Reform İllüzyonu

İllüzyon ya da yanılsama, gerçek bir nesnenin duyular üzerindeki izlenimlerinin yanlış değerlendirilmesidir. Algılama sırasında oluşan yanılsamalar bazen kendiliğinden ortaya çıkar. Bazen de birisinin yarattığı illüzyonlar algılamamızı etkileyebilir.

Son on yılda üniversite sayısını katlayarak artırdık. Buna paralel olarak üniversite öğrencisi sayısı da katlanarak arttı. İşadamlarımızın bir bölümü vakıf kurarak bu vakıflara üniversite açtırdılar. Sonra da holdinglerine bağlı temizlik, güvenlik, onarım vb şirketleri kurarak bu üniversitelerin işlerini onlara aldırdılar. Böylece bu iş hem vergi avantajları hem de bu tür kazanç mekanizmalarıyla karlı bir işe dönüştü. Bu üniversiteler çok sayıda öğrenciyi almaya başladı. Vakıf üniversitelerinin önderliğinde kontenjanları artırılan devlet üniversitelerinde de eğitimin kalitesi geriledi. Görünüşe bakılırsa Türkiye’de son on yılda üniversitede okuyan öğrenci sayısı hızla artmış durumda. Ne var ki artan sadece sayı, kalite değil. Bugün İİBF’leri bitirenlerin büyük bir bölümü temel bilgileri bile alamadan mezun oluyor. İktisatçıyım diye dolaşanların onda dokuzu bırakın analiz yapmayı ekonominin tanımını veremiyor. 400 bin dolayında işsiz İİBF mezunu var. Ve her yıl bu işsiz ordusuna 30 bin dolayında yeni mezun katılıyor. İşsiz öğretmen ordusu da 300 bin dolayında bulunuyor ve sayıları her yıl artıyor. Birçok başka bölüm mezunu da benzer durumda ama sayıları İİBF’liler ve öğretmenler kadar fazla olmadığı için sesleri o kadar duyulmuyor.

Çoğu insan yüksek öğrenimde yapısal reform yapıldığını sanıyor. Oysa gerçekte lise mezunu olup üniversite sınavını kazanamayanların sorununu liseden üniversiteye taşımaktan başka bir iş yapmadık. Bunun bir yapısal reform olarak tanıtılması 4 -5 yıl sürdü. Bu okullar mezunlarını verip de kalite sorunu gün yüzüne çıkınca bir reformla değil deformla karşı karşıya olduğumuz anlaşıldı. İşin kötüsü iyi okullar da kötüleri izleyerek kaliteyi düşürdükleri için ileriye gidecek gibi görünen gelişme geriye gitmeye başladı. Bugün Türkiye, ortalama olarak, on yıl öncesine göre çok daha düşük kalitede üniversite mezunlarına sahip.

Ekonomik gelişme, aslında kalkınma aşamasını tamamlamış ve yapısal değişim içine girmiş ekonomilerin durumunu anlatmak için kullanılır. Gelir ve refah sorununu bir anlamda çözmüş olan ekonomilerin, sosyal alanlarda, eğitimde, hukuk alanında, demokraside, kültürel yaşamda ilerlemesini tanımlamakta kullanılır. Birleşmiş Milletlerin “insani gelişmişlik endeksi” bu kavramdaki ilerlemeyi ölçmeye de yarıyor. Kalkınmayı ve gelişmeyi ölçmekte kullanılabilecek bir başka veri seti de Dünya ekonomik Forumu tarafından açıklanan “küresel rekabet raporu.” Bir ülke küresel rekabette sürekli üst sıralara doğru tırmanıyorsa gelişme yolunda ilerliyor demektir.

Türkiye bir süre önce bu iki endekste de üst sıralara doğru ilerliyordu. Üniversite sayısı ve üniversitede okuyanların sayısı artıyor, araştırma yapacak insan sayısı fazlalaşıyordu. Görünüm böyleydi. Son iki yılda iki endekste de gerilemeye başladık. Neden? Çünkü mezunların kalite sorunu olduğu anlaşılmaya başlandı. Çoğu iş bulabilecek derecede eğitim almamıştı. Görünüm ile gerçek farklıydı. 

Türkiye, son dönemde birçok alanda atılımlar yaptı. Başlangıçta bunlar yapısal reformlar gibi algılandı. Ne var ki zaman içinde bunların birçoğunun illüzyondan ibaret olduğu ortaya çıktı. Burada örnek olarak verdiğim üniversite eğitimi bu illüzyonlardan yalnızca birisi.  

Yorumlar

  1. Hocam butun gencler universite mezunu olunca sorunlar cozulur sandilar. Halbuki mesele eksikleri gidermekte; ciftcimiz yok, girisicimiz yok, ara elemanimiz yok, artik mesela marangoz arasaniz bulamiyorsunuz. Kisa vadeli cozumler yerine sevgili Ataturk'un yaptigi gibi ilerideki 100 seneyi sekillendirecek politikalara ihtiyacimiz var. Corak Ankara'ya Ataturk Orman Ciftligi yapmak, hic yoktan tutun ve cam fabrikalari acmak su an isteseniz yapamayacaginiz seyler. Gelecegimiz icin cok uzuluyorum. Umarim politikacilarimiz biraz olsun degisebilir.

    YanıtlaSil
  2. Hocam yazı için teşekkürler. Eskiden ehliyeti kasaptan mı aldın muhabbeti vardı artık diplomayı kasaptan mı aldın geyikleri hakim olur. Bu faiz konusunda da bir SİRK KURNAZLIĞI hakim, İnternetten tarama yaptığım da ''başbakan faiz'' vb. diye Tayip bey en son çıkışını baya bir zaman önce yapmış öyle az uzda değil, bir günün hatta saatlerin bile önemli olduğu ekonomi de Cumhurbaşkanlığı seçiminde kullandığı iç siyaset söylemi olarak kalmış onun ağzından. Ben öyle okudum, olayın akışını öyle yorumladım. Yani kendisine ciddi bir manevra alanı yaratmış. Şimdi çıkıp ta o günkü ekonomiyle bugünkü ekonomi aynı mı dese gene haklı. Siyasette oyun kurucuyu korumak futboldaki kadar önemli, (bence Amerikan futbolunda daha da önemli). Buradaki koruma sözü lidere manevra alanı oluşturmayı da içerir. Ak partinin sevdiğim ve insanlardan oy almada ki başarısında en büyük etkenlerden birisi Takım Oyunu veya Masum Lider geleneği. Rahmetli Erbakan'da takım arkadaşları tarafından en iyi korunan liderdi zamanın da. Bu takım oyunu Lidere en yakındaki isimden başlayıp sempatizana kadar uzanıyor. Fazla uzatıp örnekler vermeyeyim, anlayan anladı zaten.
    Artık sonuca gireyim bazı ''adsız'' lar peydahlandı kendilerinden olmayanlara pres.sataşıyor, yapıyor, Tayyip beyin manevra alanını genişletiyorlar. Helal olsun adamlar işini iyi yapıyor dersem çok kişiyi kızdırırım ama ben genede deme ihtiyacı hissettim. :) Hocam yazılarınız için teşekkürler sağlıcakla kalın.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. 80'ler ve 90'lardaki merkez sağ partileri cari harcamalara (sosyal yardımlar, eğitim-sağlık harcamaları) AKP'nin ayırdığı kadar pay ayırsaydı onlar da %50 civarı oy alırlardı. mesela Özal döneminde kamu yatırımlarına GSYH'nin %8-9'u kadar pay ayrılırken, AKP döneminde kamu yatırımı/GSYH oranı %3-4 civarıdır. AKP, aradaki farkı kendisine oy kazandıracak cari harcamalara ayırmıştır. Özal da otoyol, baraj, fabrika yapmak yerine kaynakları sağlık harcamaları ve sosyal yardımlara ayırsaydı o da %50 alırdı (bilgi 1 km otoyol maliyetiyle 8 km duble yol yapılabilir. 1 km otoyol yaptım yerine 8 km duble yol yaptık demek siyasi açıdan daha tercih edilir oluyor) Özal, Demirel, Erbakan gibi siyasetçiler mühendis oldukları için ekonomiye ve kamu harcamalarına bakışları daha kalkınma odaklı. kendilerine oy kazandıracak cari harcamalar yerine uzun vadeli yatırım harcamalarını tercih etme eğilimleri var. Erdoğan ise kamu harcamalarına bir özel sektör müteşebbisi gibi bakıyor, yani maksimum oyu hangi harcama kompozisyonuyla alırım derdinde.
      tabii eksik kalan kamu yatırımları bize cari açık olarak yansıyor. çünkü özel sektör doğası gereği en karlı alan mevcut konjonktürde neresiyse (gayrimenkul) oraya yatırım yapıyor. kalkınma planları, toplumsal gerekler özel sektör açısından anlamsız. gayrimenkul, AVM vs. ise cari açığı azaltan değil artıran bir iş kolu. %50 oy almanın maliyeti de bu.

      Sil
    2. Toplumun eğitim düzeyi yükseltilmesini sürece istekleri ve beklentileri de yükseltilmez. Iyi siyasetçi Ülkesi'nin geleceği için yüksek kaliteli insanlar ister. Ama en zor işlerden biri iyi siyasetçi bulabilmektir.

      Sil
    3. Iyi bir siyasetci de kaliteli bir eğitim alsa iyi olura geldik. :) Hocam teşekkürler. Yorumuma cevap veren arkadaşa da teşekkür ederim. Seksenler ve doksanlarda partiler birbirine denk ve kıran kırana rekabet vardı. Meclistede çok parti vardı ama istikrar yoktu. bir çok projenin tamamlanmamasında oda büyük etken. Herkese iyi haftasonları dilerim iyi akşamlar. :)

      Sil
    4. ben de onu diyorum. ANAP 83-91 arasında 900 km otoyol, 8 milyar dolar maliyetli 3 büyük barajı tamamlamak yerine sosyal harcamalara yönelseydi %10 seçim barajı varken karşısında pek bir rakip bulamazdı. sanayide 1 işçiyi istihdam etmek için 150-200 bin dolar sabit sermaye yatırımı gerekiyor. AKP bu parayla yatırım yapmak yerine 15-20 kişiye daha iyi sağlık hizmeti veririm, daha çok oy alırım diyor ve alıyor da. AKP'nin seçim başarısının en büyük sırrı burada. aynı kamu kaynağıyla 4 kişilik bir aile yerine 15-20 kişiyi tatmin edebiliyor.
      tamamlanamayan projeler denilince aklıma geldi. Artvin'deki Deriner Barajı'nın inşaatına 1998'de başlanmıştı. Özal veya Demirel başbakan olsaydı o baraj 2005'te biterdi. ama açılışı 2012'yi buldu (bir yığın bahane uydurularak) AKP'nin kamu yatırımlarına bakışını en güzel özetleyen örneklerden biridir.

      Sil
  3. yüksek öğrenimden önce ilk ve orta öğrenimde yapısal reform yapılmalı ki temel sağlam olsun..nitekim hükümetimiz de bunun farkında olduğu için bütün okulları imamhatipe dönüştürdü..görünen o ki yüksek öğrenimde de aynı yol izlenerek fakültelerde temel dersler ilahiyat,fıkıh v.b.olacak, hukuk iktisat mühendislik de seçmeli ders olacak..Hiç olur mu demeyin..türbanı ilk okula sokan hükümetten her şey beklenir..bu gidişle insani gelişmişlik endeksinde sonuncu bile olamayacağız zira listeye dahi almayacaklar bizi

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Cahil cahil konuşma pis adam. Okullarda sorla türban taktıracaklar sanki.
      Hoca politik yazmış yinede haklı kimse aksini söylemez.
      Çok fazla üniversitenin olması piyasayı canlı tutuyor olabilir... askeri okullar gibi konusunda uzman bir iki tane mi okul olsun??

      Hocammm İktisat okuduğum için herkez beni aşalıyor :( van da mühendislik okuyan adamın benden daha fazla prestiji var:(

      Sil
    2. Iktisat okumakla iktisatçı olmak farklı şeylerdir. Iyi iktisatçının prestiji yüksektir. Ne var ki iyi iktisatçı sayıca o kadar azdır ki şaşarsınız.

      Sil
    3. Adını yazamadan insanlara hakaret eden adam, sen hem korkak hem terbiyesizsin.

      Sil
    4. Benim yazımın muhatabı fikrini söyleyen adama "pis adam diyen "adsız" dır

      Sil
    5. Bu tartışmayı burada kesiyorum. Devam ederseniz burada yayınlamayacağım.

      Sil
  4. lisans düzeyinde eğitim iş bulmada yeterli olmadığı ve diğer lisans mezunlarında bir adım önde olmak için yüksel lisans yapıyorlar. buda yeterli olmamaya başlarsa doktora, buda yeterli olmayınca doçent olmaya kalkarlar. işin sonunda ülkenin yarısı profesör olur. çaycı çöpçü olmak için bile en az üniversite mezunu olmak gerekebilir. 2023 Türkiye'si böyle birşey..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben doktora için başvurduğumda Mülkiye beni hem çalışıp hem doktora yapılmaz diye geri çevirmişti. O zaman bu işler o kadar ciddiye alınıyordu. Şimdi hiç bir şey ciddiye alınmıyor. Okulu bitirince o mesleğin uzmanı olduğunu sanan binlerce insan var.

      Sil
  5. hocam iktisat politikası araçları kaça ayrılır ben dört diye biliyorum para,maliye, dış ticaret ve gelirler politikası diye doğru mudur hocam

    YanıtlaSil
  6. Hocam çok güzel bir yazı yazmışsınız yine,kendi adıma çok teşekkür ederim. Nitelik bakımından artması beklenen üniversite mezunlarının aslında sadece nicelik bakımından arttığını üzülerek görmekteyiz. Mevcut üniversitelerimizin kalitesini artırmak yerine adını sanini bilmediğimiz yüzlerce yeni üniversitenin açılması tamamen popülist bir politikadir. Kanımca her ile bir üniversite kurulmasının sebeplerinden biri o şehrin sosyoekonomik yapısını güçlendirmektir. Bu çok yanlış ve bir bakıma da tüketim toplumu yaratmaktan başka bir şey değildir. Nitelikli üretim yapmadan sadece tüketerek büyümeye çalışmak bizi yeni krizlere doğru götürür. Bu bakımdan sizin de belirttiğiniz gibi bu tür iluzyonlari bir tarafa bırakıp asıl gerçeklerle yüzleşmek gerek diye düşünüyorum hocam.

    YanıtlaSil
  7. birkaç yıl önce Amerikalı bir gazeteciden de benzer bir makale okumuştum. ABD'nin küresel rekabet endekslerinde üst sıralarda yer almasının nedeninin Amerikan sermayeli çok uluslu şirketler sayesinde olduğunu yazmıştı. bu çok uluslu şirketlerin gelişmekte olan ülkelerde eğitim görmüş mühendisler sayesinde rekabet güçlerini koruduğunu, iyi bilinen bir Amerikan üniversitesinin makine mühendisliğinden mezun olan oğluna "entropi"nin ne olduğu sorduğunda oğlunun cevap veremediğini, eğitimde kalitenin düştüğünden şikayetçiydi. o köşe yazarı da ABD üniversitelerinin kalitesindeki düşüşün yabancı mühendis çalıştıran çok uluslu şirketler sayesinde maskelendiğini yazıyordu.
    hocam gerçekten de Hindistan ve Çin'e baktığımızda son zamanlarda büyük işlere imza attılar. ABD'nin 16 milyar dolar harcadığı Mars projesini göz önüne alırsak, Hindistan sadece 74 milyon dolar harcayarak Mars'a uydu gönderdi. Boeing ve Airbus gibi firmaların 50-100 milyar dolarlık geliştirme maliyetlerinin yanında Çinli uçak firmasının 8 milyar dolarlık geliştirme maliyeti bir hayli cüzi kalıyor. bizim yaşadığımız sorunların benzerini gelişmiş ülkeler de yaşıyor. diğer taraftan Çin ve Hindistan gibi ülkeler gümbür gümbür geliyor, çok daha az paraya daha büyük işler yapabiliyorlar.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. çinliler geliştirilmemiş bir şey geliştirmeye kalksınlar bakalım. ne kadar harcıyorlar.

      Sil
    2. çinlilerin geliştirilmemiş bir şeyi geliştirdikten sonra onu para karşılığı dünyaya satacak kadar aptal olmadıklarını zannediyorum. zaten eşek yüküyle paraları var. geliştirilen teknolojinin stratejik değeri yoksa çinliler çok para harcamaz. stratejik teknolojiler parayla satılmaz. dolayısıyla bu tarz konular hakkında bilgi sahibi olmamız çok zor.

      Sil
    3. Satıyorlar satıyorlar merak etmeyin. e ticaret sitelerinde bile inanılmayacak kadar Çin buluşu mal var.

      Sil
    4. sattıkları yeni buluşlara dayalı mallar ar-ge maliyeti düşük olan mallar. stratejik bir teknoloji değilse yüksek maliyetlere katlanacaklarını pek sanmıyorum. yani 100 milyar dolar harcayarak gidip yolcu uçağı yapmazlar. mesela radara yakalanmayan bir bombardıman uçağına, pasifikte amerikan gemilerini tehdit edecek güdümlü füzelere pekala harcayabilirler. ama onlar da satılabilir bir mal değil.

      Sil
    5. Bir süre sonra onları da yapar ve satarlar.

      Sil
    6. dünyada radara yakalanmayan ağır bombardıman uçakları sadece ABD ve Rusya'da var. ayrıca uzun menzili karadan denize güdümlü füzeler de sadece ABD, İngiltere ve Rusya'da var. ve bu ülkeler bu silahları hiç kimseye satmıyorlar. bu ve benzeri stratejik silahları Çin'in de satacağını sanmıyorum.

      Sil
  8. Hocam çok doğru tespitler aynen katılıyorum ve bu konuda çözüm önerilerimi paylaşmak istiyorum.

    Öncelikle Anayasa’nın 130. Maddesi değiştirilerek özel ve ticari amaçla faaliyet gösterecek üniversitelerin önü açılmalıdır.
    Tıp, Mühendislik ve sosyal bilimler alanında faaliyet gösterecek gerçek amaçları bilim üretmek olan bu üniversiteler dışındaki tüm devlet üniversiteleri özelleştirilmeli veya işletmesi tam rekabete uygun özel sektör mantığı ile yönetilebilir yapıya dönüştürülmelidir.
    YÖK tarafından Üniversiteler için kontenjan sınırlamaları kaldırılarak her özel üniversitenin toplam öğrenci sayısının asgari %15’i tam burslu olma zorunluluğu getirilmelidir.
    Yeni kurulacak üniversiteler için mutlaka makul fiyatlarla ve yeterli sayıda öğrencilerinin barınabileceği yurt ve benzeri imkanlara sahip olma şartı getirilmelidir.
    Tüm üniversiteler her yıl bağımsız denetimden geçirilerek sonuçlar kamuoyuna açıklanmalıdır.
    Üniversitelerin performans kriterleri yeniden tanımlanarak bu kriterler arasında: bilimsel yayın, marka patent sayıları, özel sektör ile hayata geçirdikleri proje sayısı, mezunlarının iş bulma yüzdesi, iş bulanların ortalama ücret seviyesi, eğitim dışı faaliyetlerinden elde edilen gelirler performans kriterleri arasında yer almalıdır.
    Borsa hisseleri işlem gören halka açık üniversiteler dönemi başlatılmalıdır.
    Yabancı dil hazırlık eğitimlerinin mutlaka ilgili ana dilin konuşulduğu ülkede verilmesi teşvik edilmelidir.
    Özel AŞ üniversitelerin kurulması ile ilgili düzenlemeler yapılarak her bir üniversite için ayrı ayrı yasa çıkarılması zorunluluğuna son verilmelidir.
    Mezunları iş arayan değil, iş kuranların daha fazla olduğu bir eğitim modeline geçilmelidir.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Okuduğun yazıdan hiç bir şey anlamamışsın.
      Tüccar kafasıyla eğitim önerileri işte böyle olur

      Sil
    2. Zaten sorunlar sizin bu yazdıklarınıza benzer şeyler yapıldıktan sonra çıkmadı mı ortaya?

      Sil
    3. Kaya bey,
      Tüccar kafalı olmak o kadarda kötü değildir. Aksi halde her yıl 55 bin İngilizce öğretmenine aylık ortalama 2500 TL gibi para ödeyip 8 yılın sonunda iki cümleyi bir araya getiremeyen milyonlarca öğrenci ortaya çıkıyorsa hiç bir tüccar bu tabloya seyirci kalmaz. Sonuç ister. Bizim mevcut uygulamalarda buna benziyor. Sizin çözümünüz nedir? merak ediyorum.

      Sil
    4. HATIRLATMA:

      “…
      Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar.

      Bilimi yarı yolda bırakmayın; olur mu çocuklar?!

      Oppenheimer gibi hissediyorsanız; bırakın yüksek binaları başkası yapsın, büyük barajlarda başkası çalışsın!

      Bazılarına çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir;

      bırakınız bu işleri öyleleri yapsın!

      Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirası ile yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir;

      bırakınız parayla da onlar uğraşsın!

      Sizin kuvvetli olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi ‘Kuvvet nedir?’ diye merak ediyorsanız:

      Buyrun sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim.

      Çünkü:

      Bazılarına göre ‘kuvvet’; ‘para’ ile ‘organizasyon’un çarpımına eşittir!

      Bize göre de ‘kuvvet’; ‘ivme’ ve ‘kütle’yi ilgilendiren bir büyüklüktür!

      Bu iki formülü birbiriyle karıştırmayın; olur mu çocuklar?!

      ‘Kürsü’ ile ‘ticarethane’yi birbirine karıştırmayın; olur mu çocuklar?!
      …”

      [Oğuz Atay;
      “Bir Bilim Adamının Romanı:
      Prof. Dr. Mustafa İnan,
      İnşaat Mühendisi
      1911-1967”]

      Sil
  9. AKP gibi karizmatik kitle partileri neden yönetmesi oldukça zor düşünebilen nesil yetiştirme derdinde olsunlar ki? Kendi katillerini neden yaratsınlar? Mümkün olduğu kadar manipülasyonu kolay nesiller yetiştirerek bir nevi "hacemat"a gitmek dururken.

    Bilim adamı olarak ideal görülen değerleri objektifliği düşünmüşsünüz hocam elinize sağlık. Ama birde amacı atın (milletin) üzerine binmeye çalışan, seyis eden, siyasetçi olarak düşünün mevcut iktidarın kendi amaçlarına uygun hareket ettiği için hak verirsinizdir.

    Ülkemize, başımıza popülist siyasetçiler değil devlet adamları, teknokratlar lazım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu da bir görüş. İçinde doğruları olan bir görüş.

      Sil
  10. Reform İllüzyonu, son yıllarda temel bir politik uygulama haline gelen göz boyayıcılığı ortaya koyan çok önemli ve çok aydınlatıcı bir yazı. Teşekkürler.

    İllüzyonlardan söz etmeye eğitim alanındakinden başlamak da iyi bir seçim. Umarım bunu, demokrasi ve ekonomi alanlarındaki illüzyonları sergileyen yeni yazılar izler.

    Selam ve saygılar.

    YanıtlaSil
  11. Mesleki eğitim yükü üniversitelere kaldığından sayılarının artması ve kalitesinin düşmesine neden oldu. Liseler üniversite nasıl kazanılır eğitimini veriyor. İş verenler staj veya mesleki eğitim vermeden uçuk özelliği olan mezunlar arıyor. Böyle olunca eğitim üniversiteye kalıyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. En önemli sorunlarımızdan birisi gerçekten üniversiteyi meslek okulu sanmamız. Medrese kültüründen geldiğimiz için sanırım üniversitenin ne olduğunu tam anlayamamışız.

      Sil
  12. özleştiri olarak kabul edin, ingilizce işletme okudum ama daha doğru düzgün konuşamıyorum bile

    YanıtlaSil
  13. Al parayi ver diplomayi...al parayi bul karayi oyunu gibi:-)
    On sene once 1000 ins muhmezundu.simdi 10000...toplam 110000 ins muh.kimseye is yok...kicimizin ustune oturduk...buda basari diye yutturuyorlar...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Nüfus bu kadar artarsa sonu buraya varıyor.

      Sil
    2. En can alıcı soruna değinmişsiniz.
      Türkiye'nin nüfusu 50 milyonlarda donsaydı, bugün karşılaştığımız sorunların çoğu ile karşılaşmayacaktık.

      Sil
  14. Az zamanda çok üniversite kurulması ile başlangıçta doğal olarak kalite düşük olacaktır. İlerleyen yıllarda iş bulamayan mezunların etkisi ile yeni öğrenciler seçim yaparken bilinçlenir üniversiteler arası rekabet artarsa kalitenin yükselebileceğini düşünüyorum. Sonuçta bu bir geçiş dönemi ve zaman kalitesizleri eleyecektir.

    Bence daha önemli sorun, çözülmeyi ve geliştirilmeyi bekleyen onca teknik, sosyal, sağlık sorunlar varken üniversitelerin proje üretememesidir. Oysa bu projeler hızla hayata geçirilse, katma değer üreten. cari fazla veren bir ekonomi, sağlıklı. huzurlu ve refah bir toplum oluşturulabilir.

    Bunda uyuyan toplum tercih eden siyaset ve medyada suçlu. İnsanları girişime, üretime yönlendirmek yerine, ötekileştiren siyaset dili, sadece dizi,eğlence, futbol ve siyasi tartışma yayınlayan medya ile 77 miyon beyin nasıl uykudan kalkacak?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Suçu birilerine atarak bu işten hiçbirimiz sıyrılamayız. Hepimiz bu işte derece derece kusurluyuz. Çocuklarımızı yetiştirmemizden başlayarak okullara kadar giden bir sorun bu. Siyasetçi dediğimiz de sonuçta bizim aramızdan çıkıyor.

      Sil
  15. İyi de "yapısal reform" diye pazarlanan ve aslında hepsi çok başarılı birer PR çalışması olan atılım dediğiniz şeylerin mükemmel birer yalan olduğunu ilk günden söyleyenler de vardı.
    Ortada gerçekten illüzyonlar mı var, yoksa bir kısmı korkaklıktan, bir kısmı cehaletten, bilerek kanan gruplar mı ??

    YanıtlaSil
  16. Hocam Merhaba
    2 yil once yók Ozel Universite ve Yabanci universitelerin Turkiye,de acilabilmesi icin bir tasari hazirlamis ve MEB,e sunmustu
    ama MEB ( Nabi Avci) Tasariyi begenmedigi icin tekrar Yók iade etmisti aradan gecen 2 yil icerisinde tek satir haber gelmedi
    bu konu hakkinda sizin dusunceniz nedir?
    Tesekkurler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Türkiye tuhaf bir şekilde iyi görünen uygulamaları kötü uygulayan bir ülke gibi görünüyor. Onun için baştan çok mantıklı gelen şeylerin nasıl sonuç vereceğini ancak uygulamayı gördükten sonra söylemek mümkün. Dünyanın en ileri fikri mülkiyet hakları yasasını çıkarıyorsunuz ama uygulama bambaşka oluyor.

      Sil
    2. Bu konularda "Dag fare dogurdu" demeye devam edicez sanirim :(

      Sil
  17. [1. BÖLÜM]

    (Toplam 10 bölümlük yorum)

    Hem sayın Eğilmez’e, hem bu sayfayı ziyaret eden herkese hatırlatma:

    21. YÜZYILIN PROLETARYASI: “ÇAĞRI MERKEZİ ÇALIŞANLARI”

    Tarih: 15 Eylül 2014

    Röportajı yapan: Aşkın Süzük

    Gamze Yücesan-Özdemir ile yeni kitabı; “İnatçı Köstebek - Çağrı Merkezlerinde Gençlik, Sınıf ve Direniş” üzerine konuştuk.

    Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Gamze Yücesan-Özdemir, çağrı merkezlerini “üçüncü bin yılın fabrikaları” olarak nitelendiriyor ve içinden geçtiğimiz dönemin karakteristiği olan “yıkıcı emek rejimi”nin damga vurduğu üretim noktaları ile açıklıyor.

    Kendisiyle Temmuz ayı sonunda “Yordam Kitap”tan çıkan kitabına ilişkin konuştuk.

    AŞKIN SÜZÜK: “Üçüncü bin yılın fabrikaları” olarak nitelendirdiğiniz çağrı merkezlerini; içinden geçmekte olduğumuz dönemin karakteristiği olan “yıkıcı emek rejiminin damga vurduğu üretim noktaları” ve çağrı merkezi çalışanlarını da “21.yüzyılın proleterleri” olarak ele almaktasınız.

    “Üretim noktası” ve “mekânsal-zamansal sabitleme” kavramlarını açabilir misiniz?

    GAMZE YÜCESAN-ÖZDEMİR: Sizin de belirttiğiniz gibi, çağrı merkezlerini “yıkıcı emek rejimleri” olarak adlandırırken; iki kavramdan yararlanıyorum:

    “Üretim noktası”: Emek cephesinin yaşadıklarını, tecrübelerini araştırmak, anlamlandırmak ve açıklamak için en önemli nokta üretim noktasıdır. Üretim noktası yalnızca “ekonomik artı”nın üretildiği yer değil; aynı zamanda çalışanların, birbirleriyle ve yönetimle olan toplumsal ilişkilerinin üretildiği yerdir. Dolayısıyla, işçi sınıfının kendisiyle ilgili, hayatla ilgili, yaşadığı toplumla ilgili tavır alışının ve siyasetinin de üretildiği yerdir.

    “Mekânsal-zamansal sabitleme” kavramı ise sermayenin mekânda ve zamanda “daha kârlı coğrafyalara” açılımını belirtiyor. Diğer bir deyişle, bu kavram; emeğin ve ürünlerinin mekân ve zaman arasında eşitsiz dağılımının ardındaki dinamiklere vurgu yapıyor. Çağrı merkezleri de yeni iletişim teknolojilerinin verdiği imkânlar sayesinde emeğin ucuz ve örgütsüz olduğu mekâna ve zamana yöneliyor. “Merkez ülkelerin→çevre ülkelere” yönelmesi, ya da ulusal sınırlar içinde “metropollerden→taşra illere” yönelme gibi…

    AŞKIN SÜZÜK: Kitabınızda “enformasyon yoğun” alanlarda; bilgisayar başında ve “şık” koşullarda istihdam edilen emekçilerin “bilgi işçisi” ya da “altın yakalı” olarak tanımlanmasının Marksist sınıf çözümlemesine yönelik bir saldırı olduğunu ve “hissiyat yüklü olmak” hâlinin Marksizmle bağlarını tümüyle koparmış kültürel çalışmaların önemli bir uğrağı olduğunu vurgulamışsınız. Bu tanımlamanın sınıf mücadelesi pratiğindeki sakıncaları nelerdir?

    GAMZE YÜCESAN-ÖZDEMİR: “Bilgi işçisi” ya da “altın yakalı” tanımlamaları esas itibarıyla Marksist sınıf çözümlemesini saf dışı bırakmak eğilimlerine işaret ediyor. Marksist sınıf çözümlemesini, Marks’ın kapitalizmi iki temel sınıfa ayırdığı (burjuvazi ve proletarya) ve sanayide üretim yapan “mavi tulumlu, kaslı ve erkek işçileri” proletarya olarak tanımladığı sığlığıyla anlamlandıran bu yaklaşım; hizmetler sektörü büyüdüğünde hep şunu tekrarlıyor: “Maalesef hayat Marks’ın söylediği kadar kolay değil.”

    Bu yaklaşım, sınıfın “ortaklaşan” özelliklerine değil de “farklılaşan” özelliklerine vurgu yapıyor. Hizmet sektörü çalışanlarının; giyimleri farklı, çalıştıkları mekânlar farklı, yedikleri-içtikleri farklı, gittikleri-gezdikleri yerler farklı… Dolayısıyla, bu çalışanları da farklı tanımlamak gerekir. Kapitalizmin “artı-değer (veya ‘artık-değer’ & Almanca: Mehrwert, İngilizce: Surplus value)” üretmeyi hedefleyen yapısında işçi sınıfı; pekâla plazalarda çalışan iyi giyimli, eğitimli ve tüketim alışkanlıkları farklı bir veçheye de bürünebilir.

    Dolayısıyla, çağrı merkezleri; ağır sömürü koşulları ve çok yönlü güvencesizlik koşulları doğrultusunda yeni yüzyılın fabrikalarıdır.

    [Devamı 2. bölümde]

    YanıtlaSil
  18. [2. BÖLÜM]

    Diyorum ki, çağrı merkezi çalışanları 21. yüzyılın proletaryasıdır!

    “Hissiyat” ve/veya “insani” olana vurgu yapmak da; “Marksist sınıf çözümlemesini saf dışı bırakmak” eğilimlerinden bir diğeri. Marksist tahlillerin “soğuk”, “materyalist” ve “kaba” olduğunu iddia etmek ve bu tahlillerin “insani” olanı görmezden geldiğini vurgulamak! Bu noktada emek çalışmaları; “anlatısal”, “hissiyat yüklü” ve “amacı belirsiz yaklaşımlara” doğru yönelmektedir. Bu da “siyasete kapalı olmak” demektir! Oysa ki emek çalışmaları; “siyasal eylemin gerçekleşeceği alanın incelenmesi”dir! Dolayısıyla, kuramsal ve kavramsal netleşme, ve “siyasi duruş” önemlidir.

    AŞKIN SÜZÜK: Çağrı merkezlerinde niteliği denetlemek ve yapılan işin verimini daima arttırmak için:

    Sürekli aynı ekranların takip edilmesi,

    Aynı kelimelerin ve cümlelerin tekrarlanması,

    Yasak kelimelerin olması,

    Ve

    Kulaklığına çağrı gelen bir personelin; görüşmeyi yürütme esnasında “denetiminin” makineye aktarılmış olmasını;

    “Zihnin içine montaj hattı kurulması” olarak tanımlamışsınız.

    Duygulanımsal emeğin bu denli vasıfsızlaştırıldığı koşullarda çağrı merkezi çalışanlarının yaşadığı “yabancılaşma” ya da sizin ifadenizle “irade güvencesizliği” nasıl aşılabilir?

    GAMZE YÜCESAN-ÖZDEMİR: “Zihinsel” ve “duygulanımsal” emeğin ciddi bir vasıfsızlaşma tehdidi altında olduğu kesindir! Bu vasıfsızlaşmanın çağrı merkezi çalışanlarında yarattığı “yabancılaşma” ya da “irade güvencesizliği” ise işyerine ve gündelik hayata sinmiş bireysel ve kolektif direniş ile aşınabilir ve/veya aşınmaktadır. Sınıf mücadelesinin ve sınıf bilincinin, hayatın her anı/alanı içinde sürekli üretildiğini tekrar vurgulamak isterim! Dolayısıyla “yabancılaşma” dediğimiz o büyük tehlike; “sınıf mücadelesi hayatın kendisi olduğu sürece” bireysel ve kolektif direniş imkânları (ve imkânsızlıkları) ile aşılacaktır.

    AŞKIN SÜZÜK: Sermayenin taşraya yönelik ilgisinde; “örgütlenme geçmişi olmayan işgücü” tercihinin ağır bastığını ve sendikal mücadele bakımından “geçmişi temiz” şehirlerin sermayenin beklentileriyle doğal bir uyum içerisinde olduğunu belirtmektesiniz.

    Alan çalışmanız sırasında bir emekçi bu durumu; “Herşeyin en başındayken; işe alınırken mücadeleyi bitiriyorlar.” biçiminde tanımlamış. Sizin saptamanızdan yola çıkarsak; sendikalar bu durum karşısında nasıl bir “karşı hegemonya mücadelesi” geliştirebilir?

    [Devamı 3. bölümde]

    YanıtlaSil
  19. [3. BÖLÜM]

    GAMZE YÜCESAN-ÖZDEMİR: Taşra zor ve taşrada “karşı hegemonya mücadelesi” de zor… Karşı hegemonya mücadelesinin nasıl geliştirilebileceği konusunda ise sanırım “birlikte düşünmek” ve “birlikte siyaset üretmek” gerekiyor!

    Tartışmaya başlangıç için şu saptamaları yapabilirim.

    Taşra illerine gittiğimizde:

    Araştırmacılar olarak biz; “çok çalıştırılıyorsunuz” dedik;

    Onlar; “eski işimde şimdi çalıştığımın neredeyse yarısı kadar çalışıyordum” ya da “en azından çalışıyorum” dediler!

    Araştırmacılar olarak biz; “az kazanıyorsunuz” dedik;

    Onlar; “bu şehirde en yüksek ücreti veren yerde çalışıyorum” ya da “sabahtan akşama kadar çalışıp 300-400 lira alanlar var, ben bu çağrı merkezinde iki mislini kazanıyorum” dediler!

    Araştırmacılar olarak biz; “yoğun, zor şartlarda çalışıyorsuz” dedik;

    Onlar; “bir önceki işimizi görseydiniz, şimdi en azından bir ortamımız var” dediler!

    Taşrada “geç kapitalistleşme” olgusu, diğer bir deyişle “kapitalist üretim ilişkilerinin yerleşmemiş olması”; “taşrada emek” ve “taşrada sınıf” ile ilgili tüm soruları ve sorunları farklı kılıyor!

    AŞKIN SÜZÜK: Çağrı merkezi sektörü “tehlikeli meslek” kategorisine alınmış durumda.

    “Kabloların yettiği yere kadar yürüyebilen” çağrı merkezi çalışanları için “günışığı hakkı”nın öncelikli talep olması gerektiğini belirtmişsiniz. Sağlık, emek ve meslek örgütleri çağrı merkezi çalışanlarının sağlığı ve güvenliği için neler yapabilir?

    GAMZE YÜCESAN-ÖZDEMİR: Çağrı merkezinde çalışmak, hem fiziksel hem de psikolojik olarak ağır yaralar açıyor ve böylece “sınıfın” da yaraları yavaş yavaş ortaya çıkıyor! Bu yaraları onarıcı çabaları ise üç başlıkta toplayabiliriz sanırım.

    İlki; çalışma ortamının toplumsal koşullarının iyileştirilmesi. İş yükünün ve denetimin azaltılması konuları.

    İkincisi; çalışma ortamının iklim koşullarının iyileştirilmesi. Işıklandırma, sıcaklık ve havalandırma koşullarında iyileştirmeler.

    Son olarak ise çalışma ortamının ergonomik koşullarının; kulaklık, klavye, sandalye gibi, iyileştirilmesi.

    Bu iyileştirme önerileri ile birlikte tekrar belirtmek gerekir ki:

    Burjuva sosyal ve/veya sağlık bilimlerinde, işçi sağlığında meydana gelen sorunları, işçinin karşı karşıya kaldığı; “istenmeyen”, “beklenmeyen” ve “şanssızlık” sonucu olaylar olarak görme eğilimi öne çıkıyor!

    Oysa ki “şans” da sınıfsal bir nitelik taşır! Dolayısıyla, ait olunan sınıf, üretim sürecindeki yerinizi belirlediği gibi sağlığınızın bozulma “şans”ını da doğrudan belirler!

    Kaynak:
    http://haber.sol.org.tr/sonuncu-kavga/yeni-yuzyilin-proletaryasi-cagri-merkezi-calisanlari-haberi-97195

    [Devamı 4. bölümde]

    YanıtlaSil
  20. [4. BÖLÜM]

    “İŞLEVSEL SÜRÜ” ÜRETİCİSİ OLARAK “UZMANLAŞMA” KAVRAMI ÜZERİNE

    Tarih: 14 Eylül 2014

    Yazan: Taylan Kara

    === “Geniş” cehaleti gizleyen “dar” bilgi ===

    Dar bir alanda derinlemesine uzmanlaşıp, hayatın diğer alanlarında zır cahil kalmak; bu çağ için artık bir eksiklik değil neredeyse bir başka “yeni normal”dir!

    Çağ; tamamen cahil değil -- çağın “bilgi yükü”nden ve “bilgi toplumu” retoriğinden hareketle -- kendi uzmanlık alanı hariç hemen hemen her konuda cahil insanlar çağıdır.

    Bu “aşırı uzmanlaşma”ya; artan bilgi hacmi bir gerekçe olarak gösterilebilir. Bir konuda yetkinlik kazanabilmek için gerekli bilgi yükünün geçmişe göre çok artmış olması ve bir alanda faaliyet için “dar uzmanlaşma”nın kaçınılmaz bulunması bir dereceye kadar makûl görülebilir.

    Ancak çağın “rol model insanı”ndan asıl beklenen: Bu dar alanda da olsa “çok bilmesi” kadar diğer bütün konulardaki “zır cahilliği”dir! Bu insanları, ortaçağdaki eşdeğerleriyle karşılaştırıldığında “cahil” diye nitelemek, onların belli bir konuda sahip olduğu muazzam teknik bilgi nedeniyle tam doğru değildir. Bu uzmanlık bilgisi, bu insanlara, hayata karşı yalancı bir “bilgili olmak” görüntüsü sağlar; ayrıca uzmanlık alanlarındaki işlevleri de toplumsal konumlarını iyi yönde pekiştirmiştir. Ancak bütün bunlar o kişilerin, kendi uzmanlık alanları dışındaki konularda (ki genellikle bu alan hayatın %99’unu oluşturur) ortaçağdaki eşdeğerleri kadar kara cahil olduğu gerçeğini değiştirmez. Dar bir alandaki muazzam bilgi, diğer alanlardaki cehaleti gizler!

    Özellikle bugün; “yüksek enerji fiziği”nde derya deniz bilgi sahibi olan kişi, tarih veya siyaset alanında bir ortaçağ köylüsü kadar kandırılmıştır! Yönetenler için önemli olan, dar alanda uzmanlaşmanın kendi işlevselliği kadar, belki ondan daha da fazlası, bu uzmanlığın dışındaki “cehaletin işlevselliği”dir.

    Sonuç olarak; hemen hemen bütün insanların dar bir alanda muazzam bilgi sahibi olması ve diğer konulardaki cehaleti, hemen hemen bütün insanların hemen hemen her konuda cahil olduğu bir toplum demektir!

    === İşlevsel ve “kukla gibi!” yönetilebilir; eğitilmiş ve cahil ===

    Ortaçağın cahil halk yığınlarının eğitilmesi, okuma yazma öğretilmesi, bütün halkı kapsayan eğitim fikri, “insancıl bir düzenin yüce bir planlaması” olarak değil; yığınların üretim sürecinde “verimliliğinin arttırılması” nedeniyle ortaya çıktı! “Serbest Piyasa Ekonomisi” denilen mefhumun nasıl işlediğini daha açık bir gözle görün artık!

    Fabrikadaki işçilerin uyarı tabelalarını okuyabilmesi, şehirlerde yaşayanların toplumsal düzen için belli kuralları bilmesi gerekiyordu. Yığınsal halk eğitimi “entelektüel-kültürel” değil; “ekonomik” bir sorundu!

    Ortaçağ insanı “cahil” olduğu için kolay yönetiliyor olsa da “işlevsel” değildi; özlenen durum “sömürülen emeğin sırtından daha fazla para kazanmanın” sağlanması için halk yığınlarına “işlevsellik” kazandırıldı!

    ANCAK BU “İŞLEVSELLİK” KAZANDIRILIRKEN “YÖNETİLEBİLİRLİK” ÖZELLİĞİ ESKİSİ GİBİ KALMALI;

    İŞLEVSEL OLACAK KADAR “EĞİTİLMİŞ” AMA “YÖNETİLEBİLİR” KALACAK KADAR “CAHİL” OLMALIYDI!

    İşte bu ilke için en ideal yöntem “uzmanlaşma”dır. Genel geçer bilgiyi göz ardı edip sadece yapacağı işle ilgili bilgiye sahip olmak, o kişiyi “işlevsel” kılarken “cahilliği”ni de muhafaza edebilirdi!

    [Devamı 5. bölümde]

    YanıtlaSil
  21. [5. BÖLÜM]

    === “Dikey” insanlar çağı ===

    Yüzyıllar öncesindeki, yüzyıllarca süren bir karanlık çağın sonunda yeni bir çağa başlamanın heyecanıyla, heyecanını duydukları çağı kendi elleriyle inşa etmek için tıptan matematiğe, astronomiden şiire, bilim ve sanatın her türlüsüne hakim olmaya çalışan “yatay” insanların çağı yıllar önce kapandı.

    Artık işi sadece sol elin beşinci parmağını ameliyat etmek olan doktorların, sadece sarı papatyalar için şiir yazabilen şairlerin, kısaca ifade edecek olursak; “dikey” insanların çağını yaşıyoruz!

    “Edebiyatta insanla ilgili işlenmemiş büyük temalar dönemi!” biteli yıllar oluyor!

    Sadece günümüz yazarları değil, 40 yıldan fazla bir süre yayılmakta olan bu kangren içinde; “insanlık durumları!” gibi yüce bir temayı; kocaman, ulaşılamaz bir dev olarak zorla veya kasten kabul etmiş yüzbinlerce “proje bazlı üretim yapan yazarlar!” kütlesi; daha mütevazı olduğuna kani oldukları konular ile yetinip, örneğin “kişisel gelişim kitapları!” gibi bir başka dev “piyasa!” başta olmak üzere, ayrıntılar içinde gizlenmiş ayrıntılarla uğraşmaya artık mahkûm…

    Çünkü yaşanan çağ bir bıçak yarası gibi; giriş yeri küçük, derinliği büyük, “dış dünyayla temas kurmayacaksınız!” yaptırımı ile yoğrulmuş dikey bir çağ…

    Not: Yukarıdaki metin; “Aydınlık” kültür-sanat sayfasında yayınlanmıştır.

    Kaynak: http://insanbu.com/a_haber.php?nosu=1535

    [Devamı 6. bölümde]

    YanıtlaSil
  22. [6. BÖLÜM]

    “YORGUN HAVAYOLLARI” İYİ UÇUŞLAR DİLER:

    ATATÜRK HAVALİMANI’NDA BİR YOLCU HİZMETLERİ MEMURU, YOĞUN VE DÜZENSİZ VARDİYALARIN GETİRDİĞİ YORGUNLUĞA DAYANAMAYARAK MESAİ SAATİ İÇİNDE TÜM YOLCULARIN GÖZÜ ÖNÜNDE BAYILDI. BU “YORGUN” MEMURA SERUM BAĞLANDI. BİR SAAT SONRA KENDİNE GELDİĞİNDE; BEKLEYEN BİR UÇUŞTA GÖREV ALMASI “RİCA” EDİLDİ!

    SABİHA GÖKÇEN HAVALİMANI’NDA BİR “RAMP İŞÇİSİ” (UÇAĞA BAGAJ YÜKLEME/BOŞALTMA YAPAN İŞÇİ) ÇALIŞIR DURUMDAKİ KONVEYÖRE AYAĞINI KAPTIRARAK CİDDİ ŞEKİLDE YARALANDI VE İŞYERİ HEKİMİNE GÖTÜRÜLDÜ.

    İŞYERİ HEKİMİNİN RAPOR TUTUP HASTANEYE SEVK ETMESİ GEREKİRKEN; İŞVEREN KORKUSU NEDENİYLE İŞÇİYE AĞRI KESİCİ VERMEKLE YETİNDİĞİ GÖRÜLDÜ.

    İŞÇİNİN ISRARI VE ŞİKAYETÇİ OLACAĞINI SÖYLEMESİ ÜZERİNE HASTANEYE SEVK EDİLMESİ MÜMKÜN OLDU!

    Tarih: 24 Eylül 2014

    Yazan: https://www.facebook.com/direnhavaci

    “Attention please!”

    “Lütfen dikkat!”

    Havaalanı güvenliğinden başlayarak, pilota kadar tüm havayolu çalışanları yorgun! Uzun çalışma saatleri, ölümle sonuçlanan rahatsızlıklara yol açtığı gibi uçuş güvenliği riskini de arttırıyor.

    THY grevi sırasında geniş kesimlerce idrak edilen bir gerçek aradan geçen zamanda unutulmuş görünüyor!

    Sivil havacılık sektöründe yoğun sömürüyle paralel olarak kötüleşen çalışma koşulları!

    Gelir düzeyleri, hatta buna bağlı olarak yaşam standartları arasında önemli farklar bulunan sektör çalışanlarının ortak noktası şu: Aşırı çalışma ve yorgunluk!

    Yakın zamanda bir otel odasında ölü bulunan pilotun ve 13 saatlik kesintisiz çalışma sonrasında bayılan gişe çalışanının yaşadıklarına baktık.

    === “Güvenlik” pek güvenli değil ===

    Havaalanına geldiğinizde sizi “security ~ güvenlik” görevlileri karşılar… Belki farkında değilsinizdir ama üniformaları 6 ayda, yılda bir değişir, çünkü; daha yeni sendikalaşma girişimi olmuş, sendika üyesi olanlar derhâl “temizlenmiş!” ve güvenlik hizmetleri yeni bir taşeron firmaya devredilmiştir…

    “X-ray ışınları”na karşı korumasız, yeterli eğitim almadan sürekli yerleri değiştirilen kadrolarla yürütülür “güvenlik!” hizmeti… Çalışanlar asgari ücret ya da biraz üstünde bir paraya güvencesiz ve uzun saatler çalışır.

    === “Check-in” çekin, içine at içine at, sus sus; nereye kadar ===

    İşte, “security”den güvenle geçtiniz ve güvenlik geçişinde çıkarttığınız kemerinizi yeniden takarken, gözleriniz “check-in işlemi”nizi yaptıracağınız masaları arıyor… Sıranıza giriyor ve elinizde kimlik/pasaport, e-bilet/bilet bilgileri, beklemeye koyulursunuz. Gözünüz kontuardaki görevliye takılıyor… Koca bavulları evirip çevirip tartıyor ve etiketleyip uçağa gitmek üzere banta yolluyor fakat, yüzünde zorlama bir gülümseme vardır; sorsanız 10-12 saati aşkın bir çalışmanın ardından belki de “takviye!” gelmiştir…

    Biraz daha yakından baktığınızda; bilgisayar yanında cep telefonu iki dakikada bir çalmakta, büyük olasılıkla evinden çocuğu ya da bir bekleyeni sürekli ne zaman geleceğini sormaktadır!

    Kendinize soracaksınız belki: Çalışma süreleri günlük 8 saat ile sınırlı değil miydi? Ama havacılık sektörü çalışanları 8 saatlik iş süresinin ne demek olduğunu çoktan unutmuştur…

    [Devamı 7. bölümde]

    YanıtlaSil
  23. [7. BÖLÜM]

    === “Organize Güç / Örgütsüz Emekçi” karşı karşıya ===

    İşlemleriniz bitti, uçağın rahat koltuğuna yerleştiniz… Düşünmeye başladınız: Size sunulan bu hizmetin ardında nasıl bir organize güç var…

    Şu saptamayı unutmayınız: Uçaklar; “high technology” yani en gelişmiş teknolojileri kullanıyor… Eğitimli insanlara gereksinim var… Bunların tümü tamam gibi görünüyor, görünüyor da işin aslı başka. Havacılık çalışanlarının tümü lisanslı, konusunda eğitim almış, yetişmiş elemanlar… “Ücretleri de, alacakları hakları da ona göre olmalı” diye düşünüyorsunuz, hatta bunun böyle olduğuna inanıyorsunuz.

    Gelin görün ki; işin aslı pek öyle değil…

    Sektörde çalışanların büyük bir kısmı dünya standartlarının altında iş ve yaşam koşullarına mahkûm!

    Tümüyle özgür, çalışma hayatının olmazsa olmazı “sendikal haklar”, en temel anayasal hak, işverenlerce kullandırılmıyor, varolan hükümetler ve iktidarları da buna çanak tutuyor… Bu sektörde sadece ama sadece THY çalışanları örgütlüdür. Uygulanan “neo-liberal politikalar!” sonucu; çalışma hayatı baskı altına alınmış, sendikalar (yok edilemediyse) etkisizleştirilmiş, ya da “Hava İş” örneğinde olduğu gibi, “işveren yedeği!”ne alınmıştır.

    Oysa ki sektörde 100.000’in üzerinde çalışan vardır ve bu sayı giderek artmaktadır!

    === Diren Vecihi ===

    Uçağınızı uçuran pilot; belki “maddiyat sorunlarını!” çözümlemiş, diğerlerinden farklı bir iş ve yaşam güvencesi, yaşam standardı yakalamış görünmekte. Fakat uygulanan personel politikası ile iş güvencesi ve yükselme koşulları her geçen gün değişmekte, sorunları büyümektedir.

    Bu sorunları işverene karşı dile getirebileceği örgütü (sadece THY’de) “sendika” ise bu konulardan hayli uzakta; Hamdi Topçu yedeğinde kapısını açıp/kapatmaktadır. İmzalanan TİS (Toplu İş Sözleşmesi) bile çalışanlara hâlâ gösterilmemiştir!

    Kabin görevlilerinin saymakla bitmeyecek sorunlarını nasıl dökelim ortaya?

    Başta çalışma süreleri… Standart uçuş süreleri bir punduna getirilip aşılmakta, kitabına uydurulmakta, karşılığı da hiç edilmek istenmektedir… Dinlenme süreleri sürekli zorlanmaktadır. Giyimine kuşamına sınır getirilmek istenmekte, çağdışı uygulamalarla karşı karşıya gelmektedir. Yolcuların bazı olumsuz tavırları ve davranışları karşısında savunmasız bırakılmaktadır.

    === Apronda sadece deve kesmiyorlar ===

    Peki; dışarıda uçağı uçuşa hazırlayan çilekeş apron ve operasyon görevlileri… Kışın soğuğuna, yazın sıcağına karşı korunmasız, “gerçekten ter dökerek!” çalışan ramp işçileri… Ter adamları oldukları için, çoğunun yanından bile geçmek istemezsiniz… Bagajlarınızı inanılmaz dar alanlara istif eden, bagajlarla dans eden onlardır… Tabii siz sadece bant başında bagajınızın hemen gelmesini beklersiniz…

    Yukarıda anlatılan bütün bu “yoğun çalışma!” ile gerçekleşen uçuşunuzun tadı kaçar mı bilemeyiz ama siz yine de uçuşun keyfini çıkartmaya bakın. Emniyet kemerlerinizi çözün, arkanıza yaslanın ve...

    İkramımız “paralı!” da olsa soralım:

    “Kahvenizi nasıl alırdınız!”

    İyi uçuşlar…

    Kaynak: http://haber.sol.org.tr/sonuncu-kavga/yorgun-havayollari-iyi-ucuslar-diler-haberi-97636

    [Devamı 8. bölümde]

    YanıtlaSil
  24. [8. BÖLÜM]

    BEN DİRENSEM HERKES YAŞAR!

    “Can’t you see
    It all makes perfect sense
    Expressed in ‘dollars’ and ‘cents’
    ‘Pounds’, ‘shillings’ and ‘pence’
    Can’t you see
    It all makes perfect sense
    …”

    “Hâlâ göremiyor musunuz?
    Hepsi nasıl da uyumlu!
    ‘Dolar’ ve ‘sent’ cinsinden
    ‘Paunt’, ‘şilin’ ve ‘peni’ cinsinden alındığında
    Hâlâ göremiyor musunuz?
    Hepsi nasıl da uyumlu!
    …”

    Eser: Perfect Sense (Part II)
    Albüm: Amused to Death
    Müzisyen: Roger Waters
    Yıl: 1992

    (Dinlemek için:
    http://www.youtube.com/watch?v=USwBf9wrmUA )

    Tarih: 25 Eylül 2014

    Soma’da işçilerin verdiği isimle “hadi-hadi sistemi!” hepimizin fiziksel ve manevi varlığını tahribata uğratıyor!

    İşin yarattığı tahribatın en görünür olduğu zaman; “ölüm!” ve “çok ölüm!”

    Ancak tahribat çizelgesinde:

    Güneş görmeyen yerlerde çalışmaktan kaynaklı D vitamini eksikliğine bağlı hastalıklar,

    “Performans ve hız baskısı!” nedeniyle antidepresan kullanımı,

    Fiziksel ve duygusal yaralanmalar da var!

    Çalışmaktan kaynaklanan tahribat; meslek hastalıkları, uzun dönemde ortaya çıkan fiziksel ve ruhsal sorunlar, manevi bütünlüğün ihlâli tümüyle görmezden geliniyor, ya da bireylerin hasbelkader yaşadığı sorunlarmış gibi gösteriliyor!

    “Mobbing”e uğradıysanız, bin dereden su getirmeden sonuç alamıyorsunuz, çoğunlukla da sonuç alamıyorsunuz!

    Hâlâ göremiyor musunuz?

    Bütün bunları ezberden sıralayıp; maden ocaklarında, düşen asansörlerde, kanalizasyon sularında, kuyularda, inşaatlarda, atölyelerde ölen işçileri yanyana koymamız nasıl da uyumlu...

    Kolay ölünen bir toplum; hepimizi kolay harcanabilir kılıyor!

    Kolay ölünen toplumda;

    Fazla mesainin,

    Antideprasan kullanımının,

    “Karpal tünel sendromu!” nun,

    Çene düşmesinin,

    D vitamini eksikliğinin,

    Strese bağlı fiziksel hastalıkların

    lafı olmuyor!

    Oysa biz yaşamak istiyoruz!

    İşverenler, elbette tüm emek gücümüzü, fiziksel ve duygusal enerjimizi, bedenimizi ve ruhumuzu ancak “para cinsi!”nden ifade ediyor, değerimizi öyle hesaplıyorlar!

    AMA BU DEĞER; “İKTİSADA GİRİŞ” KİTAPLARINDA ANLATILAN “ARZ” VE “TALEP” MEKANİZMASI KADAR BASİT BİR “PAZARLIK!” VE “SÖZLEŞME!” İLİŞKİSİYLE KURULMUYOR!

    Hepimizi aynı umarsız yönetim cenderesine sokmak zorundalar!

    [Devamı 9. bölümde]

    YanıtlaSil
  25. [9. BÖLÜM]

    Hâlâ göremiyor musunuz?

    Esnek üretim,

    Taşeronlaşma,

    Güvencesiz çalışma,

    “Lean Six Sigma!”,

    “Şampiyon!”,

    “Kara kuşak!”,

    “Yeşil kuşak!”,

    “Sarı kuşak!”,

    “Kaizen!”,

    “NLP!”,

    “S.W.O.T. analizi!”,

    Meslek hastalıkları ve bilumum çalışma tahribatı,

    “İş cinayetleriyle!”

    hepsi ama hepsi koca bir zırhlı tümen gibi üzerimize üzerimize geliyor!

    Çünkü hızlı, daha da hızlı olmamız bekleniyor, her şey buna uyum sağlamalı; yasalar ve sağlığımız bile!

    Hastalıklarımız, hamileliğimiz, çocuğumuzun okul saatleri bile!

    Ne zaman, hangi asansörden düşerek öleceğimiz bile...

    Hâlâ göremiyor musunuz?

    Bizi çok çalışmaya, hızlı çalışmaya, tüm benliğimizle çalışmaya, sevgiyle, seviyormuş gibi görünerek, “mutsuzluğumuzu gizleyerek!” çalışmaya ikna ettikçe başkalarının da hayatlarından çalabiliyorlar!

    “Hadi-hadi sistemi!”ni hepimiz için “doğal bir şey!” haline getirdikçe hepimizin hayatından çalıyorlar!

    “Hadi-hadi sistemi!”yle hepimize hız uğruna bedensel ve manevi tahribatı, sağlıksızlığı ve ölümü hediye edenler; en küçük hayati tedbirleri hızımızı kesmesin diye almaktan kaçınıyorlar!

    Emeğimizin gücüyle yarattığımız “ileri teknoloji!”, asansörlerimizin otomatikman durmasını sağlayamıyor, yine onu sallayıp sağa sola çarptırarak durdurmamız gerekiyor! Mecidiyeköy’de olduğu gibi; ölmemek için!

    Kendi yarattığımız hız sayesinde, denetim mekanizmalarıyla aldığımız nefesi bile sayıp para cinsinden ifade edebiliyorlar!

    Ama en sağlıksız, güvencesiz, tahribata açık çalışma koşullarını reva görüyorlar bize; “ileri denetim teknikleri!” orada bir işe yaramıyor!

    Hâlâ göremiyor musunuz? Ne kadar da uyumlu bütün bunlar birbiriyle!

    Ama bir şeyi gizlemelerine imkân yok:

    Her koyun kendi bacağından asılmıyor artık;

    HERBİRİMİZİN BOYUN EĞMESİ BİR BAŞKASININ BOYUN EĞMESİNE BAĞLI,

    BİZİM KÖLELİĞİMİZ, BAŞKALARININ DA KÖLELİĞİNİN SÜRMESİNİ SAĞLIYOR!

    BİRİMİZİ YENDİKLERİNDE; HEPİMİZ YENİK SAYILIYORUZ!

    ÖLÜMÜ GÖSTERİP SITMAYI KABUL ETMEMİZİ ŞART KOŞUYORLAR;

    ASANSÖRDE ÖLEN İŞÇİLERİ GÖSTEREREK BİZİ DAHA FAZLA MESAİYE RAZI KILIYORLAR;

    BİZİ RAZI KILDIKÇA DAHA FAZLA TAŞERON YARATIYOR,

    DAHA FAZLA HAYATTAN ÇALIYOR,

    BİZE HER İSTEDİKLERİNİ YAPTIRABİLECEK GÜÇTE HİSSEDİYORLAR!

    BAŞKASININ YARASINA “SADECE BAKMAK!”, ONA “SADECE ACIMAK!” YETMİYOR ARTIK!

    BİR KEZ DAHA, BİR KEZ DAHA, BİR KEZ DAHA HAYKIRMAK ZORUNDAYIZ:

    HÂLÂ GÖREMİYOR MUSUNUZ?

    TEK BAŞINA KURTULUŞ YOK!

    “BİREYCİLİK!” DENİLEN O ÖLÜMCÜL VİRÜSÜN HAYATINIZI AĞIR AĞIR YOK ETTİĞİNİ GÖRÜN ARTIK!

    HER NEREDE, HER NE KOŞULDA “EKMEK PARASI!” KAZANMAYA MECBUR BIRAKIRLARSA BIRAKSINLAR FARKETMEZ;

    GECEMİZİ GÜNDÜZÜMÜZE KATARAK ÇALIŞTIĞIMIZ HER YERDE,

    İLK ÖNCE ÇALIŞTIĞIMIZ MEKÂNDAKİ EMEKÇİ YOLDAŞLARIMIZLA OMUZ OMUZA VEREREK,

    HERBİRİMİZİ YİNE HERBİRİMİZ KURTARMAYA “CÜRET ETMEDİKÇE!”,

    DÜNYADAKİ TÜM EMEKÇİLERİN CANININ DAHA ÇOK YANMASINA SEBEP OLACAĞIZ!

    “…
    ACI TECRÜBELERİMİZDEN BİLİYORUZ Kİ:

    EZENLER ÖZGÜRLÜĞÜ ASLA GÖNÜLLÜ OLARAK VERMEZLER;

    EZİLENLERİN ÖZGÜRLÜĞÜ KENDİ ELLERİYLE ALMASI GEREKİR!”

    Martin Luther King, Jr., ABD-Alabama, Birmingham hapishanesi, 16 Nisan 1963

    Kaynak:
    https://www.facebook.com/notes/plaza-eylem-platformu/ben-dirensem-herkes-ya%C5%9Far/609587019151820

    [Devamı 10. bölümde]

    YanıtlaSil
  26. [10. BÖLÜM-SON]

    Gerçek adı “Devlet Kapitalizmi!” olan “Komünizm!”e yaltaklanmak zorunda değiliz!

    Fakat #1:

    Sokrates:

    “Sorgulanmamış bir hayat; hayat değildir.”

    Adsız:

    “Hayatı niye sorgulayayım ki?!

    Geçti o devirler heyecanlı ergenim!

    Şirket sana maaşını ödüyor mu?!

    Bu maaşla;

    Bankadan konut kredisi çekip, bir ömür törpüsü, geri ödüyor musun?!

    Bu maaşla;

    Taksit sınırlandırması geldiğine göre ‘nakitle!’ son model değil ama biraz daha düşük bir model akıllı cep telefonu alabiliyor musun?!

    Bu maaşla;

    ‘Tüketim kültürü!’ nün bir başka üyesi olmaya mutlu mutlu devam ediyor musun?!

    Bu maaşla;

    Çocuğunu okula gönderirken cebine harçlık koyabiliyor musun?!

    Sevin sevin! Bunları bulamayanlar da var! Kapa çeneni, salla başını, al maaşını!

    Aaa...

    Asansörden ‘Büyük İnsanlık!’ yere mi çakılmış?!

    Ne yapalım;

    Onlarda okuyup ‘adam!’ olsalardı; belki de o asansörde olmayacaklardı!

    Hmm... Ama o asansörde hayatını kaybedenler arasında üniversite masraflarını bir nebze karşılayabilmak için çalışanlar da vardı değil mi?

    Tüh unuttuk gene!

    Olsun, ne de olsa; ‘Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür.’ diye bir sözümüz var ceddimizden yadigâr!

    Ne yapalım;

    ‘İş cinayetleri!’ de hayatın fıtratında var.

    Ne yapalım;

    ‘Devrim’ için hazırlık yapmak yerine;

    Ben maaşımı, sen maaşını korumak için kendi küçük koltuklarımızda büzülüp saklanmaya devam ettikçe,

    Veya

    ‘Ateş düştüğü yeri yakar’ özdeyişi kendi üzerimizde gerçekleşip avaz avaz bağırmaya başlamadıkça;

    Eski tas, eski hamam; durmak yok, yola devam...”

    Fakat #2:

    En başta;

    “Marksist iktisat”,

    “Artık-değer ~ Artı-değer”,

    “Marksist sınıf çözümlemeleri”,

    “Lümpen proletarya”,

    “Diyalektik materyalizm”,

    “Yabancılaşma”,

    “Praxis~Praksis” kavramlarının ne ifade ettiğini,

    Pierre-Joseph Proudhon,

    Mikhail Bakunin,

    Henry David Thoreau,

    Peter Kropotkin,

    Emma Goldman,

    Mohandas Karamchand Gandhi,

    Antonio Gramsci,

    Veya

    Ahmet Hamdi Tanpınar

    gibi kişiliklerin yaptıkları “uyarıları!”;

    “önyargılarımızı en düşük seviyede tutmaya çaba sarfederek!” derhâl öğrenmek;

    En yakınımızdakilerden başlayarak çevremize öğretmek zorundayız!

    Fakat #3;

    Günümüzün en ölümcül hastalığının: “Serbest Piyasa Ekonomisi”, diğer bir ifade ile “Özel Sektör Kapitalizmi!” olduğunu asla unutmamalıyız!

    “Özel Sektör Kapitalizmi!” ve “Devlet Kapitalizmi!” kısır döngülerinde kalmaya mahkûm değiliz:

    Başka hayatlar mümkün; eyleme geçmek için cüret edelim!

    Detaylı bilgi için:

    Aşağıda sayın Eğilmez’in yazdıkları ile beraber yorum pencerelerini sonuna kadar lütfen acele etmeden ve dikkatle okuyunuz.

    Okuma esnasında karşılaşacağınız “referans bilgiler”i, bir köşeye kaydediniz ve imkânınız el verdiği müddetçe bu bilgilere ulaşmaya çalışınız:

    1. Ahbap Çavuş Kapitalizmi
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/05/ahbap-cavus-kapitalizmi.html

    2. Temel Yanılgılarımız
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/05/temel-yanlglarmz.html

    3. Girişimcilik
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/06/girisimcilik.html

    4. İİBF’de Bölüm Seçimi
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/07/iibfde-bolum-secimi.html

    5. Küresel Krizin Çözümü İçin Maliye Politikasına İhtiyaç Var
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/07/kuresel-krizin-cozumu-icin-maliye.html

    6. Fiyat, Faiz, Kur Derken Asıl Meseleyi Kaçırıyoruz
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/07/fiyat-faiz-kur-derken-asl-meseleyi.html

    7. Büyüme Düştü, Merkez Yandı
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/09/buyume-dustu-merkez-yand.html

    8. İİBF Sorunu
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/09/iibf-sorunu.html

    9. Türkiye Ekonomisinin Bugünkü Sorunları
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/09/turkiye-ekonomisinin-bugunku-sorunlar.html

    * UYARI MESAJI #1:

    “Sınıf bilinci nedir?!”

    “Kaç Bize Gel!”

    Süre: 5dk.

    Adres: http://vimeo.com/57447092

    “Hayatta kalma rehberi-1”
    http://kacbizegel.com/wp-content/uploads/Kac-bize-gel-brosur-1.pdf

    “Hayatta kalma rehberi-2”
    http://kacbizegel.com/wp-content/uploads/Kac-bize-gel-brosur-3.pdf

    * UYARI MESAJI #2:

    Animasyon video:

    “El Empleo

    The Employment

    Hayatta herbirimizin görevi var; peki ama bu görevler ne?!”

    Süre: 7dk.

    Adres: http://vimeo.com/32966847

    Saygılarımla.

    YanıtlaSil
  27. Mahfi bey yazınız için teşekkürler.

    YanıtlaSil
  28. Merhaba Hocam,

    ALINTI ==İşin kötüsü iyi okullar da kötüleri izleyerek kaliteyi düşürdükleri için ileriye gidecek gibi görünen gelişme geriye gitmeye başladı. Bugün Türkiye, ortalama olarak, on yıl öncesine göre çok daha düşük kalitede üniversite mezunlarına sahip.==

    Maalesef, çok doğru bir tespit. Peki sizce bu iyi okulların tekrar eski hallerine gelmelerini sağlayacak formül ne olabilir?
    YÖK sorununun çözümü (tamamen kapatılması mesela) işe yarar mı?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet ben YÖK'ün kaldırılması ve üniversitelerin yeniden özerk hale getirilmesinin, öğrenci kontenjanlarının düşürülmesinin üniversiteleri ileri götürebileceğini düşünüyorum.

      Sil
    2. YOK un kaldirilmasi da cozmez hocam. Cemaatci dincisi, normal dincisi, solcusu, mhplisi, tamami guc savasina cevirir ortami. 3-5 universite disinda hicbirine giremeyiz.

      Hocam ben size zaman zaman cevap veririm. ABD nin hatri sayilir okullarindan biri Ohio State University' de Elektrik Muhendisligi doktorasi yaptim.

      Bir bira dagiticisina bu devlet helikopter ve ucak parcasi uretimi gorevi verdi. Ben de ancak ciftcilik yapabiliyirum ve o bira dagiticisinin biralarina arpa uretiyorum.

      Ben artik devletim demedigim bu devleti hic sevmiyorum. Topraklarim buralarda olmasaydi keske, kacip giderdim diyorum. Bir kibirlenme amaci ile degil de durumun vehametini belirtmek amaci ile soyleyeyim, toprak agasi sayilacak olcude buyuk arazilerde uretim yapiyoruz. Uygun sart olsa ben de sanayicilik yapardim.

      Sil
  29. Elinize sağlık hocam. Universitelerde sırf para kazanmak amacı ile akademik kariyer hedefleyenler o kadar çok ki gerçekten buna çok üzülüyorum...

    YanıtlaSil
  30. Hocam yazdıklarınızı okudum ve çok beğendim.Ben şuan iktisat üzerine öğrenim görmekteyim.Okuduğum bölümün memleketimizin için ne kadar önemli olduğununda varkında olamaktayım.Benim dikkatimi çeken en önemli faktör eğitim sürecinde pratik uygulamalara ver verilmemesidir.Endütsri meslek lisesi mezunu olarak pratik uygulamaların konulara daha geniş bir yelpazede bakma kabiliyeti kazandırdığının yaşayarak tecrübe etmiş biriyim.Üzülerek söylüyorum ki, şuan eski yeniliklerden mahrum kalmış yöntemlerle eğitim görmekteyiz.Benim şahsi fikrim olarak ;öğrenim aşamasında,teorik eğitimin yanında pratik eğitimlere de yer verilmesi öğrenim sürecini keyifli hale getirmekle beraber daha nitelikli iktisat nezunlarının yetişmesinde yardımcı olacaktır.Tabi burada büyük ödev üniversitelere düşüyor,eğer akademik programlarına daha kaliteli ve çağdaş eğitim metotları getirebilirlerse bu sorunların rahatlıkla üstesinden gelinebileceği kanısındayım.(hocam sitenize ilk defa yorum yapıyorum.Yorumumu değerlendirirseniz çok mutlu olucaam.Şimdiden teşekkürler :) )

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok doğru söylüyorsunuz da bu kadar kalabalık sınıflarla pratik yapmak mümkün değil. İktisat eğitimi anfide verilemez. Ama ne yazık ki öyle oluyor. Dolayısıyla hocalar da gelip bir şeyler anlatıp gidiyorlar.

      Sil
  31. Sayın Hocam yine süper bir yazı okurken gerçekleri ,okudukdan sonra düşünürken geleceğe kaygıyla bakıp ve neyazıkki çok derin bir acı hissediyor insan...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim evet o acıyı hep hissediyoruz.

      Sil
  32. Ozel sektorde is imkanlari hep yasamasi eziyetli Istanbul ve Ankara' da. Maaslar yeterli degil. Onun yerine kucuk sehirlerde olabiliyorsan akademisyen olamiyorsan da memur ol. Yattigin yerden para kazan. Cumalari hakikaten yatiyorlar, kimseyi bulamazdiniz Bilecik Universitesi dairelerinde. Ben de Cumaciyim ama hemen gorevimize donuyorduk. 5 vakite gidiyorum deyin, onda da kaybolabilirsiniz.

    Ozel sektorde bu mumkun mu? Insanlar ozel sektor yerine devlete yamanmaya calisiyorsa bu duzen coker.

    Ben artik ayrildim o okulumsu devlet dairesi Bilecik ten. Burada ailemin arazilerinde sebze ve hububat yetistiriyorum. Iyi de kazaniyorum, alnimin teri ile ama.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet acı gerçekler böyle.

      Sil
    2. Mehmet bey, ülkenin durumunu nefis özetlemişsiniz..
      sizi üreticiliğe geçtiğiniz için de özellikle tebrik ederim, darısı başımıza.

      Sil
  33. Hocam, egri oturalim dogru konusalim. Savunma sanayisindeki offset paylarini rusvet vermeden almak imkansiz. Bu sebeple offset hakkimizi dolduramiyoruz.

    Uretip ihrac etmek zaten cok zor.

    Ic piyasada para donmuyor. Sebze uretiriz. Bir tek hububatin parasini pesin aliyoruz, sebzede cekler orta vadeli. Paranizi alamama ihtimaliniz de cok yuksek.

    Biz aile olarak sanayicilik yapamayiz, sebze uretiminden biraz kazaniyoruz ama giderler yuksek ve sahtekar cok oldugundan paramizi alamadigimizda buyuk sorunlar yasiyoruz. Bu sebeple topraklarimizin bir kismini bu yildan itibaren pazar sorunu yasamayan sebze ureticilerine kiralamaya basladik. Kalan kisminda sadece hububat uretecegiz.

    Bu sekilde bir iki yil devam edip, artik nasil bir kriz kopacaksa o krizi bekleyecegiz. Bunca nakit sikintisi yasayan, 3-5 buyuk firma disinda kar edemeyen bir ozel sektorun ve bu sebeple devlete yamanmaya calisanlarla dolu ulke nasil ayakta kaliyor bugune kadar? Sekreter olmak icin KPSS' den 90 kusur almak gerekiyor. Nasil bir ulke olduk biz?

    Bir kriz bekliyor musunuz?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bütün bu yazdıklarınızı okuduktan sonra evet.

      Sil
  34. Hocam, sizden ricam Nasıl kaliteli iktisatçı olunur.Bu konuda yazı yazmanız.Eğer varsa ise göremedim.Bir de sorumdaki asıl kastım da şu hocam;Hep teori mi okumalıyız? Ya da nelere çok dikkat etmeliyiz? Araştırma yaparken dağınık mı yoksa bir konuya mı odaklanmalıyız.Sizin kendi hayatınızdan örnek verirseniz çok memnun kalacağım.Çok teşekkür ederim kolay gelsin

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu konuda birçok kez farklı yerlerde yazdım ama yakın gelecekte bir kez daha yazayım.

      Sil
    2. Ben iktisatci degilim ama biz ekonomi haberi okuyan basot vatandaslar icin iktisatcilik hakemlige cok benziyor.

      1)iktisatci gordugunu soylemeli. Gordugunu soyleyecek kadar cesur olan iktisatci, korkutucu bir veri gorudugunde kafasini kuma gommez ve bir felakete karsi uyarida bulunabilir hatta onleye debilir.

      2)iktisatci tarafsiz olmali. Vicdani hur olmali. Herhangi bir iktisatcida ozellikle iktidar yanliligi gordum mu inandiricilik bitiyor.

      Cesaret ve hur vicdan biz takip ednlenler icin olmazsa olmaz.

      Sil
  35. Hocam içinde Bulunduğumuz ortamı kendinize has bir dille çok güzel özetlemişsiniz. Ne varki işin sadece öğrencilerde değil eğitimcilikten bir haber olan hocalarda da sorun olduğu kanısındayım en azından bunu ismini vermeden kendi okuduğum Üniversite'den örnek vererek aktarmak istiyorum; okulda ki iktisat hocasına soru sormaya gittiğimde hoca sorumu dinleyip yüzüme bakarak ben senin hocam değilim git kendi iktisat hocana sor diyebilecek kadar eğitimcilikten uzak ve o Üniversite'de bulunma amacını öğretim vermek için değilde cebini doldurmak için bulunduğu sanıyorum ortada .tabi bende bizim üniversiteye yakın olan bilgi Üniversitesini işaret ederek o zaman ben Sorumu Bilgi üniversitesi hocalarına sorayım diyerek kapıyı çekip çıktım. Ne yazık ki geldiğimiz konum itibariyle iyi yolda değiliz.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu anlattıklarınıza benzer örnekleri ben de biliyorum. Çoğu bilim adamı sadece sıradan bir öğretmen ne yazık ki. Onun için zaten soru soran, sorgulayan öğrenciler yetiştirmeye çalışmıyorlar. Çünkü sorulacak soruları yanıtlayacak kapasiteleri olmayan çok hoca var.

      Sil
  36. Hocam açtığınız konu fevkalade önemli. Bu hususun zannediyorum tek başına değerlendirilmesi doğru sonuca ulaşmamıza mani olabilecektir. Şöyle ki ülkemiz özelinde ta Tanzimattan beri Avrupa ülkelerinin bizi reform yapmaya zorlaması veya o konjonktürde atılmak zorunda kalınmış adımlardır desek zannediyorum yanlış olmaz. Son yıllarda özellikle Avrupa Birliği müktesabatı istikametinde hemen hemen tüm alanlarda (Sosyal Güvenlik, Devlet Muhasebesi, Milli Eğitim vb) sürekli değişimi esas alan bir anlayış hakim oldu. Bu durum son zamanlarda o kadar hızlandı ki en basit devlet mevzuatı bile uzmanlık alanı haline geldi. Vatandaş, memur, yönetici vb insan bu değişimden son derece olumsuz etkilenmeye ve değişime ayak uydurmakta zorlanmaya başladı. Yapılan reformların halka izahı da pek yapılmadı veya daha popülist söylemler ile durum illüzyonla anlatıldı.

    Son 10 yılda 50'in üzerinde kamu üniversitesi ve sanırım yine takriben 50 civarı özel üniversite açıldı. Özellikle yeni açılmış üniversitelerde yetişmiş öğretim üyesi sıkıntısı ve örgüt kültürünün gelişememesi, uzun zamana ihtiyaç duyulmasının sıkıntısı baş gösterdi. Gerekli kısa vadeli ve uzun vadeli stratejik planlamalar yeterince yapılmadan her ile üniversite uygulamasının o yörenin ileri gelen halkından da zaman zaman gerekli desteği bulamaması ile -Anadolu'nun çoğu yerinde yeni üniversiteler açılsa dahi o bölgenin ileri gelenleri çocuklarını zaten büyükşehirlere veya yurtdışına göndermekteler- hedeflenen yüksek öğrenim başarısının elde edilemediğini şimdilik söyleyebiliriz.

    Bu noktada fakültede iken derslerde konusu geçen "Değişim Mühendisliği" aklıma geliyor. Bu kadar reform yapılması, aşırı değişim hele hele kamuda bunun uygulanabilmesi, zaman zaman pilot bölgeler seçilmeden, alternatif maliyeti hesaplanmadan yapılan değişimler, değişimden etkilenenlere eğitim verilmesinde eksiklikler, çalışanların katılımının sağlanmaması, değişime reformlara şiddetli direnç gösterilmesini de beraberinde getirmekte. Benim şahsi görüşüm -Sayın Hocam daha iyi değerlendireceklerdir- tepeden inme reformların başarısı -ne kadar illüzyonlar yapılsa da- değişimden etkilenenlerin görüşleri sorulmadıkça, katılımları olmadıkça ve yeni reformun uygulanabilirliği bizim ülkemizin yapısına ne kadar uygunsa sanıyorum reformların başarılı olma şansı o kadar artacaktır. Aksi halde pratikte görüldüğü gibi değiştir, başa dön, yeni uygulama getir şeklinde rahmetli Barış Manço'nun meşhur eseri "Ali Yazar Veli Bozar"'a dönmekten kurtulamayacaktır. Saygılarımı sunarım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Avrupalı olmayı benimsememiş insanların Avrupalı olmak için zorla yaptığı reformlar hiçbir anlam ifade etmiyor. Doğru diyorsunuz. Çünkü iş reform yapmak için yasaları değiştirmekle, ona uygun düzenlemeler yapmakla bitmiyor. Asıl olan o değişiklikleri benimseyip uygulamaya geçirebilmek. Biz bunu hiç bir zaman tam anlamıyla yapamadık.

      Sil
  37. Doğkan Aygün28 Eylül 2014 18:33

    Hocam gelir Dağılımı yazınız yeni Okuduğum için kusura bakmassanız sorumu burada yöneltmek istiyorum;1)hocam gibi katsayısı nüfusun %20 lik paylar halinde gelirden aldığı Payı gösteriyor peki sizin burada kastettiğiniz gelir GSyh mı yoksa işin içerisine transfer harcamalarını katıp dolaysız vergileri çıkartarak Elde edilen harcanabilir gelir diye bir ölçüt var bunu mu kastediyorsunuz açarsanız sevinirim
    2)Hocam hisse satışları yada üretim karşılığı olmadan elde edilen faiz v.b gibi birtakım gelir unsurları var bu gelir Türleri de gelir dağılımı ölçülürken Gelir kavramı içine katılıyor mu?Yoksa bunlar elde edilmesi zor unsurlar olduğundan yada üretim karşılığı olmadığından katılmıyor mu?
    3) hocam bütün ekonomistler gelir Dağılımı bozukluğundan şikayet ediyor lakin anlamadığım husus kim ne kadar üretime katkı yaparsa Gelirden o kadar karşılık almıyor mu?ya da bazı meslekler popüler olduğundan ve o mesleklere toplum tarafından ilgi gösterildiğinden o meslek grubunda çalışanlar gelirden daha fazla pay almıyor mu? Örneğin marangoz ile şarkıcıyı karşılaştırırsak belkide marangoz daha fazla çalışmasına. rağmen toplum şarkıçıya daha fazla ilgi gösterdiğinden mecburen gelirden daha fazla pay alıyor. Iktisatçılar gelir Dağılımı bozukluğunun düzeltilmesini kastettiğinde örneğin şarkıcıya biraz daha az marangoza da biraz daha fazla Ücret ödenmesini kastetmiyorlar sanırım sonuçta bunlar serbest piyasa ekonomisinde toplumun ilgisine bağlı değil mi ?açıkçası iktisatçılar gelir Dağılımı bozukluğunun düzeltilmesi için ne kastediyorlar anlamadım?
    4)son olarak gelir Dağılımı bozukluğunun düzeltilmesi için dolaysız vergilerin yükseltilmesini dolaylı vergilerin ise vergi gelirleri içinde ki payını azaltılması gerektiği söyleminde bulundunuz. Buradan anladığım zenginlerden biraz daha fazla vergi alarak vede gelir düşüklüğü olan Kesimede transfer harcamaları ile gelir aktarılarak en zengin kesim ile en fakir kesim arasında ki gelir uçurumunu kapatılabilir dedikleriniz den bunu anlamadım . Kısacası burada işin içine vergileri ve transfer harcamalarını kattığınızdan Gelir kavramı olarak harcanabilir gelir kavramını ölçüt olarak aldığınızı düşünüyorum yanılıyorsam duzeltirseniz sevinirim
    Iyi Günler dilerim esenlikle kalın

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. (1) Sonuç olarak gelir dağılımında kullanılan gelir de ücret, kar, rant ve faiz geliri olarak elde edilen gelirlerin toplamıdır. Yani GSYH ile aynı yere çıkar.
      (2) Katılıyor.
      (3) Eğer dolaysız vergileri doğru alabilirseniz yani sizin örneğinize benzer şekilde söylersek olduğu futbolcudan da vergi alabiliyorsanız ve bunu artan oranlı yani gelir arttıkça artan vergi olarak yapabiliyorsanız şikayet azalır. Şikayet farklı vergilendirmelerin, istisna ve muaflıkların ve dolaylı dolaysız vergi meselesinin yarattığı adaletsizlikten kaynaklanıyor.
      (4) Evet

      Sil
  38. Hocam siz ne dersiniz?

    Orhan Kemal'in "Murtaza" adlı eserini bir kez daha okusak belki bir şeyleri bugün değiştirmek için ipuçları bulabilir miyiz?

    YanıtlaSil
  39. Fall of nations'ta 'yaratıcı yıkım' şeklinde tabir edilen bir kavram var bildiğiniz üzere. Orada Somali, Kenya örnekleri falan bulunuyor, akp'nin ulaşmaya çalıştığı nokta o bence, kimse sorgulamasın, herkes muktedire tamam desin. Ülkemizdeki insan kalitesine bakılınca biraz karamsar olmak durumunda kalıyoruz.

    YanıtlaSil
  40. Maalesef öyle bir ülkede bulduk ki kendimizi, giysi ile,saçla, makyajla uğraşan bir yapı vardı. bir gencin istediğini giyerek okula gitmesi için gerekli kanun bile 2014 yılını bekledi. daha bu kadar basit bir konuyu bile yıllarca tartışan, yasaklayan, enerjisini, yıllarını harcayan bir toplum olarak, gerçek anlamıyla; hocaların,kitapların, müfredatın,kütüphanelerin, üni.ye gelen çcoukların önceki eğitimlerinin kalitesine daha gelemezdik. zaten gelmemiz için de uğraşıldı ve başarıldı.
    tabi bu bahsettiğim, biz halk yani geniş kitleler için geçerli, yoksa istisnai okullar her zaman her ülkede var.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Antlaşması 2023'de Bitecek, Biz de Madenlerimizi Çıkarabileceğiz!

Konut Fiyatları Niçin Eskisi Kadar Artmıyor?

Paradan Para Kaybetme Dönemi