenin yardımıyla oylarda değişiklik yapma imkanı teknik olarak var mı yok mu? Var. Yani programlara fazla güvenmemek lazım.” →

      1. “...bir seçim yaşadık.” → “Direct democracy ~ doğrudan demokrasi” sisteminde işleyen seçim anlayışı, şu an deneyimlediğimiz seçimler ile bir benzerliğe sahip değil. Lütfen referanslara yöneliniz.

      2. Yukarıda yazdığım “...akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için bir programlamanın/programlamaların ortak kararlar ile her zaman demokratik zeminde alındığı...” ifadesi içinde geçen “...programlamanın/programlamaların...” kısmını sanırım;

      “Her şeyi elektronik ortamda makinelerin kontrol ettiği”,

      “Tüm hayatın bilgisayarların doğurduğu sonuçlara göre yönetildiği”,

      “Kainatı dev robotların sırtında taşıdığı” bir sistem gümbür gümbür geliyor; oh ne güzel, tahinli-pekmez kadar lezzetli bir hayat bizi bekliyor desenize! ; şeklinde anlamış olma ihtimâliniz yüksek.

      “Bütün bunlar yaşanırken ben de valizimi hazırlayıp, şnorkel, parmak arası terlik, Hawaii desenli %100 pamuklu bir gömlek, hasır şapka, balık tutmak için olta takımımı da yanıma alıp ömrümün geri kalanını, o ülke senin bu ülke benim gezerek, ayak bastığım her şehrin en ünlü meydanında çektiğim -selfie!-yi hemen -instagram!-ımda paylaşarak, sürekli tatil yaparak, -hiç çalışmadan!- geçireceğim; yan gel yat, keyfine bak, oh ne rahat!” diye tahayyül ediyorsanız, yanılıyorsunuz!

      [Devamı 5. bölümde]

      Sil
    40. [5. BÖLÜM]

      Yine yanlış anlaşılma doğmasın: “Rahatlık” asla gelmeyecek demiyorum.

      Dersim/Ovacık Belediyesi “iktidarını!” kazanmış olan “Türkiye Komünist Partisi!”nin bölgede kuracağı “slave/labour camps ~ çalışma kampları”nda talim ve terbiye süzgecinden geçmek için ülkede 15-25 arasındaki her kişi bu kamplara 2 senelik “eğitim!” görmeye mecbur bırakılacak da demiyorum! (“Eğitim!” kelimesinden neleri kastettiğimi daha iyi kavramak için lütfen Michel Foucault’un “Hapishanenin Doğuşu” eserini okuyunuz!)

      Bir insanın ve bir toplumun:

      “Rekabet!” ve “para!” denilen iki büyük ceberut sistem ortadan kaldırıldıktan sonra;

      “PARA KAZANMAK için çalışmak!” eyleminin getirdiği “ölümcül yıkımlar”ın insanlığa bıraktığı nasihatlar ile (Bu “ölümcül yıkımlar”ı iyice anlamak için lütfen Gabor Maté’yi ve Yankı Yazgan’ı bir kez daha okuyunuz),

      “MUTLU OLMAK için çalışmak!” eyleminin getirdiği o muhteşem “feyz!” ve “ilerleme!” duygusunu;

      yukarıda yazılan referans kaynakları okudukça

      ve

      Gandhi’nin uyardığı gibi; “bizzat kendiniz!” hareket etmeye başladıkça,

      ruhunuzun en derin noktasına kadar hissedeceğine şahit olacaksınız! Size garanti veriyorum!

      Bir örnek:

      (C.D.S.) ve benzeri bir sistem kainatta kabul gördüğünde; fabrikada bir otomobili kendi elleriyle, kendi kollarıyla, kendi aklıyla üreten işçi (lütfen dikkat buyurun: “C.D.S.”de; “Mavi Yaka & Beyaz Yaka” ayrımı ortadan kalkmış olacak!) bu arabayı kullanmak için; o fabrikanın kendisine ödediği maaşın üzerine bankadan (lütfen dikkat buyurun: “C.D.S.”de; “Banka” adlı kurum ortadan kalkmış olacak!) “taşıt kredisi!” çekmek zorunda kalmayacak!

      İşçi; bizzat “kendisinin!”, “kendi alın teriyle!” ürettiği bu araca yine bizzat “kendisi!” binecek!

      Bu kısa örneği, aklınıza gelen her tür “üretim araçları” ve bu araçların, bir zincirin halkaları gibi, kainatta örülü olan “bütün mal & hizmet sektörü”ne yayarak; (C.D.S.)’nin nasıl bir hayat vadettiğini daha net görebilirsiniz!

      Biraz daha yakından anlamak için lütfen önümüzdeki 5 yıl içinde çığır açacak “3D printing” ~ “3 boyutlu ürün yapabilen yazıcılar” teknolojisini iyi takip edin! Ne yazık ki bir “kâr amacıyla kurulmuş özel şirket!” tarafından yönetilen meşhur arama motoru “Google!”a yazarak “3D printing”in bir meteor gibi dünyaya nasıl yaklaştığını öğrenebilirsiniz.

      Yukarıdaki yorumlar içinde yazılan referans kaynakları henüz ciddiyetle okuyup deneyim kazanmadığınız için “mutluluğu para ile eşdeğer tutmak” düşüncesine alıştırılmış olma ihtimâliniz yüksek. Bu sahte ilişkiyi bir an önce fark edip, “özgürleşme!”ye başlamak için; lütfen imkânınız izin verdiği müddetçe yukarıdaki kitapları okuyun; Yankı Yazgan’ın uyardığı gibi “hemen!” cevap yazmaya lütfen yönelmeyin.

      [Devamı 6. bölümde]

      Sil
    41. [6. BÖLÜM]

      [[Not (a): “(T.Z.M.) The Zeitgeist Movement”ı ve “(C.D.S.) Collaborative Design System ~ (O.T.S.) Ortak Tasarım Sistemi”ni; son zamanlarda bir tür “Godzilla” olarak lanse edilen “ paralel yapı ! ” nın piyasaya saldığı yeni bir çocuk oyunu zannetme ihtimâliniz de var!

      Bu şüpheye konunun en başına açıklık getireyim:

      (T.Z.M.) ve (C.D.S.); her tür “metafizik” ve “dini” konuyu, bireyin tekil olarak ve toplumların çoğul olarak; “şahsi” inancı kabul eder, yani soyuttur; birer “fiziki olarak vücut bulmuş kurum!” olarak kabul etmez. Yukarıda yazılan “duygularımız” bölümünü tekrar okuyarak bu konuyu daha yakından anlayabilirsiniz.

      (T.Z.M.) ve (C.D.S.); “laik” oluşumdur, ama “laisist” değildir! Her tür “metafizik” ve “dini” konuyu; kâdim kültürlerden insanlığın bugününe ve yarınına yol gösteren birer miras olarak kabul eder; daha ötesini değil.

      Bu nedenle “metafizik” ve “din” konuları; (T.Z.M.) ve (C.D.S.) içinde özgürce faaliyet gösterir ve/fakat getirilen yeni sistem/sistemler üzerinde dominantlık sağlayamaz. Baskın gelmeye yeltenirse; yukarıda bahsedilen “hukuk” kavramı ve “Güçler dengesi” devreye girer.

      Son olarak; (T.Z.M.) ve (C.D.S.) bilimi temel alan özelliği sebebi ile “ateist” değil; “agnostik” bir sistemdir.

      “Allah & Tanrı” ve/veya “din/dinler” var mı; yok mu? → sorularını sormaz.

      Oluşum içinde faaliyet gösteren hiçkimsenin dini inancına müdahale edilmez; ve bir dine/dinlere inanan kişi/kişiler kendi “şahsi” inancını sisteme yaymaya yeltenirse, tekrar ediyorum; yukarıda bahsedilen “hukuk” kavramı ve “Güçler dengesi” devreye girer.

      Not (b): (T.Z.M.) ve (C.D.S.) kabul edildiğinde; her tür “Devlet” aygıtının ortadan kalkacağı söylendi.

      Bu durum;

      Ülke isimlerinin yok olması,

      Ülke tarihlerinin yok olması,

      Ülke kurucu-liderlerinin mirasının yok olması,

      Ülkelerin kendi bağımsızlık savaşları dönemlerinde hayatlarını kaybetmiş insanlara saygısızlık yapılması,

      Tüm toplumların tek-tipleştirilmesi,

      Tek tip kıyafet giyilmesi,

      Tek tip tablet bilgisayar üretilmesi,

      Tek tip mobilya üretilmesi,

      Tek tip lahmacun yapılması,

      Tek tip uzay mekiği üretilmesi,

      Tek tip ev inşa edilmesi,

      Müzik-resim-sinema-tiyatro-edebiyat gibi yüzlerce beşeri alanda tek-tip konuların işlenmesi,

      Kâdim kültürlerden gelen her tür mirasın erozyona uğraması vb. olarak yanlış anlaşılmamalıdır.

      “Devlet” aygıtı + bu aygıtın her uzvu ortadan kaldırıldığında

      ve

      “Özel sektör kapitalizmi” ile “Sovyet kapitalizmi” yok edildiğinde;

      ortaya kendiliğinden çıkacak olan “gerçek özgürlüğün!” bir “tek-tipleşme” değil,

      tam tersine; tam anlamıyla bir kültürel çeşitlilik ve bu çeşitliliğin sonucunda “gerçek kalkınma!”yı getirdiğini göreceksiniz!

      “Gelen gideni aratmasın sakın!”,

      “Sayın uçarı yorumcumuz ‘Adsız’ bey; sen eski köye yeni adet getirmeye mi çalışıyorsun?!”,

      “Her şeyin eski tas - eski hamam kalacağını hâlâ öğrenemedin mi?!”,

      “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovduklarını daha önce duymadın mı?!”

      diyerek kendi kendimizi korkutmaya devam edersek; bu “ gerçek kalkınma ! ” yı hiç bir zaman göremeyebiliriz!]]

      [Devamı 7. bölümde]

      Sil
    42. [7. BÖLÜM]

      Şimdi okuyacağınız anekdotun kaynağını bir sonraki yorumda göreceksiniz:

      - Halkı sever misiniz?

      - Hayatı seven herkes halkı sever…

      - Hayatı mı, halkı mı?.. Bana öyle geliyor ki, hayatı daha çok seversiniz, yahut kavramları?

      - Halk hayatın kendisidir. Hem manzarası, hem tek kaynağıdır. Halkı hem sever, hem tadarım. Bazen bir fikir kadar güzel, bazen tabiat kadar haşindir. Orada her şey büyük ölçüdedir. Halk, çok defa büyük denizler gibi susar. Fakat konuşacağı ağızı bulunca da…

      - Fakat ona gitmek, ona gidemiyorsunuz? Sefaletleri, ızdırapları, endişeleri, hattâ zevki size kapalı kalıyor. Yani “hepimize kapalı” demek istiyorum. Ben Adana’da çalışırken bunu çok iyi hissettim. Daima kapının dışındaydım; içeri nasıl girileceğini bir türlü çözemedim!

      - Kim bilir? Bazı kapıların bize kapalı görünmesi; önünde değil, arkasında durduğumuz içindir! Büyük şeylerin hepsi böyledir. Bir formülde hapsetmek için yakalamaya çalıştın mı, senden uzaklaşırlar. Küçük sefaletlere inersin! Birisinde; akla, mantığa, şüpheye, inkâra / öbüründe; imkânsızlığa, acze, isyana gidersin… Halbuki kendinde ararsan bulursun. Bu bir disiplin, hattâ bir yöntem meselesidir.

      - Peki ama nasıl buluruz?.. O kadar zor ki…

      - Hangi köklere gideceğiz? Halk ve halkın hayatı bazen bir “hazine”, bazen de bir “aldanış”tır. Uzaktan bakınca ucu-bucağı olmayan bir şey gibi görünür. Fakat yaklaştın mı; 5-10 motifin ve modanın içinde sıkışır kalırsın, yahut doğrudan doğruya bazı hayat şekillerine girersin. “Klasik” dediğimiz şey, yahut “yüksek tabaka” kültürü, ondan birçok yerlerde kopmuşsun… ve zaten sıkı sıkıya bağlı olduğu medeniyet yıkılmış.

      - Dediğiniz gibi; ip koptu bir kere. Bugün Türkiye’de nesillerin beraberce okuduğu 5 ortak kitap bulamayız. Çok küçük bir azınlığın dışında, eskilerden zevk alan gittikçe yok oluyor! Biz galiba son kuşağız! Yarın bir Nedîm, bir Nef’î, hattâ bize o kadar çekici gelen “eski müzik” ebediyen yabancısı olacağımız şeyler arasına girecek.

      Ben burada geçmişe saplanalım, “nostalji içinde” kalalım, demiyorum. Ama bir yolu olmalı.. Yüzbinlerce kadim kültürün imbiğinden süzülerek günümüze kadar gelmiş değerler bize yarınlarımız için ışık tutabilmeli. Geçmiş ve geleceğin buluşmasını “bugün” sağlayabilmek için neler yapabiliriz? Ne zaman “geçmişten ders almak” öbeğini kullanmaya yeltensek, hemen yüzümüze “modern dünya karşıtı ↔ geri kafalı ↔ hoş ve boş romantik” yaftasını yapıştırıyorlar!..

      - Evet önümüzde zorluklar var. Fakat çözümler imkânsız değil. Şu an bir tepki, bir “reaksiyon göstermek” çağında yaşıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede Efendi’yi bir Richard Wagner olmadığı için / Yunus Emre’yi bir Paul Verlaine yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya’nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz hâlde çırılçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür, her şey bizden “yeni bir doğuş” bekliyor; biz sahip olduğumuz değerlerin hâlâ farkında değiliz. Başka kültürlerin tecrübesini yaşamaya çalışıyoruz.

      [Devamı 8. bölümde]

      Sil
    43. [8. BÖLÜM]

      - Daha önceleri “sevmekten” bahsetmiştim, fakat artık sevmek de yeterli değil; daha öteye geçmek lâzım. Fikri ve duyguyu canlı bir şey gibi yaşamayı bilmiyoruz. Halbuki halkımız bunu istiyor.

      - Hakikaten istiyor mu? Bana öyle geliyor ki, halkımız bütün bunlara başından itibaren kayıtsız! Bütün geçmiş boyunca bizden o kadar uzak kalmış ki… bu işlerde âdeta ümitsiz. Yahut hiç olmazsa şüphe içinde.

      - Evet halk istiyor. Tarihe “gündelik ve geçici hesaplar” arasından bakmazsan bu memleketin de herhangi bir memleket gibi yaşadığını kabul edersin. Aradaki fark: Bizde “orta sınıfın” adam akıllı meydana çıkmamasıdır; hem kültürel kapasite olarak hem de sayıca henüz yeterli değiller. Geçmişte bu sınıf her an doğmak için olayları zorlamıştır. Fakat doğamamıştır. “Ayrılık/kopukluk” manzarası buradan gelir. Halkın kayıtsızlığı veya biz “Aydınlar”dan şüphesi; yine biz “Aydınlar”ın uydurduğu bir masal olsa gerek! Aramızdaki ideoloji kavgalarında karşımızdakini yenmek için bulduğumuz bir sınıf, bir tür “günah keçisi”. Hani o kısacık ve sadece okuyanın kafasında bir an için parlayan veya okunan gazete sayfalarında kalan “anlık zaferler” yok mu; işte onları kazanmak için!.. Hakikatte halkımız münevverine inanır. Onu benimser. Zaten başka türlüsüne imkân yoktur. 200 yıldır yaşanan siyasi olaylar bizi bir nevi “gemi düzeni” altında yaşatıyor. Mutlak olan tehlikeler bize bu terbiyeyi verdi. Halkımız münevverine daima inandı ve gösterdiği yolda gitti.

      - Ve daima da aldandı?..

      - Hayır, daha doğrusu biz aldanınca o da aldandı. Yani her millette olduğu gibi. Sen tarihte aklî bir yürüyüş kabul eder misin? Böyle bir şey elbette imkânsız. Fakat her türlü cemiyetin binyıllarca birikmiş tecrübesi nesillerin hatası üzerinden atlar. Bize her şeyin iyi gittiği görünümünü verir. Emin olun biz de her millet kadar aldandık, her millet kadar hata ettik…

      - Fakat halkın ızdırabını görmüyorsunuz?

      - Görüyorum. Fakat oradan hareket etmek istemiyorum. Halkı mazlûm gördükçe bir gün zalim olmasını hazırlayacağımı biliyorum. Niçin o kadar çok ızdırap çekiyoruz; yani bütün dünya olarak. Çünkü özgürlük uğrundaki her mücadele yeni bir adaletsizliği gözümüzün önüne seriyor. Ben aynı silahlarla mücadele etmeyi artık bırakmak istiyorum. Türkiye’nin bütünü benim merceğim, ölçüm ve gerçekliğimdir.

      Sadece İstanbul, Ankara, İzmir, Edirne veya Bursa’ya odaklanmak, koskoca ülkeyi adı ön plana çıkmış birkaç ilden ibaret sanmak.. bu hataya düştük ve içinde hâlâ debelenip duruyoruz!

      Merceğin çapını genişletmek, camın kalitesini yükseltmek ve bu merceği daha yukarıda tutup bakarak: “Aaa.. bu Türkiye’de -başka- hayatlar da varmış, -öteki- hayatlar da varmış, gözümüzü kaçırdığımız köyler, seslerini duymayı inkâr ettiğimiz kasabalar da varmış…” diye kendi kendimizi şaşırtmalıyız artık!

      - Bu yeterli değil!

      - Bir ütopyaya kapılmak istemeyen için yeterli. Hattâ olumlu bir iş görmek isteyen için.

      - Peki nedir bu Türkiye?

      - İşte mesele burada. O’nu bulmakta…

      - Ben bu soruya bazen cevap verir gibi oluyorum. Kendi kendime “biz gurbetin insanlarıyız” diyorum. Mesafelerin terbiye ettiği insanlar. Onun aşkı, ızdırabı, hürriyeti. Tarihimiz, sanatımız; hiç olmazsa halkta böyle…

      Kaynak: “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1 - Bir huzursuzluğun romanı: Huzur; Ahmet Hamdi Tanpınar incelemesi” - Prof. Berna Moran - İletişim Yayınları - 2012

      [Devamı 9. bölümde]

      Sil
    44. [9. BÖLÜM]

      Ali Akay (prof.), Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ünv. Sosyoloji Bölüm Başkanı (Mart 2012) uyarmıştı:

      “Bugünkü üniversite sistemine baktığımızda; bilginin değeri ‘bildiğin kaç para ediyor?’ sorusu üzerine kuruludur. Bu görüş 1970’lerde hızla yayılmaya başlamıştır. Steve Jobs ve Mark Zuckerberg gibi kişiler bu konuya verilebilecek en iyi iki örnektir. Bu nedenle bir bilimsel kimlik/başarıya sahip olmanın üstüne ‘businessman-iş adamı’ kavramı inşa edilmeye, bu anlayışa sahip öğrenci profili yaratılmaya çalışılıyor.”

      Celal Şengör (prof.), İstanbul Teknik Ünv. Jeoloji Mühendisliği Öğretim Görevlisi (Aralık 2006) uyarmıştı:

      “Üniversiteler artık bilginin üretildiği değil, üretilmiş bilginin nasıl maddî kazanca çevrileceğinin öğretildiği yerler haline geldi.”

      Mustafa İnan (prof.), İnşaat Mühendisi (1911-1967) uyarmıştı:

      “Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın, olur mu çocuklar?!

      Oppenheimer gibi hissediyorsanız; bırakın yüksek binaları başkası yapsın, büyük barajlarda başkası çalışsın.

      Bazılarına çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir. Bırakınız bu işleri öyleleri yapsın.

      Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirası ile yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir. Bırakınız parayla da onlar uğraşsın.

      Sizin kuvvetli olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi ‘Kuvvet nedir?’ diye merak ediyorsanız; buyrun, sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim.

      Çünkü bazılarına göre ‘Kuvvet’; para ile organizasyonun çarpımına eşittir;

      Bize göre de kuvvet; ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür.

      Bu iki formülü birbiriyle karıştırmayın, olur mu çocuklar?!

      Kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın, olur mu çocuklar?!”

      Günümüzde devam etmekte olan, hangi “siyasi ideolojiden!” beslenirse beslensin faktetmez, her tür “Devlet” aygıtının ve ceberut “serbest piyasa ekonomisi!” mahlaslı sistemin fonksiyonlarını daha yakından öğrenmek için:

      KİTAP: Prens
      Yazan: Niccolo Machiavelli
      (Birden çok çevirmen ve yayınevi tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)

      KİTAP: Leviathan
      Yazan: Thomas Hobbes
      Çeviren: Semih Lim
      Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

      KİTAP: 1984
      Yazan: George Orwell
      Çeviren: Celal Üster
      Yayınevi: Can Yayınları

      KİTAP: Cesur Yeni Dünya
      Yazan: Aldous Huxley
      Çeviren: Ümit Tosun
      Yayınevi: İthaki Yayınları

      KİTAP: Diplomasi
      Yazan: Henry Kissinger
      Çeviren: İbrahim H. Kurt
      Yayınevi: Türkiye İş Bankası Yayınları

      “Olması gereken” sistemleri öğrenmek için:

      (“Olması gereken” derken neyin kastedildiğini anlamak için lütfen yukarıda Gabor Maté’nin söylediklerini bir kez daha okuyunuz!)

      KİTAP: Federasyon İlkesi
      Yazan: Pierre Joseph Proudhon
      Çeviren: Merve Özsalan
      Yayınevi: Öteki Yayınevi

      KİTAP (a): Anarşi / Felsefesi-İdeali
      KİTAP (b): Anarşist Ahlak
      Yazan: Peter A. Kropotkin
      Çeviren: Işık Ergüden
      Yayınevi: Kaos Yayınevi

      KİTAP: Tarlalar Fabrikalar ve Atölyeler
      Yazan: Peter A. Kropotkin
      Çeviren: Sibel Sevinç
      Yayınevi: Kaos Yayınevi

      KİTAP: Doğal Yaşam ve Başkaldırı / Sivil İtaatsizlik Makalesi ve Walden Gölü
      Yazan: Henry David Thoreau
      Çeviren: Seda Çiftçi
      Yayınevi: Kaknüs Yayınları

      KİTAP: Ekonomik İtaatsizlik
      Yazan: Henry David Thoreau
      Çeviren: Eylül Desen Kaytancı
      Yayınevi: Kafekültür Yayıncılık

      Ve

      * “(C.D.S.) Collaborative Design System ~ (O.T.S.) Ortak Tasarım Sistemi”,

      * “(L.S.P.) Localized Solutions Project ~ (Y.Ç.P.) Yerelleştirilmiş Çözüm Projeleri”,

      * “(G.R.I.) Global Redesign Institute ~ (K.Y.E.) Küresel Yeniden-Tasarım Enstitüsü”

      Kitaplarını & oluşumlarını tekrar tekrar okuyup; gözlemleyiniz. Daha önce okuyup, gözlemlediyseniz; şu anda daha özgür, daha cesur bir beyinle bir kez daha okuyunuz, gözlemleyiniz!

      [Devamı 10. bölümde]

      Sil
    45. [10. BÖLÜM]

      “The Zeitgeist Movement” 2014 itibariyle: Arjantin, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Avusturya, Belçika, Bolivya, Brezilya, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Çin Halk Cumhuriyeti, Danimarka, Ekvador, Fas, Filipinler, Finlandiya, Fransa, Guatemala, Güney Afrika, Hindistan, Hollanda, İrlanda, İsrail, İtalya, İngiltere, İspanya, İsveç, İsviçre, Kanada, Kolombiya, Kosta Rika, Kazakistan, Litvanya, Malezya, Meksika, Nikaragua, Norveç, Paraguay, Polonya, Portekiz, Romanya, Rusya, Sırbistan, Singapur, Slovakya, Suriye, Şili, Ukrayna, Uruguay, Venezuela, Yeni Zelanda, Yunanistan’da faaliyetlerini tüm hızıyla sürdürüyor.

      Yeni ülkelerin kalbini her zaman kazanmaya çalışıyor. Türkiye tabii ki bu “kalbi kazanılacaklar” listesi içinde.

      (T.Z.M.) ve (C.D.S.):

      1989 Çin-Pekin, Tiananmen Meydanı protestolarında,

      (1989 “Berlin Duvarı”nın yıkılışı “T.Z.M.” ve “C.D.S.” için bir anlam ifade etmiyor. Çünkü bu duvarın yıkılışı; “Özel sektör kapitalizmi!”nin zaferini “Sovyet kapitalizmi!”ne karşı ilânından başka bir şey değildir! Ölümcül tehlike “kapitalizm” yerli yerinde duruyor!)

      1999 ABD-Seattle’da “Dünya Ticaret Örgütü”ne karşı yapılan protestolarda,

      2008 Yunanistan’da 15 yaşındaki Alexandros Grigoropoulos’un polis tarafından öldürülmesiyle başlayan ve ülkenin sancılar içinde kıvrandığı derin “serbest piyasa ekonomisi!” problemleriyle birlikte bir kartopu gibi büyüyen protestolarda,

      2010 Tunus’da sokakta tekerlekli tezgâhı üzerinde meyve & sebze satarak ailesini geçindirmeye çalışan, “eve ekmek götürmek için gecesini-gündüzüne katan!” Muhammed Bouazizi’nin, “devlet aygıtına mensûp!” zabıta ekiplerinin sürekli tacizi ve “rüşvet sarmalı!”nın getirdiği öfkeyle üstüne benzin döküp kendini yakması ile başlayan ve hemen ardından tüm Tunus’a yayılan protestolarda,

      2011 İspanya’da; ABD’de “2007-08”de “subprime mortgage crisis” adıyla başlayıp tüm dünyaya yayılan ve nihayetinde bir “Avrupa Birliği finansal krizine” de evrilen “serbest piyasa ekonomisi!” zemini üzerinden “ekonomik kemer sıkma politikaları (austerity measures)” ve yüksek işsizlik oranları nedeniyle; evlerini, işlerini, ailelerini kaybetmeye başlayan insanların; Madrid lokantalarının mutfak bölümlerinden dışarıya bırakılan, “arka sokaklardaki yığılmış çöpler!” arasından, karınlarını doyuracak birkaç parça yemek bulabilmek için verdikleri mücadele sonucunda onlarca insanın “zehirlenerek!” hayatını kaybetmesi nedeniyle yayılan protestolarda,

      2011 ABD-New York, Zuccoti Park’ta başlayan; “subprime mortgage crisis”in tetiklediği ve sonuçta “tüm kapitalizmi!” saran günümüzün ve gelecek 50 yılın en ölümcül tehlikesi olan “gelir dağılımı adaletsizliğine” karşı ve “Devlet!” adlı aygıtın tamamen bir “insanları kameralarla gözetleme mekanizmasına!” dönüşmesini temel alarak; tüm dünyaya bir uyarı mesajı göndermek amacıyla “Occupy Wall Street” ismiyle yapılan protestolarda,

      28 Mayıs 2013 Türkiye-İstanbul, Taksim Gezi Parkı’nda,

      “direct democracy ~ doğrudan demokrasi” uygulamasını başlatanlardan biriydi!

      Peki niçin genişleyerek devam edemiyor?!

      Çünkü Wilhelm Reich’in sorduğu soruya, yukarıda yazılan referans kaynakları okuyup inceledikten sonra cevap vermeye yanaşacak kadar sabrımız ne yazık ki yok!

      [Devamı 11. bölümde]

      Sil
    46. [11. BÖLÜM]

      “Asıl sorulması gereken:

      Neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen insanın greve gittiği değil;

      Neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir?!”

      Çünkü Nuran Yıldız’ın bizleri uyardığı: “...En önemlisi ‘Bağlanmak yok!’, ‘Uzun vade yok!’, ‘Tek başınasın!’, ‘Kullan at!’, ‘Çabuk ol!’, ‘Unut gitsin!’, ‘Biri benim yerime karar versin!’...” cümlesini artık sayın Mahfi Eğilmez’in bu blog sayfasında öğrendiğimiz hâlde, eyleme geçmeye “korktuğumuz!” için cevabı/cevapları bulamıyoruz!

      Çünkü cevap yazmak için çok acele ediyoruz!

      Lütfen Robert Lee Frost’un bizlere yaptığı uyarıyı unutmayın:

      “Dünya istekli insanlarla dolu:
      Bazıları birşeyleri değiştirmeye istekli;
      geri kalanlarda onları kendi hâline bırakmaya!”

      Lütfen “konformizm tuzağı”nın ne demek olduğunu en kısa zamanda öğrenmeye çalışın!

      Bu satırların yazarı “Adsız” kişi başta olmak üzere, en azından bu sayfayı ziyaret eden ve ziyaret edecek olanlar bu ölümcül tuzaktan kurtulmak için yukarıda yazılan referans kaynaklara ve bu kaynakların daha fazlasına yönelmeli.

      Katılımcı/ziyaretçi bu blog sayfasını okumayı bitirdiğinde, imkânı elverdiği müddetçe, yukarıdaki referans kaynakları okumak için derhâl harekete geçmeli; 1 saniye bile kaybedecek vakit artık kalmadı!

      Çünkü her boş geçen 1 saniye, bizleri yeni Soma “cinayetlerine!” yaklaştırıyor!

      Çünkü her boş geçen 1 saniye;

      Aralık 2013’de Konya/Ereğli’de donarak hayatını kaybeden 40 günlük “Ayaz Bebek”in

      Ve

      Şubat 2014’te Van/Gürpınar/Yalınca Köyü’nde hastaneye yetiştirilemediği için hayatını kaybeden, ve o körpe bedeni bir çuval içinde toprağa verilmek üzere taşınan 3 yaşındaki “Muharrem Taş”ın hesabını sormamızı geciktiriyor!

      Yukarıda yazılanlar;

      “Ölümler üzerinden ve mağdur edebiyatıyla (C.D.S.)’ye yandaş kazandırmak!”,

      “Felaket tellallığı yapmak!”,

      “Karamsarlık aşılamak!”,

      “Sayın Timur Çimen’in veya herhangi bir katılımcının fikirlerini çürütmeye çalışıp; liseli-ergen heyecanı yaşamak!”

      “İç savaş çıkarmak için sayın Mahfi Eğilmez’in sitesini propaganda aracı olarak sömürmek!” demek değildir!

      Lütfen; Gabor Maté ↔ John McMurtry ↔ Ahmet Hamdi Tanpınar ↔ Mustafa İnan ↔ Yankı Yazgan ↔ Nuran Yıldız ↔ Desmond Tutu ↔ Adam Curtis’in yukarıda aktarılan anekdotlarını hatmedin ve yayabildiğiniz kadar çok yere yayın!

      [Devamı 12. bölümde]

      Sil
    47. [12. BÖLÜM - SON]

      Sokağa çıkmaktan korkmayın!

      “Edilgen!” olmaktan bir an önce sıyrılıp “etken!” olmak için mücadele etmekten korkmayın!

      Dünyaya gelen bir bebeğin poposuna vurarak onu ağlatırlar; çünkü ciğerlerine hava dolması, “yaşaması!” gerekir.

      Bebek her nefes alışında oksijen ciğerlerini yakar; yaktıkça hayata bağlanır ve özgürleşir, yaktıkça hayata bağlanır ve özgürleşir, yaktıkça hayata bağlanır ve özgürleşir!

      Sizler de yukarıda yazılan referans kitapları okudukça özgürleşeceksiniz!

      “Benim adım da Köylü Ekrem”:
      (1-2 saniyelik ses-görüntü uyumsuzluğu var.)

      http://www.izlesene.com/video/koylu-ekrem/7225200

      Alternatif (a): http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/177130/koylu-ekrem

      Alternatif (b): http://www.youtube.com/watch?v=Cm4brGyuLD4

      “Büyük insanlık gemide güverte yolcusu
      tirende üçüncü mevki
      şosede yayan
      büyük insanlık.

      Büyük insanlık sekizinde işe gider
      yirmisinde evlenir
      kırkında ölür
      büyük insanlık.

      Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter
      pirinç de öyle
      şeker de öyle
      kumaş da öyle
      kitap da öyle
      büyük insanlıktan başka herkese yeter.

      Büyük insanlığın toprağında gölge yok
      sokağında fener
      penceresinde cam
      ama umudu var büyük insanlığın
      umutsuz yaşanmıyor.”

      Nâzım Hikmet Ran, Taşkent, 7 Ekim 1958

      “Şiddete başvurmayan doğrudan eylem;
      Yaratmayı amaçladığı bunalım ve gerilim yoluyla,
      Müzakere masasına oturmaya ısrarla yanaşmayan toplumu sorunla yüz yüze gelmeye zorlar.
      Sorunu daha fazla göz ardı edilemeyecek biçimde dramatik duruma sokar!
      Acı tecrübelerimizden biliyoruz ki:
      Ezenler özgürlüğü asla gönüllü olarak vermezler;
      Ezilenlerin özgürlüğü kendi elleriyle alması gerekir!”

      Martin Luther King, Jr., ABD-Alabama, Birmingham hapishanesi, 16 Nisan 1963

      http://thezeitgeistmovement.com/

      http://www.tzmchapters.net/

      https://www.facebook.com/tzmglobal/

      http://blog.thezeitgeistmovement.com/

      http://thezeitgeistmovementforum.org/

      https://twitter.com/ZeitNews

      https://www.facebook.com/peterjosephofficial

      https://twitter.com/ZeitgeistFilm/

      Saygılarımla.

      Sil
  10. siyasallaşmanın tam da zamanı..siyasi bilinci/ahlakı yetersiz olanlara önerim Oda.Tv'ye yazılan yorumları okumaları..bazen yorumların kalitesi yazıyı geçiyor..cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde siyaset ekonominin önüne geçecek gibi görünüyor..bu seçim Türkiye'nin geleceği açısından ölümcül önemde..bu itibarla Mahfi Hocam'ın ekonomi dışı yazılara daha çok yer vermesini diliyorum

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ekonomi dışı konular ekonomiyi öylesine fazla etkiliyor ki ister istemez dışarı çıkıyoruz.

      Sil
  11. Mukemmel bir durum ozeti,kaleminize saglik!

    YanıtlaSil
  12. Cumhuriyet bir yönetim biçimi değil mi? Kadın erkek eşitliği, yasalar önünde eşitlik, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve diğerleriyle hiç bir alakasının olmaması lazım terim anlamına bakarsak. Sizde terim anlamını biliyorsunuz ki İngiltere örneğini vermişsiniz. Ama sonrasında sunduğunuz örnekler sanki yazıyla pek bağdaşmamış. Özünde İran'da bir cumhuriyettir ama bu hakların hiç biri onlarda da adam akıllı olmamıştır. Teşekkürler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu saydığınız hakların tamamı henüz bu ülkede demokrasi yokkemn padişahlıktan cumhuriyete geçildikten sonra getirilmiş haklardır. Hiçbiri savaşarak ve dövüşerek elde edilmediği için değeri anlaşılmamıştır. Tuhaf bir biçimde demokrasi ilerledikçe bu haklar geri gitmiştir.

      Sil
    2. Dediğiniz çok mantıklı Mahfi Hocam ama tuhaf karşılamamak lazım. Diğer ülkelerde olduğu gibi bu haklar savaşarak yada ihtilal ve devrim sürecinde gelseydi, haklarını ve cumhuriyeti halk kendi kazandığı için daha çok sahip çıkacaktı. Ama bunlar tek bir elden geldiği ve toplum bu değişimlere hazır olmadığı yada değişimleri yanlış yorumladığı için sadece son 10 yılda değil 90 yıldır bu haklarının, bazı kesimler hariç değerinin anlaşıldığını düşünmüyorum.

      Sil
    3. Tuhaflığın izahı alttaki yazımda mevcut (kısa olarak)

      Sil
    4. Cumhuriyet rejiminin fikri ve ameli çıkış noktası olan ülkeler iyi incelenmeli, Osmanlı coğrafyasında dinlerin algısı nedeniyle halkı sınıflaşmaya iten bir yaşam biçimi yoktu diyebilirsek, sınıflaşmanın Cumhuriyetle başladığı kuvvet kazanmaktadır. Bu cumhuriyet halkın söz sahibi olmadığı belirli fikri grupların söz sahibi olduğu bir cumhuriyet rejimidir diyebiliriz. Cumhuriyetin tarifi her ne kadar dış tarafgirlerden aşırma idiyse de uygulaması dışarıdaki ortakların uygulamasıyla aynı olmadı diyebilir miyiz ? Sınıfsal cumhuriyet anlayışı, gene dış dayatmayla sınıfsal demokratik anlayışa evrilmiştir. Başımıza gelenleri anlayamadığımız olgu tarihin köklerinde sosyal ve içtimai hayatı tarif etmediğimiz için. Tuhaf bir biçimde gerçek demokrasi ilerleyememiş ve zaten sınıfsal cumhuriyetin doğası gereği verilmeyen haklardan, hak olarak bahsetmek mümkün değildir.

      Saygılar.

      Sil
  13. "Seçimi kazananlar yönetimi, kendileri için biçimlendirmeye başlarlarsa demokrasi biter." Katılamıyorum. Çünkü ; Demokrasi, seçimi kazananların (kişi veya grup) kendi menfaatlerini kurmalarının ve kollamalarının tek ve yegane yolu olup ve dahi başka bir işe yaramayan sistemdir. Demokrasi tarihi çıkarcı grupların, tam ve teşekküllü kendi çıkarlarını inşa etmeleriyle doludur. Zenginler, askerler, mühendisler, müteahhitler, bürokratlar v.s.
    "Demokrasi azınlığın haklarını korumaktır." Söylemek istediğimde tam da bu. Kolektif azlık kendi menfaati uğruna bütün beşeri manüple ederek kendi çıkarını ali ve yüce ve dahi dokunulmaz hale getirmenin yolunu ancak demokrasiyle sağlayabilir.
    "Bizde son zamanlarda tam tersi yayılıyor ve demokrasi çoğunluğun tahakkümüne dönüşüyor." Hayır, yukarıda izah ettim.
    "Seçim yapmış ama seçimi kaybetmiş olanlara kazanmış olanlarla aynı hakları tanımayan bir ülkenin demokrasiyle yönetildiğini söylemek mümkün değil." Bunu söylemek için en az seksen yıl geciktiniz, temsili demokrasiler nisbet oranına göre yönetime katılırlar, bu da ilk tanımlamada olmalı idi. Ürdün'de sizin aradığınız demokratik sistem mevcut. Buda demokratik bir usul.

    Hocam bu yazıyı siz değil sanki bir çırağınız yazmış gibi. Çalakalem, içselleştirilmeden yazılmış gibi. Yemeğin içine katılacak çok nevale unutulmuş ve tuz yerine şeker katılmış gibi.

    Genede teşekkürler.

    YanıtlaSil
  14. Demokrasi anlayışımız belli ki çok farklı. Yine de yorumlarınıza saygı duyuyorum, teşekkürler.

    YanıtlaSil
  15. Ekonomi ile siyaset ayrıdır diye bir düşünce var. Bu çok saçma değil mi? Siyaset ile ekonomi birbirine göbek bağı ile bağlıdır. Dünya tarihindeki bütün ekonomik krizlerde bunu görebiliyoruz. Bir de cumhuriyet ve demokrasinin bakış açısına göre farkı olmaz ki? Demokrasi ve cumhuriyet yüzyıllardır örnekleri ile birlikte çok açık ve yazılı kavramlardır. Eğilip bükülebilen kavramlar olduğuda büyük bir yanılgıdır. Ha demokrasi amaçtır veya araçtır anlayışı bir bakış açısından çok farklı bir yönü ifade etmektedir.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ekonomi bir bilim olarak geliştikçe siyasetten ve ideolojiden soyutlanma yolunda çaba gösterilmiş olsa da haklısınız ekonomi ideolojiden ve dolayısıyla siyasetten soyutlanamıyor. Bugün okuttuğumuz ekonomi kapitalist sistemin ekonomisidir. Yani bir ideolojiye bağlı bir daldır.
      Biz toplum olarak bugün geldiğimiz noktada yüzyıllardır oturmuş kavramları da eğip bükmeye başladık. Laiklik tanımı bunun en belirgin örneğidir. Ne olduğu yüzyıllardır bellidir. Ama biz farklı bir tanım arayışına girdik. Hatta tanımı Anayasaya yazma saçmalığına kadar getirdik tartışmayı. Sanki Anayasa ders kitabıymış gibi.

      Sil
    2. Bütün siyasal görüşler kapitalistlere hizmet eder, diyebilir miyiz ? Son ikiyüzyıl bu görüşümü destekleyen tarihsel anekdotlarla dolu. Halkların egemenliğinden bahseden (kominizim-sosyalizm v.b.) sistemler kendi içlerinden milyarderler çıkarıyorlarsa ki çıkarıyorlar, bu pratikte siyasilerin, bilimcilerin, ilericilerin, gericilerin, eşitlikçilerin, dincilerin ve dahi insan hakları savunucularının, kapitalistlerin hegomanyasında olduğunun en büyük delili değilmidir ?
      Bana öyle bir tanım söyleyin ki bu tanım üzerinden halkın büyük çoğunluğunu hem dövelim, hem sistem dışına çıkaralım, hem düşman ilan edelim, hem kendisine hem ailesine zulm edelim, hem kendisiyle çelişkiye düşürelim hem tarihiyle çelişkiye düşürelim, hem imanıyla hem tanrısıyla çelişkiye düşürelim v.s. Laiklik, sınıfsal cumhuriyetçilerin elinde, sözünde,dilinde bu toplumu negatif yönde maniple etmiş ve iç düşman telakkisi ile halkın bir kısmını hedef göstermiş mi?
      Bize ulaşan ve yaşamaya mecbur kaldığımız bu zamanlar tuhaf bir o kadar anlamsız geliyorsa, geçmişe bakmak gerekmez mi ? Bu gün yaşanan günler, cumhuriyetin halk yoluyla maniple-demokratlar(farklı anlamcılar) tarafından kapitalistlere(esnaf v.s.) armağan edildiği günlerdir. Kutlu olsun.

      Sil
    3. Laiklik bükülmeye başlanınca neler yaşandığını son aylarda gördük. O bunun hakimi bu şunun müdürü o güvenilmez vs diye. Böyle olunca kim gönül rahatlığı ile yaşayabilir ki? İster iktidarda olun ister muhalefette ister diğer cemaatlerde herkes korkuyor ya bana bir şey olursa diye. İşte laikliğin önemi de buydu. Herkesin adil şatlarda yaşaması. Önemini anlamaladı kimse tabi

      Sil
    4. Arap ülkelerinde laiklik yok ama orada sınıfsal burjuvazinin kralı yapılmıyor mu ?

      Sil
  16. Hocam anladığım kadarıyla bizim ekonomimizdeki en büyük sorun tasarruf açığı bu açığı kapatmak için tasarruf eğrisini sağa kaydırmanın yollarını aramalıyız bunun en büyük yoluda toplumun yaşayış biçimini değiştirmek biz bunu değiştirebilirmiyiz eğer bunu yapabileceksek hangi vadede gerçekleitirebiliriz ?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Tasarruf açığı 2000'ler öncesinde yok denecek kadar azdı. Yatırımlarımızda (GSYH'ya oranı) bir artış olmadığı halde tasarruflarımızın GSYH'ya oranında büyük düşüş oldu. Bunun iki nedeni var: (1) 2000'ler öncesinde yüksek reel faiz almaya alışmış toplumda reel faiz oranlarının 1 puana (bazen negatife) düşmesi insanları tasarruftan uzaklaştırdı (2) Toplumda yaratılan faiz düşmanlığı insanlarımızın bir bölümünü mevduat yapmaktan uzaklaştırdı.

      Sil
    2. Tasarruf açığının tek ve gerçek nedeni, yüksek faizli banka kredileri. Türkiye insanı artık kredili yaşama alıştı. Gelecekte yapması muhtemel tasarrufları peşin yiyerek, faiz cinsinden bankalara borçlandı. Faiz düşmanlığı yapacak iman ve bilinç düzeyi yok, inanın yok.

      Sil
    3. İman mı? Savaşa mı giriyoruz yahu. Ekonomi dünyasının en temel kuralıdır. Tasarrufları arttırmak istiyorsanız faizi arttırırsınız. İnsanlar para harcamaz ve para bankada kalır. Eğer faizler düşük olursa insanlar neden tasarruf etsin ki? Ekonomiden en anlamayan vatandaş bile faize para yatırır. Bu yıllardır böyledir. Yeni bir ekonomi tekniği oluşturma isteğini anlamıyorum ben.

      Sil
  17. Çok korkmuş birileri.
    Yazınıza bu kadar tepki göstermelerinin nedeni bu.
    Yazık.
    Acınacak haldeler.
    YALANLA besleniyorlar.
    SADECE YALANLA.
    İstiyorlar ki "Lider ülke Türkiye" deyin.
    İstiyorlar ki "Türkiye kanat taktı uçuyor" deyin.
    İstiyorlar ki "Türkiye dünyanın en parlak ülkesi" deyin.

    Çünkü YALANLA besleniyorlar.
    SADECE YALANLA.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. senden mi korkacağız kardeş sonunu düşünen kahraman olamaz adam olsan ismin piero olmazdı madem korkak değilsin çık dışarı kapışalım klavye erkekliği yapma adres ver kozlarımızı paylaşalım klavye erkeği arkana aldığın insanlara güvenme gün gelir arkana bi dönersin hepsini önüne almış olursun

      Sil
    2. Burası yazıyla fikirlerin ortaya konulacağı bir tartışma alanı. Buradan kavga daveti olmaz.

      Sil
    3. Pieroya müstear ad kullaniyorsun diyen arkadaş, sen de Adsız yorum yapmışsın. :)

      Sil
    4. Ne yapacaksın. Gül geç.
      15 yaşındaki kız çocuklarının 60 yaşındaki adamlara satıldığı bir ülke burası..........

      Sil
  18. herkes her şeyin doğrusunu bilirken bunca yanılgıyla yaşamak neden.. ekonomi dediğimiz şey siyasetten ayrı düşünülemez zira ikisi arasında çok hassas dengeler var. benim anlamadığım siyasilerin ekonomist danışmanları yok mu?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ekonomicilerin siyasi danışmanları ve dahi siyasi emir erleri var.

      Sil
    2. Ekonomi biliminin (economics) ilk adı siyasal iktisattır (political economy.) Dolayısıyla çıkışta siyasetin bir parçası olarak çıkmış zamanla ondan soyutlanmaya çalışmıştır.

      Sil
  19. Dedim ya bakış açısı önemli;

    Tüketim kötü, aslında gerçekten kötü, ama geçinmemiz, yaşamamız tüketime bağlı, doğal kaynakları tüketmeye bağlı. Türkiye için değil Dünya için söylüyorum. Adına kapitalizm diyelim ya da başka birşey işin özü bu. Tüketmeden, ya da doğal kaynakları yok etmeden 9 milyar insanın birarada mutlulukla yaşayabileceği bir sistem var mı? Şuanda da mutlu yaşamıyoruz ama umudumuzu koruyoruz. Kendi kendimizin sonunu hazırlıyoruz bu gerçek. Bir de buna ülkeler arası rekabeti ekleyin. Dünyadaki herkez avrupai yaşam standartında yaşamayı isterse ne olur diye sorun.

    Para kötü, aslında gerçekten kötü. Parayı ortadan kaldıralım, daha doğrusu parayı ihtiyaç halinden çıkartalım, hırsızlıklar %99 azalır. Yüzde bir ise, hastalık hali payı. Ama para mıdır buna yol açan, yoksa insani zaaflıklarımız mı, gücü kötüye kullanma zaafımız mı? Paranın ihtiyaç olmadığı sistemlerde bile kötülük yine olacak.

    Kızılderililer belki de doğayla uyumlu yaşayan en mutlu insanlardı, ama bu ülkelerinin elinden gitmesine engel olamadı. Dünyada işleyen bir çark var. Ya bu işleyen çarktan daha güçlü olacaksın, yada sistemin tıkır tıkır işleyen bir parçası. Sınrımız bu. Bu sınırın içinde nasıl bir hayat istediğimizi tartışabiliriz. Ve tartıştığımız konular bu çarkın umrunda olmalı, onu korkutmalı. Değilse kendi kendimizi yorarız.

    YanıtlaSil
  20. Bugün twitter da gördüm hocam bunu https://twitter.com/bestfm984/status/469358370961776640/photo/1

    YanıtlaSil
  21. hocam güzel bir yazı olmuş. her zamanki politik, biraz çekingen, ad vermeden dokunduran üslubunuza devam ediyorsunuz. fakat herkes anladığını anladı. eminim ki siz de bu gidişe üzülüyorsunuz. bir bilim adamı olarak zaten mutlu olmanızı beklemezdik. tebrikler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben, kişilerle uğraşmanın bir yarar sağlayacağını düşünmüyorum. Onun için isim vermem. Uğraşılması gereken sistemdir. Bugün bu kişi gider başka kişi gelir. Ama eğer sistemi düzeltemezsek hep bu hataları yaşamaya devam ederiz.

      Sil
  22. .... derken, belki de, olan bitenin altında, Dostoyevski’nin topluma musallat olan “iblis” diye tanımladığı “poşlost”un, yani laubaliliğin, hamhalatlığın, disiplin yoksunluğunun, görev bilinci eksikliğinin, bütünü görememe halinin, ergen sığlığının, eblehleşmenin, batılıların “filistinizm” dedikleri, benim Filistinlilere ayıp olur diye “paçozluk” demeyi yeğlediğim hastalığın sırıttığını hissettiğim için. Bu ülke nicedir, Sayın Ali Saydam’dan ödünç aldığım bir tanımlama ile “tekâmülü nâtamam ruhlar”ın eline düştü. Dört bir yanımız hasmından kurtulmak iştiyakı içinde bütünü ıskalayan ergenlerle sarılı. Her yaştan ergenler. Dalgalanan hormonlarının esiri, esip coşan ortaokul öğrencileri, söze “kesinlikle!” diye başlar, tavizsiz hüküm bildirirler. Bir şey ya iğrençtir ya şahanedir. Ya toptan iyidir ya da toptan kötüdür. Hükümleri siyah-beyaz ve toptancıdır. Dillerinin endazeleri yoktur, zaten dilleri yoktur, Türkçe de bilmezler. Empati geliştirmiş değillerdir, kendilerini hasım ilan ettiklerinin yerine koyamazlar.

    Demokrasinin demopediye meylettiği noktadır bu.

    Alev ALATLI

    YanıtlaSil
  23. HUKUKA DAİR AÇILIM...
    ........uluslararası tecrübe, hukuk ve ilahiyat eğitiminin ancak master seviyesinde verimli olabildiğini bildirir. Talebe herhangi bir dalda, isterse fizikte, kimyada, isterse tarihte sosyolojide, lisans yapacak, yetmez, bir kaç sene çalışacak, iş hayatını tanıyacak. Hukuk ve ilahiyata daha sonra ve destur çekerek girecek. Niçin, çünkü din en üst düzeyde soyutlamadır. Hukuk, keza. Ortaokul çağındaki çocuk, soyutlama ehliyetine haiz değildir. O yaşta en iyi ihtimalle, hafızası güçlüdür, sesi güzeldir, iyi bir mevlithan olur. Keza, fıkıha hakim olmayandan hukukçu olmaz. Olsa olsa dava vekili olur, hukuğun ruhunda değil, yasaların maddelerinde yoğunlaşır. 24 yaşında, hemen hiç hayat tecrübesi olmayan bir delikanlıyı, hele bir de kırsal çıkışlı ve kentleşme mağduruysa, felsefe, tarih, hatta Türkçe’ye hakim değilse, murakabe yetisini öldüren test sistemiyle yetişmiş ise, savcı kürsüsüne yerleştirirseniz, adli sistemi her türlü yanlışa açıyorsunuz demektir. Şahıs önce babasını keserse, şaşmamak gerekir.

    Hasılı, kusurlu eğitimin çırpıştırdığı sistemler dış güçlerin komplosuna, iç güçlerin ihanetine gerek kalmadan da kendi kendilerini dinamitleyeceklerdir.

    ALEV ALATLI

    YanıtlaSil
  24. YENİ DÜNYADA SEVGİLİ BULABİLMEK ÜZERİNE..!
    Ya entegre olacaksınız ya da dışında kalacaksınız ki, dışında kalmanız fiilen mümkün değildir. Bir an topraklarınızda fevkalade kıymetli bir maden yada petrol bulunduğunu hayal edin. Ya da meğer en temiz topraklar sizdeymiş de, organikçiler göz dikmiş. Düzen size ille de bulaşacaktır, rahat bırakılmanız, dininizi, inançlarınızı gönlünüzce yaşamanıza izin verilmesi olası değil.

    Uyuşmanın yollarını aramak ve bulmak zorundasınız.

    Uyuşmazsanız, yeni dünya düzenini dönüştürmeye çalışacaksınız. Buradaki başarı şansı, dünya görüşünüzün, eğitim felsefenizin tutarlılığı ile doğru orantılıdır. Bakın eğitim; dizdim kitapları, kurdum interneti, dağıttım akıllı tahtayı, iPad’i, saldım çocuğu okusun artık, türünden bir faaliyet değildir.
    Eğitim üzerinde milli mutabakat olan, belirgin bir hedefe yönelik süreçtir.
    Nasıl insan istiyoruz biz? İstediğimiz tür insan yeni dünya düzenine nasıl entegre olacak, nasıl katkı sağlayacak? İnsanoğlunun bunca yıllık entelektüel birikimini aklınıza estiği gibi yoksayamazsınız. Dünya ile bütünleştiremeden, sınamadan, ahkâm kesemesiniz. Bunun içindir ki, eğitim sözcüğü dünyanın her yerinde “milli” kelimesi ile birlikte kullanılır.
    Biz henüz ulusal ile milli sözcükleri üzerinde kavgalaşıyoruz, nerede kaldı kimi ne için yetiştiriyoruz hususunda mutabakat arayalım.
    Bu noktada bir de “özgürlük” lâfzını suistimal etmemiz var.
    Aklına esen okul açamaz, müfredat belirleyemez. Belirlerse, sonuç kaosa evrilir.
    İşin kötüsü,
    Türkçe’ye hakim olmayan nesiller felsefe üretemezler, milli bir dünya görüşü de kurgulayamazlar.

    ALEV ALATLI

    YanıtlaSil
  25. HUKUKİ HIRSIZLIĞIN SUÇ KAPSAMI DIŞINDA TUTULMASI ÜZERİNE

    .......iki dilim baklava çalan bir evsizi ortaya çıkartmanın “hakperestlik” tanımını hak etmediğini düşünürüm. Bana katılırsanız, hırsızlığın bile özü itibariyle bir dünya görüşünün ürünü olduğunu teslim edersiniz. Adına “komisyon” der, işletme defterine kayıt düşer yasallaştırırsanız en galiz avantayı bile hırsızlık sayılmaktan çıkarabilirsiniz. Diyeceğim, hırsızlık bile üzerinde milli mutabakat isteyen bir ameldir. Bu mutabakat varsa, vakâ-i âdiyeden bir olaya indirgenir. Çalan yakalanır, cezalandırılır. Hadise ulusal bir mesele olmaktan, devletin bütününü ilzam etmekten çıkar. Amerikan uzay araçları imalatçısı Lockheed’in rüşvet skandallarını hatırlayın. Şirket 1971’in başlarında temerrüte düşmüş, F-104 uçaklarını satabilmek için o zamanın parasıyla 22 milyon dolar rüşvet dağıtmıştı. Kimlere, Alman Savunma Bakanı Strauss’a ve partisine seçim harcamaları için 10 milyon dolar, sonra İtalyan Hıristiyan Demokratlarından şimdi adını unuttuğum iki bakana, sonra Japon Başbakanı Tanaka’ya, Türk kökenli Suudi silah tüccarı Adnan Kaşıkçı’ya, Hollanda’nın anlı şanlı kraliçesi Juliana’nın kocası Kral Bernhard’a. Bu Bernhard, bizim ekabirin de eksik kalmadığı Bilderberg toplantılarının kurucusudur, malum. Millete kraliyet nişanı falan dağıtırdı. Koskoca kral, bir milyon dolara tenezzül etmişti. Bizde de daha Mustafa Kemal hayattayken, İş Bankası, Anadolu Sigorta, Liman İşletmeleri, Könnig ailesinin meşhur hikayesi, Bayar’ın intihar eden büyük oğlunun hikâyesi, “Verdimse, ben verdim” diyebilen Süleyman Demirel. Kime, Ilıcak’a. Civangate’ler, Korkmaz Yiğit’ler, Uzan’lar. Saymakla bitmez. Rus Çarı Deli Petro, 1710, ‘Elleri çivilenmemiş olsaydı İsa bile çalardı’ demişti. İnsanın olduğu her yer ve zamanda, hırsızlık hep var.

    ALEV ALATLI

    YanıtlaSil
  26. Merhaba Hocam.
    Okumaktan büyük bir keyif aldığım yazınız için çok teşekkür ederim.
    Yazılarınızı hakkında yapılan yorumlarıyla birlikte takip ediyorum ve daha önce yorumlarda hararetin yüksek olduğu bir yazınıza rastlamamıştım. Konuların uç noktalarda gezen kırılgan yapılı hassas konular olmasından dolayı olsa gerek. Yanılgılarıma gelince;
    1-) Demokratik hayatın unsurlarından sadece biridir seçimler. Bu yüzden düzenli seçimlerin yapılması tek başına yeterli değildir demokrasinin varlığından söz edilebilmesi için. Seçimleri siyasi partiler kazanmaz; seçimde oy kullanan insanlar kazanırlar ya da kaybederler. Buda sandıkların açılmasından sonra değil seçim döneminin sonunda belli olur. Dolayısıyla ne coşkulu balkon konuşması kazananın kim olduğunu, nede konuşmadaki sözde kucaklama söylemleri demokrasinin olduğunu göstermek için yeterli değildir.
    2-) Hukuk Devletinde kanunlar yönetenler ve yönetilenler yani herkes için geçerlidir. Bizim gibi sözde hukuk devletlerinde yönetenlerin hukuku aile şirketi yönetir gibi kişiye konuya veya duruma göre istenildiği zaman yapmaları, yapmakla kalmayıp yorumluyup hatta yeri geldiğinde karara bağlamaları neticesinde kuralların değersiz olması gayet normal.
    3-) İnsanlara siyaset ile birlikte düşünmeyi yasaklayan 1982 zihniyetinin eseri. Bu ülkenin çok bilen bildikleri ışığında düşünen insanlara ihtiyacı yok. Olması gereken siyasetçilerin söylediklerini düşünmeyen hakkındaki iddiaları yargılamayan elimine tutturulan bayrakları sallayan; söyledikleri şarkı sözlerini tekrarlayan insanlar yetiştirmek.
    4-) Eğer biri büyüklerimiz çok şeyi bilir ama her şeyi bilemez diye ortaya çıkması halinde hemen ayaklar ne zaman baş oldu diye törpülenir. Her zaman ve maalesef büyükler her şeyi bilir.
    5-) Söylenmesi gereken her şey güzelce özetlenmiş başka tek bir söze gerek yok.
    6-) Üretim var evet ama tüketim çok daha fazla. Elde edilenden çok fazlası tüketilen bu harcamalarda son 10 yılda artan vergilerin payı hepsinden fazla.
    7-) Anayasa değil sistem değişmeli. Herkesten önce kanun yapan inanmalı, uymalı ve topluma örnek olmalı. Yoksa herkes şu hakka sahiptir; diye başlayıp ama diye devam eden bütün haklar mevcut Anayasamızda.
    Umarım iyi günler.

    YanıtlaSil
  27. Madde 25 – Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.”
    Bu maddeye rağmen,okuduğu şiir yüzünden hapse giren kişinin yönettiği iktidarın on yılda hak ve özgürlükleri alıp götürdüğünü, yok ettiğini yazmışsınız. Bunun sebebi olarak üç çocuk söylemi,sigara ve alkol düzenlemelerini vs. öne sürmeyeceğinizi düşünerek bu yazınıza kesinlikle katılmadığımı belirtmek isterim.
    Hocalarımın tavsiyesi üzerine sıklıkla takip ettiğim yazılarınızın çoğunu beğeniyorum ama bunun için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.

    YanıtlaSil
  28. Çok güzel bir yazı olmuş.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Antlaşması 2023'de Bitecek, Biz de Madenlerimizi Çıkarabileceğiz!

Konut Fiyatları Niçin Eskisi Kadar Artmıyor?

Paradan Para Kaybetme Dönemi