Bir Korku Öyküsü
Edgar Allan Poe’nun öyküleriyle bir seri katili buluşturan
ve adını Poe’nun ünlü şiirinden alan Kuzgun adlı filmi izleyince 16.01.2000 de
Radikal’de yayımlanmış aşağıya aldığım yazım takıldı aklıma (Bu arada Kuzgun
filmini özellikle Poe öykülerini beğenenlere ve gerilim filmlerini sevenlere
öneririm.)
İstanbul, yazları güzel, kışları tuhaf bir kent. Kışın
hava kararıp ta el ayak çekilince kentin kalabalık olmayan yöreleri gizemli ve
ürpertici bir görünüme bürünüyor. Hele Sarıyer tepelerinde bir yerlerde
oturuyor da vadiye bakıyorsanız bu duygu çok daha fazla egemen oluyor.
Karadeniz’den Boğaz’a doğru rüzgar esmeye başladığı zaman öyle uğultular
oluşuyor ki, içinizin ürpermemesi mümkün değil. En iyisi öyle havalarda başka
bir yerde olmak. Ama eğer gidecek yeriniz yok ta evdeyseniz yarı korku yarı
ürperti içinde, rüzgarın sesini duymamak için müziğin sesini açıp, oturmaya
çalışacaksınız. Öyle bir gecede yapılacak en büyük hata televizyonda korku
filmi izlemek ya da bir korku öyküsü okumak. Rüzgar öyle efektler yaratıyor ki
filmin ya da öykünün içindeymiş gibi oluyorsunuz.
Bazan ister istemez bir korku filmini videonuzun yuvasına
itiyor ya da bir korku öyküsünü elinize alıyorsunuz. Edgar Allan Poe’nun bir
öyküsü ya da bu tür öykülerden esinlenmiş bir senaryo üzerine kurulu bir Alfred
Hitchkok filmi. Poe, benim en sevdiğim yazarlardan birisi. Yazdıkları hayal
gücüne dayalı ve çoğu sembolik konular üzerine kurulu öyküler. Kiminde kesik
bir elin, kendisini kesen kişinin peşine düşüşü ile vicdan azabını; kiminde evi
içindekileriyle saran devasa bitkilerle bugünkü anlamda çevrenin intikam
alışını; ya da son istasyonu cehennem olan bir trendeki yolcuların tarot falına
bakan bir yabancının kişiliğinde yaşamla ölüm arasındaki gidiş gelişlerini
sembolize eden öyküler. Hepsi, bir an önce uyanmayı istediğiniz bir kabus gibi.
Poe’nun öykülerinden yola çıkarak
İstanbul’u tanımlamaya çalıştığım yok. Benimki yalnızca tepede bir yerlerdeki
rüzgarların uğultusunun etkisi üzerine düşünmek. Geçen akşam, Hitchkok’un bir
dizi korku öyküsünden oluşan bir kasetini izledim. Kasetin bir bölümünü
izledikten sonra sigara içmek için dışarı çıkıp oturduğum sitenin yollarında
yürüdüm. Rüzgar öylesine güçlü ve etkileyiciydi ki soğuk ta içime işliyordu.
İçeri girdiğimde nasıl olup ta havalanıp uçmadığıma hala şaşıyordum. İçimi
ısıtmak amacıyla bir kadeh konyak içmeye karar verdim. Koltuğuma oturdum, müzik
setine Pink Floyd’un The Wall’ını koydum. Aslında niyetim Another Brick in the
Wall adlı parçayı dinlemek ama tembellikten olsa gerek tümünü dinlemeye
başladım. Bir yandan da Edgar Allan Poe’nun öykülerinden derlenmiş “Gizem ve
Hayalgücü Üzerine Öyküler” adlı kitaptan bölümler okuyorum. Birden elektrikler
gitti. Ama müzik çalmaya devam ediyor. Kalkmaya çalıştım ama kalkamadım.
İnanılmaz bir şey. Sanki koltuğa bağlanmış gibiydim. Kendi kendime “Kalksana”
diyorum ama olanaksız. Biraz sonra renkli ışıklar uçuşmaya başladı etrafımda.
Pink Floyd’un sesi giderek yükseliyor. Sanki bana bağırıyor ya da emirler
vermeye çalışıyormuş gibi. Bütün geceyi koltukta yarı uyuyarak yarı üşüyüp
uyanarak geçirmişim.
Sarıyer’in rüzgarı, Alfred
Hitchkok’un filmleri, Edgar Allan Poe’nun korku öyküleri ve Pink Floyd. Bunları
kesinlikle aç karnına içilmiş konyakla bir araya getirmemek gerektiğine, ertesi
sabah, prizlerin değil de yalnızca elektrik düğmelerinin bağlı olduğu sigortayı
değiştirdikten ve müzik setimde karanlıkta çok belirginleşen renkli ışıkların
varlığını fark ettikten sonra karar verdim.
hocam çok güzel bir yazı olmuş gene elinize sağlık:)
YanıtlaSilTeşekkürler
Silİnsanların geneli ruhlarını kaybediyorlar gibi geliyor bana. Artık aşklar bile eskisi gibi değil hiçbir "an" ı ve anıyı değerli hale getiremiyoruz. Yaşamdan keyif almayı beceremiyoruz. Üstüne de hayatın bazı zorluklarını yaşayınca depresyonda buluyoruz kendimizi. Kimi görsem etrafımda depresyonda. Depresyona girmeyi ve depresyonu sürekli yaşamayı daha iyi beceriyoruz. Şimdi sizin 2000 yılındaki yazdığınız yazı ki zaten tarih vermeseydiniz de müzik seti ele veriyor yıllarını. Şimdi yıl 2012 depresyonda olan bazı arkadaşlarımı düşünüyorum sizin yerinizde bugün olsaydı ne yaparlardı diye, İyi veya beğenebileceği bir yazar bulmak yerine arkadaşlarının durum güncellemelerini okur, herkes çok mutluymuş rolünü oynadığı için birbirlerini görünce daha da mutsuz olurlardı. Esen rüzgarda yağan yağmurda bozulacak saçlarını, akacak olan makyajlarını düşünürlerdi yine mutsuz olurlardı. Bir film seyredecek olsalar iyi bir filmin hangi unsurları olur bunu bilmedikleri için en populer filme, 7D özellikli sinemalarda izlemeye giderlerdi. 3 boyutlu gözlükler, çok açılı surround ses sistemleri, hareketli koltuklar, rüzgar ve su efektleri falan derken filmi izlerken düşünmek yerine, kola bardağına düşmüş böcek gibi çırpınıp hırpalandıkları için keyif alamayıp yine mutsuz olcaklar, en yakın arkadaşları dışında herkese, süper bir filmdi çok keyifle izledik, çok eğlendik deyip depresyonuna kaldığı yerden devam ederlerdi diye düşünüyorum. Hayat düşlerimize izin verdiğimiz ölçüde ona bakıp düşlerimizin izlerini görebildiğimiz kadar güzel. Genel olarak fazla büyütülecek bir şey yokken mutsuz hissediyorsak "an"ı değerli hale getiremiyoruz demektir. Mahfi Beyin yerinde başka biri olsaydı belki o günü hatırlamayacaktı bile, hatırlasa da üşüdüğü için şikayet edecek, koltukta uyuyakaldığı için tutulan beli için söylenecekti. Birkaç gün sonra geriye hatırlamaya değer bir şey bulamayacaktı. Böyle gözlerle görüp böyle bir düş gücüne ve anlatma becerisine sahip bir ağızdan ya da kalemden, ( ki bu son söylediğim çok önemliydi ben ağız ya da kalem diyebildim çünkü yazı bir yerde görüntüye dönmüştü.) dinlemek,okumak son derece keyif verdi.
YanıtlaSilO kadar güzel bir yorum ki sanki ayrı bir yazı okumuş gibi oluyor insan. Evet ne yazık ki daha çok şikayet üzerine yoğunlaşan bir toplumda yaşıyoruz. Ve bu şikayet eğilimi yaratıcılık denilen yaklaşımı öldürüyor. Oysa içinde olduğumuz anı yakalamak, gözlemlemek ve yorumlamak çok şey katar düşüncemize.
SilGörüşlerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederim.
Hocam merhaba geçen yaz Kendime Yazılar isimli kitabınızı beğenerek okudum. Kitabın Edebiyat bölümünde bir şiirden alıntı yapmıştınız ben de severek okumuştum ancak şuan şiir aklıma gelmiyor ve üniversite için şehirdışında olduğum için kitaba bakamıyorum aklıma da takıldı öğrenmem gerekiyor anlayacağınız benim için şiirin ismini paylaşabilir misiniz? Annabel Lee ya da Ömer Hayyam'ın rubaisi değildi başka hangi şiirden alıntı yapmıştınız acaba?Yanıtlarsanız sevinirim kitap üniversite kütüphanesinde yok ve tüm gün dersim olduğu için kitapçıya gitme fırsatım yok.
YanıtlaSilAnnabel Lee idi. Kitabın 147. sayfasında
SilSenelerce senelerce evveldi,
Bir deniz ülkesinde,
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz,
İsmi; Annabel Lee.