Türkiye'deki Değişimin Sosyo - Ekonomik Analizi
1. Giriş
Türkiye, uzun süreden
beri bir değişim içinde. Sosyal yapısı, ekonomik yapısı, kültürel yapısı
değişiyor. Denilebilir ki bütün dünya değişiyor. Doğrudur ama ben Türkiye’nin
dünyadan farklı bir değişim içinde olduğunu düşünüyorum. Bazı konularda değişim
ileriye, bazı konularda geriye doğru oluyor. Hatta bazen ileriye doğru olan gelişim
geriye dönüyor bazen de tam tersi oluyor.
Türkiye’nin geçirdiği
değişimi etkileyen birçok değişken var. Bunların hepsini bu yazıda ele alıp
incelemek ve değerlendirmek mümkün değil. O nedenle bu değişimi etkileyen
önemli bazı içsel ve dışsal değişkenleri irdelemeye çalışacağım.
2. İçsel Değişkenler
Türkiye’deki değişimi
incelemeye yönelik bir modelin dört içsel değişkeni olabilir diye düşünüyorum:
Nüfus ve göç olgusu, iletişimdeki değişim, eğitimin yön değiştirmesi ve
ekonomideki model değişikliği.
2.1. Nüfus ve Göç Olgusu
İlk nüfus sayımının
yapıldığı 1927 yılında Türkiye’nin nüfusu 13,6 milyondu ve bu nüfusun yüzde
25’i kentlerde, yüzde 75’i kırsal kesimde yaşıyordu. Bugün Türkiye’nin nüfusu
76 milyon ve bu nüfusun yüzde 75’i kentlerde, yüzde 25’i kırsal alanda yaşıyor.
Demek ki aradan geçen 85 yılda bir yandan hızlı bir nüfus artışı yaşanırken bir
yandan da kırsal alandan kentlere çok büyük bir göç gerçekleşmiş.
Nüfus açısından
baktığımızda 85 yılın özeti Türkiye’nin köylülükten kentliliğe geçişi
gerçeğinden ibarettir. Bu büyük bir değişim. Bu değişim ekonomik sorunlardan
kaynaklandığı gibi aynı zamanda büyük ekonomik sorunlar da doğuruyor.
Türkiye’nin değişimi
üzerinde nüfus artışı kadar göç de çok etkili. Burada da ekonomi çok ağırlıklı bir
etki taşıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’de Osmanlı İmparatorluğu’ndan
devraldığı yapıda GSYH, yani ekonominin bir yıl içinde üretebildiği bütün mal
ve hizmetlerin piyasa fiyatı cinsinden toplam değeri, 570 milyon dolardı. Bunun
yüzde 40’ı tarım kesiminde üretiliyordu. Tarım kesimi, en azından göreli
olarak, nüfusu besleyebilecek durumdaydı. Göreli olarak sözünden kastettiğim
öteki kesimlerin (sanayi ve hizmetler kesimleri) yarattığı gelirin tarım
kesiminden düşük kalması konusudur. Bugünkü Türkiye’nin GSYH’sı yaklaşık 800
milyar dolar. Bunun yalnızca yüzde 9’u yani kabaca 70 milyar dolarlık bölümü
tarım kesiminde üretiliyor. Yani tarım kesimi artık göreli olarak bile çekici
bir alan olmaktan çıkmış bulunuyor. Bunun sonucu olarak tarım kesiminde
istihdam hızla düşüyor.
Aşağıdaki tablo tarımda
istihdam edilen nüfusun gelişimini gösteriyor (Kaynak: TÜİK, DPT.)
Yıllar
|
Tarım Kesiminde İstihdam (%)
|
1923
|
70
|
1997
|
42
|
2002
|
35
|
2006
|
27
|
2011
|
25
|
Bu tablonun ortaya
koyduğu gerçek tarım kesiminin istihdam açısından yetersizleşmesi sonucu
buradan açığa çıkan insanların sanayi ve hizmetler kesiminde iş bulabilmek için
kentlere göç etmeleri olgusudur. Ekonomide belirli bir gelişme sürecine
girildiğinde tarım kesiminin hem üretim hem de istihdam olarak küçülmesi, buna
karşılık sanayi ve hizmetler kesimlerinin genişlemesi “yapısal değişim” olarak
adlandırılıyor. Yani karşımızda göçle sonuçlanmış bir yapısal değişim olgusu
var.
Göçün birçok nedeni var
kuşkusuz ama ekonomik gelişmeler sanki bütün öteki etkilerden daha fazla
ağırlık taşıyor gibi görünüyor. 1997’de tarım kesimindeki istihdamın oranı
yüzde 42 iken 2011’de bu oran yüzde 25’e düşmüş bulunuyor.
Göç edenlerin bir bölümü
kendi köylerinin bağlı olduğu kentlere bir bölümü büyük kentlere göç etti.
Kendi köylerinin bağlı olan kentlere göç edenlerin bir bölümü orada da durmayıp
bir süre sonra büyük kentlere göç ettiler. Kırsal kesimden kentlere göç
edilmekle kentli olunmuyor. Çoğu insan göç ettikleri kentlerde gecekondular
yaptı ve oralara yerleşti. Zaten kültürel farklılıklar taşımalarının yanı sıra
böyle bir eğreti yerleşim nedeniyle kendilerini oraya ait hissedemediler. Sanki
bir çeşit geçici görevle oraya gelmişler de süre dolunca kendi köylerine
döneceklermiş gibi yerleştiler. Öyle olunca kent kültürünü benimsemeye oraya
ait olmaya çaba göstermek yerine ait olabileceklerini düşündükleri tek yer olan
camide buluşarak geleceklerini belirlemeye yöneldiler.
Göç edip de
gecekondulara yerleşenler tapusuz ve iskân belgesiz gecekondularda oturdukları
için kendilerini hiç bir zaman güvende hissetmediler. Devletin bu büyük göçü
karşılayıp bu insanları yönlendirmek için hiçbir hareketi ve çabası olmadı.
Yalnızca seçim öncelerinde bu gecekonduların bir bölümüne tapu verildi, yolları
yapıldı, su, elektrik, doğal gaz getirildi.
Göçle gelenlerin
gecekondularını yapıp yerleştikleri yerlerin bir bölümü kentlerin en değerli
arazilerini oluşturuyor. Örneğin İstanbul’da Sarıyer, Tarabya sırtları, Beykoz
gibi ormanlık alanlar bu gecekondularla dolu. Bu araziler kişisel mülke konu
olmayan Hazine arazileri olduğu için ve orman yapısı kaçak yapıları sakladığı
için oralara yerleştiler. Zamanla buralara yerleşim kabul görmeye ve hatta bazı
ev sahiplerine tapu verilmeye başlanınca gecekonduların yerlerini evler,
villalar, apartmanlar almaya başladı. Ne var ki bunların çoğu halen tapusuz ya
da iskân izni bulunmuyor. Tapusuz oldukları ya da iskân izinleri bulunmadığı için
sahipleri her an mülklerini kaybetme riskiyle karşı karşıya bulunuyor ve o
nedenle de çevreye gereken özeni göstermiyor.
Bu göçlerin ve
gecekonduların yapılmasıyla kentlerin içinde ve çevresinde oturduğu yere ait
olmadığını düşünen, tapusu ya da iskân izni olmadığı için sürekli devletten
(belediyeden) korkan insanların yaşadığı büyük alanlar oluştu. Böyle bir
durumda insanlar aynı kaldırımları üçüncü defa döşeyerek yandaşlarını zengin
eden belediyelere ses çıkaramıyor. Çünkü ses çıkarmaya kalksa belediye ona
evinin tapusuz ya da iskân izinsiz olduğunu hatırlatıverecek.
2.2. İletişimdeki
değişim
Dünya tarihinde üç
önemli devrim var: (1) Yaklaşık on bin yıl kadar önce başlayan neolitik devrim,
yani insanın yerleşik yaşama geçerek tarıma başlayarak, hayvanları
evcilleştirerek üreticiliğe de geçmesi. (2) Yaklaşık 150 yıl kadar önce
başlayan sanayi devrimi, yani o zamana kadar atölyelerde tek tek yapılan
üretimin yerini kitlesel üretimin alması. (3) Yaklaşık 15 – 20 yıllık bir
geçmişi olan elektronik iletişim devrimi yani internet kullanımının yaygınlık
kazanması.
İlk devrim, yani
neolitik devrim bu topraklarda ortaya çıktı. Suriye’de Jericho ve Türkiye’de
Hacılar ve Çatalhöyük ilk yerleşim örnekleri arasında yer alıyor. Yani bu
topraklarda yaşayanlar bundan on bin yıl kadar önce başlayan neolitik devrimin
öncüleri oldular.
Türkiye, ikinci devrimi
yani sanayi devrimini zamanında yakalayamadı. Sanayi devrimi 1850’lerde
İngiltere’de başlayıp Avrupa’ya yayıldı, sonra da dünyanın başka ülkeleri bu
devrime adapte oldular. Osmanlı İmparatorluğu o sıralarda bambaşka konularla
uğraştığı için bu gelişmeye yabancı kaldı. Sanayi devrimi Türkiye’ye ancak 20.
yüzyılda gelebildi.
Adından da anlaşılacağı
üzere devrim çok önemli bir gelişme. Devrimin başlangıcında dışarıda kalınınca
sonradan yakalansa bile etkisini yerli yerine oturtmak mümkün olmuyor.
Türkiye üçüncü devrimin,
yani elektronik iletişim devriminin dışında kalmadı. Gelişmiş ülkelerle
karşılaştırılınca geride kalmış görünse bile kendi kategorisinde iyiye yakın
bir konumda görünüyor.
Neolitik devrimin bu
topraklarda filizlenmesi bu topraklarda birçok uygarlığın yeşermesine yol açtı.
Sanayi devriminin kaçırılması Türkiye’nin geri kalmış ülkeler arasına girmesi
sonucunu getirdi. Elektronik iletişim devriminin kıyısından kenarından
yakalanmış olmasının neler getireceğini önümüzdeki yıllar gösterecek. Ama
bugünden görünen o ki sosyal medya, ülkenin haberleşme, iletişim sorumluluğunu
taşıyamayan geleneksel medyanın yarattığı boşluğu büyük ölçüde doldurmuş bulunuyor. Bence Türkiye’yi dünyadan farklı kılan gelişmelerden birisi de
iletişim devrimini bu şekilde kullanabilmiş olması.
2.3. Eğitimin yön
değiştirmesi
Eğitimi ikiye ayırarak
incelemek gerekir diye düşünüyorum. İlk ayrımda Türkiye’nin en parlak
gençlerinin nasıl bir eğitime yöneldikleri ve bunda neyin etkili olduğuyla yola
çıkmak, ikinci ayrımda ise ortalama eğitimi neyin etkilediğine bakmak gerekir.
Türkiye’nin en parlak
gençleri büyük ölçüde ekonomik eğilimlere göre hareket ettiler. Mühendisler,
1950’ler ve 60’larda Türkiye’de “Teknik Personel” adı altında istihdam
edilirdi. 1967’de herhangi bir Devlet dairesinde çalışan bir üniversite
mezununun maaşı 495 TL idi. Buna karşılık mühendisler 90 TL net yevmiye
alırlardı (yani aylık kazançları 2700 TL idi.) O zaman özel kesim de bu kadar
gelişmiş ve çeşitlenmiş değildi. Hemen herkes devlete girmeye bakardı. Aradaki
bu büyük fark herkesin mühendis olma arzusuyla yanıp tutuşmasına yol açardı.
Ben ilkokuldayken öğretmen sınıfa sormuştu “Ne olmak istiyorsunuz” diye.
İtfaiyeci olmak isteyen bir çocuk dışında kızı erkeği herkes mühendis olmak
istediğini söylemişti. Bunun nedeni o yüksek maaşlardı. Gerçekten de 1950’li
60’lı yılların en parlak gençleri mühendis oldular. Türkiye’nin müteahhitlik
sektöründe dünya çapında bir başarı yakalamasının altında bu tercihlerin
önemli etkisinin olduğunu düşünüyorum.
Birkaç yıl önce tıp
dalında iki önemli buluştan söz edildi. Gerçi birisini bulan kişi doktor ya da
eczacı değil ama bizim laboratuarlarda bulunmuş. Bunlardan ilki kanamayı anında
durduran bitkisel kökenli bir karışım, ikincisi ise kanserli hücreleri belirli
bir derecenin altına inerek dondurup öldürmeyi sağlayan bir yaklaşım. Dünyanın
bütün ordularının ilk buluşun peşinde koştuğu, ikinci buluşun ise böbrek ve
karaciğer kanserlerinde çok etkili olmasının beklendiği ifade ediliyor. Ben de
aşağı yukarı beş altı yıldır Türk doktorlarının tıp alanında bir takım
buluşlara imza atmalarını bekliyordum. Çünkü Tıpkı 1950’ler ve 60’larda en
parlak lise mezunlarının mühendisliği tercih etmesi gibi 1970 ve 80’li yıllarda
da en parlak lise mezunları tıp eğitimini tercih etmeye başladı. Bunda da
doktorların o dönemde iyi para kazanmalarının etkisi oldu.
1990’lar ve 2000’lerin
en gözde mesleği elektronik mühendisliği oldu. Bu kez liselerin en parlak
öğrencileri oraya gitmeye başladılar. Onun da nedeni büyük ölçüde ekonomik. Çünkü
elektronik mühendisliği okuyanlar yalnızca kendi mesleklerinde değil, ileri
matematik bilgileri nedeniyle, başka dallarda da, örneğin finans alanında,
başarı kazanabiliyorlar. Dolayısıyla en yüksek para getiren işlere
girebiliyorlar.
Buradan şu sonucu
çıkarıyorum. Türkiye’nin en parlak öğrencileri en çok para getiren işlere
gitmeyi tercih ediyorlar. Yani eğitimde asla planlanmamış ama ekonominin, ya da
daha açık bir ifadeyle piyasanın isterlerine göre biçimlenmiş bir yöneliş söz
konusu.
Buna karşılık bu en
parlak öğrencileri bir kenara bırakırsak ortalama bir insanın eğitimiyle ilgili
sorunlarımız geçmişe göre daha fazla artıyor. Kırsal kesimden kente yönelen
büyük göçün getirdiği kırsal kültürün ve kentte hissedilen dışlanmışlık
duygusunun etkisiyle göç edenler çocuklarını daha çok imam hatip liselerine
gönderiyorlar. Talep çok olunca da daha çok imam hatip lisesi kuruluyor.
Buralarda verilen eğitim din konularını ele almanın yanı sıra çevre baskısını
da yansıttığı için bilimsel ve analitik olmaktan çok dinsel bir ağırlık
taşıyor. Ezbere dayalı, analitik yorumlardan uzak, niçin ya da nasıl diye
sormasını bilmeyen bir kuşağın gelmesi değişen Türkiye’nin en önemli
değişkenlerinden birisini oluşturuyor.
Türk insanının ortalama
eğitim süresi artıyor. Buna karşın eğitim kalitesinin artmadığı da bir gerçek.
Bunu görebilmek için OECD üyesi ülkelerin öğrencileri üzerinde yapılan PISA
testlerine bakmak yeterli (Kaynak: OECD.)
Test konusu
|
2006
Sıra
|
2009
Sıra
|
2012
Sıra
|
Bilim
|
29
|
33
|
32
|
Matematik
|
29
|
33
|
32
|
Okuma
|
28
|
32
|
31
|
Toplam ülke sayısı
|
30
|
33
|
34
|
Türkiye 34 OECD üyesi
ülke arasında sonlarda yer almaktan kurtulamamış.
2.4. Ekonomideki model
değişikliği:
1980’ler Türkiye’nin
ekonomiyle başlayan ve hızla öteki alanlara yayılan bir dışa açılma ve sistem
değişikliğine girdiği yıllar oldu. 1980’lerden itibaren insanlar daha fazla
yurt dışına çıkmaya başladılar, daha fazla yurt dışıyla temas kurmaya
yöneldiler. Dışarıyla rekabet ilk kez o dönemde fark edildi. O ana kadar
rekabet hep içeride kendi kendimizeydi.
1980’lerin en önemli
özelliği bence kapitalizmin ilk kez bu kadar yakınımıza kadar gelmiş olmasıydı.
İnsanlar eskiden belki de korkudan oy veremedikleri siyasal oluşumlara daha
rahat oy vermeye başladılar. Bu da değişimi hızlandırdı. Türkiye kapitalist
olamadı belki ama kapitalist sistemi ilk kez benimsedi. Buna karşılık
kapitalist sistemi tam anlamıyla kurabilmek büyük sanayici ve tüccarların varlığını
gerektiriyor. Oysa Türkiye’de büyük sanayici ve tüccardan daha fazla esnaf
vardı. O nedenle Türk tipi kapitalizm bir çeşit esnaf kapitalizmine dönüştü.
Türkiye’nin
değişimindeki en önemli dönüm noktalarından birisi de 2001 yılında yaşanan
büyük ekonomik krizdir. Türkiye, 2001 krizi sonucunda GSYH’sının dörtte birini
kaybetti. On binlerce insan işsiz kaldı, 2000 yılında yüzde 6,5 olan işsizlik
oranı 2002’de yüzde 10,3’e tırmandı, işini kaybetmeyenlerin geliri düştü,
ücretleri azalanlar, işlerini de kaybetmemek için seslerini çıkaramadı, pek çok
insan bankalara olan kredi borçlarını ödeyemedi, binlerce işyeri kapandı,
insanlar korktular, sindiler, aç kaldılar. Ve sonuçta fedakârlıklara razı hale
geldiler.
2001 krizi iki önemli
sonuç yarattı: (1) İşini kaybeden birçok insan için para kazanmak en önemli
değer halini aldı. Bu insanlar bunu geçmişte belki de hiç bu biçimde
düşünmemişlerdi. (2) Krizin faturası geçmişin merkez sol ve merkez sağ
iktidarlarına çıkarıldı.
Hiçbir konu tek bir
değişkene indirgenebilecek kadar basit değildir. Ama 2001 krizinin yarattığı
sonuçlar AKP’ye iktidar yollarını açan en önemli değişkenlerden birisi gibi
görünüyor. Bu iddiamı seçimlerden sonra yapılan anketlerin sonuçları da
doğruluyor. Çünkü insanlar, AKP’ye oy verme nedenleri arasında en çok ekonomik
nedenleri işaretlediler.
2001 krizinin bir başka
önemli ekonomik etkisi Türkiye’nin büyüme modelini değiştirmesidir. Türkiye, bu
krize kadar bütçe açığı veren, kamu kesimini borçlandıran bir büyüme modeli
uyguluyordu. Krizden sonra, iktidarın AKP’ye geçmesiyle birlikte Türkiye, bütçe
açığı yerine cari açık veren, kamu kesimi yerine özel kesimi borçlandıran yeni büyüme
modeline geçiş yaptı. Aşağıdaki tablo bu geçişin sonuçlarını oranlarla
gösteriyor.
Tablodan dış borçlanmanın ağırlığının kamu kesiminden özel kesime geçmiş olduğu açık bir biçimde görülebiliyor. 1990 yılında Türkiye’nin toplam dış borç stoku 49 milyar dolar iken bu tutar 2002’de 130 milyar dolara, 2013’de 373 milyar dolara çıkmıştır. Dolayısıyla düşük kalmış bir dış borç stoku içinde kamu kesimi payı ile özel kesim payı yer değiştirmiş değildir. Bir yandan dış borç stoku artarken bir yandan da bunun içinde özel kesim payı hızla yükselmiş durumdadır.
Türkiye, yaşadığı
değişimi ekonomiye bu şekilde bir model değişimiyle yansıtmış ama hiçbir zaman
“açık vermeden büyüme modeli” üzerinde düşünmemiş, bunu sağlayacak yapısal
reformlara girişmemiştir. Türkiye’nin dönem boyunca yaptığı tek yapısal reform
bankacılık reformudur. Onu da kendi isteğiyle değil, 2001 krizinin ve IMF’nin zorlaması
sonucunda yapmıştır.
2.5. İçsel Değişkenlerin
Yarattığı Etkiler:
Bu dört değişkenin
yarattığı üç etki olduğu kanısındayım. Bunların hepsi birbirine bağlı: İnsan
değişiyor, toplum değişiyor, ekonomi değişiyor.
Türk insanı geçmişe göre
farklı bir konumda bulunuyor bugün. Her şeyden önce nüfusun çoğunluğu kırsal
kesimden kentlere gitmeye uğraşıyor. O kadar büyük ve hızlı bir göç söz konusu
ki kırsal kesimden kentlere göç edenlerin kentli olması hemen söz konusu olmuyor.
Hatta zaman içinde köylülerin kentli olması kadar kentliler de köylü olmaya
başlıyor, yani bir sentez çıkıyor ortaya. Bugün fantezi müzik olarak
adlandırılan müzik türünün henüz göçün bu boyutlara varmadığı 1960’larda İstanbul,
Ankara ya da İzmir’de bırakın beğenilmesini çalınması bile söz konusu olmazdı.
Demek ki kültürel etkiyle insan değişiyor.
Eskiden yasak olan
birçok şey artık serbest oluyor ve toplum başı açık ve örtülü kadınları bir
arada görmeye yavaş yavaş alışıyor. Değişimin hoşgörü çerçevesinde gelişmesi
kuşkusuz olumlu bir gelişme olarak alınmalı. Düne kadar Köşk’te türban olur mu
olmaz mı konusunu tartışan toplum bugün Köşk’teki türban resmigeçidini sessiz
bir biçimde izliyor. Bu sonuca bakınca iki şeyden birisinin yanlış olduğu anlaşılıyor:
Ya türbana gösterilen tepki yanlıştı ya da bugünkü duruma karşı tepkisiz
kalınması yanlış. “İki yanlış bir doğru etmez” diye bir Türk Atasözü vardır.
Tuhaf bir biçimde Türk toplumunda konu ne olursa olsun o atasözüne inat iki
yanlış bir doğru ediyor.
Değişim bazen olumlu,
bazen olumsuz yöne doğru gidiyor. Ne var ki bu değişim öylesine hızlı,
şaşırtıcı ve değerleri öylesine sarsıcı ki kırsal kesimden kente geldiğinde
zaten bir kültür darbesi yemiş olan insanlar, toplum içinde yer almak yerine
daha dar bir takım topluluklarda yer almaya çabalıyorlar. Kentlerde filanca
bölgeden ya da falanca küçük kentten göç edenlerin bir arada yaşadıkları
mahalleler oluşuyor. Hemşeriliğin yanı sıra tarikat yoldaşlıkları da öne
çıkıyor. Kendilerine yol gösteren, yardım eden bir devleti karşılarında
bulamayan insanlar, bir takım şeyhlerin peşine takılıyor ve çocuklarını da o
kültür içinde yetiştiriyorlar. Böyle bir ortamdan bilimsel bir atılımın çıkma
olasılığı sıfıra yakındır.
Bu değişimlerin olduğu
bir ortamda bana sorarsanız 1980’lerden başlayarak en büyük değişim ekonomide
oluyor. 1980’lere gelinceye kadar büyük ölçüde içine kapalı, devletin ağırlıkta
olduğu, ithal ikamesine dayalı ekonomik yapı artık çözülüyor. Sanayi devrimini
yakalayamadığı için kapitalizme de geçememiş olan Türkiye şimdi artık bir
kapitalizm benzeri modelin içinde ilerliyor. Bu model eski karma ekonomi
modelinden oldukça farklı bir model. Eski model rıza gösterme esasına
dayanıyordu. Yeni model her şeyi talep etme esasına dayanıyor. 1970’ler yağ,
tuz, ekmek kuyruklarıyla geçti. Bugün bırakın bu tür mallarda kuyruk olmasını
lüks sayılan malların bulunmaması bile toplumda daha fazla yankı yaratır. O
dönemde Türk insanı kaderine razıydı, bugün öyle değil. Türkiye artık tam
anlamıyla bir tüketim toplumuna dönüşmüş bulunuyor.
Kentlileşme aynı zamanda
burjuvaziyi de doğurur. Avrupa, kentlileşme olgusunun ardından ticaret ve
sanayi burjuvazisini ortaya çıkarmıştır. Kültürüyle, bilime saygısıyla, sanata
desteğiyle burjuvazi toplumu ileri götüren bir güçtür. Bizde böyle olmadı.
Bizde ticaret ve sanayi burjuvazisi hiçbir zaman doğmadı. Çok az sayıda gerçek
anlamda ticaret ve sanayi burjuvası var Türkiye’nin. Bizde ortaya çıkan burjuvazi,
esnaf burjuvazisi oldu. O nedenle de kültürde, sanatta, bilimde ileri gitmek
bir yana geriye döndü Türkiye.
Bu yeni model para
kazanmanın en büyük değer haline geldiği ve kimin parası çoksa onun en çok
itibarı göreceği bir model. Öyle olunca da örneğin laiklik tartışmaları toplum
üzerinde pek fazla etki yaratmıyor. Eskinin siyasal partilerinin pek göremediği
gelişme bence bu. Parti tutmayan bir vatandaş ekonomi iyi gittiği sürece
siyasal iktidarı destekleyeceğini söylüyor. Ne zaman söylüyor bunu? Seçimde
söyledi. Türkiye’deki seçmenlerin yüzde 47’sinin laiklik konusuna önem
vermediğini sanmıyorum. Ama ekonomideki başarı o korkuları ikinci plana itiyor.
Aşağıdaki tabloda
1923’de Cumhuriyetin ilanından bugüne ekonomide yaşanan değişimi göstergeler
eşliğinde sunuyorum. 2002 ile 2006 arasındaki değişime AKP iktidarı sırasında sağlanan
değişim olarak bakmak gerek (Kaynak: TÜİK.)
Nereden
Nereye
|
1923
|
2002
|
2012
|
GSMH
|
570 milyon $
|
231
milyar $
|
786
milyar $
|
Kişi
Başına GSMH
|
47.5 $
|
3,492 $
|
10,497 $
|
İhracat
|
51 milyon $
|
39
milyar $
|
163
milyar $
|
İthalat
|
87 milyon $
|
48
milyar $
|
229
milyar $
|
Tarım
/ GSMH
|
% 43
|
% 13
|
% 9
|
Sanayi
/ GSMH
|
% 11
|
% 27
|
% 30
|
Hizmetler
/ GSMH
|
% 46
|
% 60
|
% 61
|
İnsanlar bu tabloya oy
veriyorlar. Ekonomideki görünümün iyileşmesi diğer bütün kaygıları ikinci plana
itiyor. Demokrat Parti’nin on yıllık iktidarının ilk 5 yılında da aşağı yukarı
benzer bir görünüm vardı.
3. Dışsal Değişkenler
Bu modelin en önemli dışsal değişkenlerini küreselleşme, çevre ve iklim
koşullarında olası değişimler ve Türkiye’nin orta doğudaki yeni konumu olarak
sıralamak mümkündür.
3.1. Küreselleşme:
Ben küreselleşmeyi
kapitalizmin sistem ve kültürünün dünyaya yayılması olarak tanımlıyorum. Bu
anlamda eski sosyalist ülkelerin, sosyalist sistemi muhafaza ettiklerini iddia
etseler bile, altyapıyı oluşturan ekonomik sistemlerini değiştirerek, yani
piyasa ekonomisi düzenine geçerek burada yer almalarını küreselleşmeye katılımları
olarak alıyorum.
Küreselleşme pek çok
şeyi değiştirdi. Her şeyden önce sermaye hareketleri küresel sistemde serbest hale
geldi. Bu durum, sermayenin Amerika’dan Çin’e, Hindistan’dan Güney Afrika’ya
kadar serbestçe hareket edebilmesine, getiri nerede yüksekse oraya akmasına yol
açtı. Gelişme yolundaki ekonomiler için ilk bakışta yararlı görünen bu gelişme,
bir yandan da sistemin hastalıklarını kolayca her tarafa bulaştırmasının önünü
açtığı için tehlikeler de yarattı. Eskiden bir ülkede ortaya çıkan bir ekonomik
rahatsızlık o ülkede ya da en fazla bölgede rahatsızlık yaratırken şimdi bir
anda küresel sistemin tamamını tehdit edebiliyor.
Küreselleşmeyle birlikte
beklenti yönetimi kavramı ortaya çıktı. Eskiden pek çok gelişme mekanik
yaklaşımlarla yorumlanmaya çalışılırdı. Sosyal ve ekonomik yapı bir motor gibi algılanır,
gaza basınca harekete geçen, frene basınca duran bir yapıda düşünülürdü. Zaman
içinde beklentilerin bu yapıları etkilemede ne denli önemli olduğu anlaşılmaya
başlandı. Ve o aşamada beklentiler analize dâhil edildi. İş analizle kalmadı,
küreselleşme beklenti yönetimini kattı işin içine. Neresinden ve nasıl bakarsak
bakalım beklenti yönetimi biraz manipülasyon demektir. Bunu iyi yönetenler
şirketlerinin değerini artırdı, yetkilerini artırdı ya da oylarını artırdı. Bu
işin üstadı Amerikalılardır. O nedenle birçok ülkenin ya da şirketin yöneticisi
bu deneyimden yararlanmak üzere Amerikalı hocalardan kısa dersler almaya
başladı. Harvard bu tür eğitimin odak noktası haline geldi. Harvard’a gidip bir
haftalık bir programda bir kaç şirketin ortak deneyiminden türetilmiş
genellemeleri ders olarak alan ve dönüşte size anlatan birçok insan var.
Bunların bir bölümü aslında sizin ondan çok daha iyi bildiğiniz şeyleri size
çok daha renkli bir biçimde anlatarak sizi etkiliyor. Tıpkı bunun gibi
beklentilerinize yön veren insanlar her şeyi yönetmeye başladılar. Gün gelip de
gerçekle beklenti arasında fark ortaya çıktığında küreselleşmenin yeniden
köşeleşmeye başlaması söz konusu olabilir. Bu, öncelikle gelişme yolundaki
ülkelerde görülebilir. Çünkü oralarda yaratılan beklentiler çok değişik. Ne var
ki bu benim deyimimle “Harvardism modasına uyarak siyaset yapanlar şu sıralarda
oldukça önde gidiyorlar.
3.2. Çevre ve İklimin
Değişmesi:
Dünyada çevre ve iklimde
büyük değişiklikler yaşanıyor. Yağış düzenleri değişiyor, hava sıcaklıkları
farklılaşıyor, mevsimlerde kaymalar ortaya çıkıyor. Bunun geçici bir olgu mu
olduğu yoksa küresel ısınmanın yarattığı bir sonuç olarak kalıcı bir durum mu
olduğunu henüz bilmiyoruz. Ama bu değişimler kalıcı olacaksa en fazla
etkileyeceği ülkelerden birisi Türkiye olacak.
Anadolu’da büyük bir
imparatorluk kurarak zamanın en büyük imparatorluğu olan Mısır’ı Kadeş
savaşında dize getirmiş olan Hitit İmparatorluğu’nun egemen olduğu M.Ö. 1650
ile M.Ö. 1200 arasında Karadeniz’den başlayarak Ege’ye kadar boylu boyunca
Anadolu’yu geçerek uzanan Karaağaç ormanlarının var olduğu biliniyor. Bu
ormanlar M.Ö. 1200’lerde tümüyle yok olmuş. Hititlerin yıkılış nedeni de aynı
tarihe denk geliyor. O tarihlerde uzun süren bir kuraklığın Anadolu’yu esir
ettiği biliniyor. O kadar ki Hititler Kadeş savaşından sonra dostluk antlaşması
imzaladıkları Mısır’dan yardım istemişler. Dönemin Mısır Firavunu Merneptah
şunları yazdırmış tapınakların duvarlarına “Hatti ülkesine gemilerle tahıl
yolladım.” Bu geçici bir kuraklık dönemiydi ve Anadolu’da sıklıkla karşılaşılan
bir durumdur. Küresel ısınmayla birlikte bu kuraklıkların süreklilik gösterme
olasılığı büyüyor.
İster küresel etki
olsun, isterse de onun dışında oluşmuş bir uzun süreli kuraklık söz konusu
olsun bu iklim değişikliğinin Türkiye’yi son derecede olumsuz etkileyeceğini
söylememiz mümkün. Yapılan araştırmalar Türkiye’nin çölleşmeye gidiş sürecinde
olduğunu ortaya koyuyor. Bunun ekonomimize önemli etkileri olacak.
3.3. Türkiye'nin
Ortadoğu'daki Yeni Konumu:
Türkiye’nin öteden beri
komşularıyla ilişkileri sıkıntılıdır. Suriye ile uzun yıllar düşmanlık yaşandı
sonra ilişkiler düzeldi derken son dönemde tamamen bozuldu. İran ile ilişkiler
hiçbir zaman iki tarafı da tatmin edecek düzeyde olmadı. Irak konusu başka
sorunlar taşıyor. Rusya ile bazen iyi bazen kötü ilişkiler yaşadık.
Balkanlar’daki komşularımızla ise hiçbir zaman kalıcı dostane ilişkiler içinde
olmadık.
Son döneme girilirken
sloganımız “komşularla sıfır sorun politikası” idi. Başlangıçta bu yolda biraz
yol alınmış olsa da bugün, başladığımız noktadan bile daha geride bir yerde
bulunuyoruz.
Ortadoğu, enerji
kaynakları nedeniyle en önemli bölgelerden birisi konumunda bulunuyor. Bu
bölgenin sorumluluğu başlangıçta Mısır ile İsrail arasındaki işbirliğinde
arandı. Tutmayınca ABD burada liderliği doğrudan ele alarak Irak’a müdahale
etti. Deneyimleri kötü sonuçlanınca yeni bir bölgesel lider aramaya başladı.
Türkiye, Ortadoğu ve hatta Orta Asya bölgeleri için bölge lideri olabilirdi.
Türkiye, bölgenin en güçlü ekonomisiydi. Orta Asya ülkeleri nezdinde yüksek bir
kredibiliteye sahipti. İsrail ile pek bir sorunu yoktu. Bölgenin batıya en
yakın sisteme sahip ülkesiydi. Demokrasi ve insan hakları konusunda bazı
sıkıntıları olsa da bölgenin en ilerisi ve batıya en yakın olanıydı. Bu durumda
Türkiye ile İsrail, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesini uygulamakta bölgesel
taşeronları olabilirdi. ABD, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde bu
stratejiyi uygulamaya koydu.
İlk aşamada Türkiye’nin
batıyla ilişkileri sağlamlaştırılmaya başlandı. AB ile müzakerenin başlaması bu
aşamadaki dönüm noktasıdır. İkinci önemli aşama Türkiye’ye, G 20
ülkeleri arasında yer verilmesidir.
Sonra Türkiye’nin İslam kimliği
öne çıkarılmaya başlandı. Böylece Ortadoğu halkları üzerindeki kredibilitesi
geliştirildi. Ardından İsrail ile ilişkilerin bir parça soğutulması projesi
devreye girdi. Bunun sonucunda Türkiye’nin Araplar nezdinde eskiden oldukça
düşük olan kredibilitesi biraz yükseldi.
Böylece Türkiye, küresel
sistemin Ortadoğu ve Orta Asya bölge sorumluluğunu ortaklaşa üstlenebilecek
konuma taşınmış oldu. Bu rolün kazançlı görünen ama yüksek riskler taşıyan bir
rol olduğu ve Türkiye’nin bu rolü iyi oynarsa küresel sistemde önemli bir
oyuncu olabileceği ama iyi oynayamazsa çok sıkıntılı bir duruma düşebileceği
görülüyordu. Türkiye bu risklere karşın bu rolü oynamaya girişti.
3.4. Dışsal Değişkenlerin Yarattığı Etkiler:
Türkiye ekonomisi, diğer
ekonomiler gibi küreselleşmeden nasibini aldı. Bu bazen olumlu bazen olumsuz
oldu. Bundan 15 yıl öncesinde hayal bile edemeyeceğimiz miktarda yabancı
sermaye geliyor Türkiye’ye. Küreselleşmenin en olumsuz etkisi ise farklı
ülkelerde, özellikle de büyük gelişmiş ülkelerde, görülen ekonomik sıkıntıların
ya da alınan kararları kısa sürede öteki ülkeleri de etkileyebilmesi şeklinde
karşımıza çıktı. Bunun en tipik örneği 22 Mayıs 2013’de ABD Merkez Bankası
Fed’in almayı planladığını açıkladığı tahvil alımını kısma kararıdır. Bu karar
küresel piyasaları ve dolayısıyla Türkiye’yi de önemli şekilde etkiledi (hala
da etkilemeye devam ediyor.)
Türkiye’nin Orta
doğudaki yeni konumu biraz dışsal biraz da içsel bir gelişme olarak
belirtilebilir. Dışsallığı bizi bu role ABD’nin itmiş olmasından, içselliği ise
siyasal iktidarın bu role hiç itiraz etmeden soyunmasından kaynaklanıyor.
Cumhuriyet’in kurulduğu tarihten itibaren uzun süre dış gelişmelere tarafsız
kalmaya yönelmiş bir ülkenin birdenbire bu tür bir düzenlemede aktif rol alması
da çok önemli değişimlerden birisi. Ne var ki Türkiye bu rolü iyi oynayamadı.
Şu sıralarda Orta doğuda üstlenmeye uğraştığı ağabey – lider konumundan
uzaklaşmış bulunuyor.
4. Sonuç
Türkiye, Cumhuriyetin
kurulduğu günden bu yana sosyal, ekonomik ve kültürel bir değişim yaşıyor. Bu
değişimin ekonomi açısından birçok dönüm noktası var. Değişimin giderek
hızlandığı ve farklılaştığı son 35 yılda yaşanmış üç dönüm noktası önemli: İlki
1980’lerde başlayan ekonomik sistem değişikliği. Türkiye, 1980’lere kadar arada
bir değişim denemesi geçirmiş olsa da kamu kesimi ağırlıklı karma ekonomik
yapıyı 1980’lerden başlayarak özel kesim ağırlıklı hale getirmeye yöneldi ve bu
alanda epeyce yol aldı. İkincisi 2001 ekonomik krizidir. Bu kriz eski yapıyı ve
dayanaklarını büyük ölçüde tasfiye ederek, paranın en kutsal değer haline
gelmesine yol açtı. Kanımca AKP’nin iktidara gelişinde 2001 ekonomik krizi son derecede
ağırlıklı bir role sahip. İlk iki değişim sonuçta bir esnaf iktidarına zemin
hazırladı. Üçüncüsü ise Türkiye’nin, ABD’nin güdümündeki Büyük Ortadoğu
Projesi’nde rol almasıdır.
Daha önce sanayici,
büyük çiftçi, tüccar, asker, bürokrat tek başına ya da birlikte temsil edilecek
şekilde iktidar olmuştu. 1960’larda işçiler iktidar olacakmış gibi görünüyordu
ama olmadı. Esnaf ise ilk kez 2002 sonunda iktidar oldu. Özal iktidarı
sırasında da iktidarda küçük bir payı olmuştu ama ilk kez tek başına iktidar
oldu. Esnaf dediğimizde mutlaka iktidar sahiplerinin esnaf olması gerektiği
anlaşılmamalıdır. Esnaflık, tıpkı bürokratlık gibi biraz da zihniyet
meselesidir. Esnaf, hem emeği hem de sermayeyi temsil eder. Halkın içinde
olduğu için dertlerini ve basit sorunlarını en iyi bilen kesimdir. Esnaf
iktidarında çözümler göçle gelip de bir türlü kentli olamamış olan geleceği
sıkıntılı algılayan insanlara yöneldi ve büyük oy desteği sağladı. Türkiye’nin
değişimi açısından dünyadaki eğilimden en fazla farklılık gösteren şey esnafın
iktidar olması meselesidir. Türkiye’nin içine girmeye çalıştığı Avrupa
ailesinde hiçbir ülkede esnaf iktidarı söz konusu değildir. Ya sermayenin
tarafındaki muhafazakârlar ya da emeğin tarafındaki sol partiler siyaset
dümenindedir. Dolayısıyla Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve kültürel değişimi
aralarına katılmaya çalıştığı gruptan farklı bir yöne doğru
hareketlenmiştir.
Türkiye bu dönemde ABD
güdümüyle Ortadoğu’nun liderliğine soyundu. Ne var ki bu liderliği yürütemedi. Her
ne kadar şu anda Avrupa ailesine katılmayı hedeflemiş görünse de bir süre sonra
tersi söylemler gündeme gelecektir. Bir süre sonra bir yön düzeltmesi olması
kaçınılmaz görünüyor. Yani Türkiye ya Avrupa’dan başka bir yöne doğru gidecek
ya da Türkiye’yi yeniden Avrupa’ya yönlendirecek bir iktidar değişimi
olacaktır.
AKP, iktidara ekonomik kriz
sonucunda geldi, gidişi de büyük olasılıkla yine ekonomik nedenlere dayanacak.
Yani ekonomi kötüye gitmedikçe, insanlar eskiye göre kötü duruma düştüklerini
görmedikçe, AKP’nin iktidarı kaybetmesi pek olası görünmüyor. Ekonomik
krizlerde ilk ve en büyük darbeyi esnaf alır. Satışları düşer, para kazanamaz
hale gelir, hatta bir bölümü işini tasfiye eder. Esnaf ancak o zaman siyasal
iktidara desteğini çeker. İlginç bir biçimde bugün esnaf, kendi iktidarına son
verebilecek en önemli güç gibi duruyor.
NOT 1: Bu yazı, 3 Kasım 2007 tarihinde Osmanlı Bankası Voyvoda Caddesi
toplantıları çerçevesinde düzenlenen Yeni Türkiye'nin Değişkenleri başlıklı
oturumun panel tartışması bölümünde yaptığım konuşma ile 13 Kasım 2009 tarihinde Maliye Teftiş Kurulu’nun 130’uncu kuruluş yıldönümünde yaptığım konuşmanın gözden geçirilip güncellenmesiyle yazılmıştır.
NOT 2: Bu yazıdaki esnaf kavramını bir işin erbabı
olarak ele almanın yanısıra bir zihniyetin temsilcileri olarak ele aldığımı ifade
etmeliyim. O nedenle sayıları gerçekte esnaf olanlardan çok daha fazla olarak düşünülmeli.
hocam elinize emeğinize sağlık. Allah size zeval vermesin, çok öğretici, mükemmel bir yazı.
YanıtlaSilTeşekkürler
Silhocam,
SilDeğişim Sürecinde Türkiye kitabınızı okuyorum.
Sayfa 50, Tablo -2 : TC'nin Kapitalist sistemle deneyimi
1940-49 dönemi : Büyüme -0,9, Dönem sonu kişi başına gelir 159-93 = 66 USD artış, nasıl oluyor ?
Açıklarsanız sevinirim.
Selamlar, saygılar.
AHMET AKKÜÇÜK
Hocam,
SilDeğişim Sürecinde Türkiye kitabınızı okuyorum.
Sayfa 50, tablo-2: TC'nin Kapitalist Sistemle deneyimi.
1940-49 dönemi : Büyüme %-0.9, Dönem sonu kişi başın gelir artışı 159-93 = 66 USD nasıl oldu ?
Açıklama rica.
Selam ve saygılarımla.
AHMET AKKÜÇÜK
Hocam yazı için zahmet buyurmuşsunuz teşekkürler! Hocam yorumlarınıza katılmamak elde değil. Daha önceden yazdığım bir yorumda " millet aç kalmadan, kuyruğa girmeden kolay kolay iktidar değiştirmez" demiştim. Entelektüel birikimimiz çok düşük hatta üzülerek söylemeliyim ki vasat. Bu vasat kısır bir döngüde kendini yeniden üretmektedir. Kuyruğa girmeden, hukuksuzluğa maruz kalmadan sorun görme ve çözme yetimizi geliştirmek durumundayız. Neden aynı tokadı farklı ellerden yemek durumundayız. Bunun en önemli sebebini eğitim sistemi olmalı. Önerim, çok ağır olmamak şartıyla ilkokul 4 ten itibaren çocuklara ekonomi, hukuk, demokrasi ve felsefe dersleri verilmelidir. Bu derslerin verilmesinin çok önemli iki faydası vardır. 1- Bu konuları anlatacak hocalar yetiştirilecek istihdam sağlanacak, hatta matematik,fizik vs alanından atanamayanlar bu alanlara yönlendirilerek mağduriyetler aşılacak 2- birçok çocuğun bu konulara merakı artacak,sorgulayacak, araştıracak entelektüel seviyemiz inanılmaz yukarılara çekilecek bunun sonucunda da ekonomik, siyasi, hukuki manipülasyon ve popülizm zorlaşacaktır. Lütfen dikkat buyurun çocuğa öğrenim hayatı boyunca " ulama,büyük ünlü uyumu, öğeleri bulma, anlatım bozukluğu, 23/27 eğiklik, ilke inkılap, bilmem hangi padişahın katıldığı savaşlar durmadan anlatılmaktadır. Sonra da hadi bakalım hayatta başarılı ol, haklarını bil, insanca yönet yönetil diyoruz. Hocam bu eğitim sistemiyle çok zor çok, kişibaşı geliriniz, gsyh nız , mb rezerviniz artabilir fakat hiç bir zaman büyükler arasında yer alamazsınız. Eğitimin ne kadar önemli olduğuna gelince bakın Japonya 1950' lerde mazda fabrikasına girebilmek için en az lise mezunu olmayı şart koşuyordu. (rakamlar güncel olmayabilir) Japonya'da yılda 4 milyar 200 milyon kitap basılıyor. Türkiye'de sadece 23 milyon. Japonya'da kişi başına düşen kitap sayısı yılda 25, Fransa'da 7. Türkiye'de ise yılda 12 bin 89 kişiye 1 kitap düşüyor. PISA 2012 sonuçlarına göre; Türkiye’de öğrencilerin %8’i matematik, fen veya okuma alanlarının en az birinde üst performans grubundadır; Bu oran OECD ülkelerinde ortalama olarak %16’dır. Bu tablodan ekonomik ve sosyal durumumuz çıkarılabilir ve bu tablo değişmeden ekonomik yerimizin göz yaşartıcı biçimde değişmesi tamamen hayaldir. Saygılarımla.
YanıtlaSilNe yazık ki bunlar bizim bugünkü gerçeklerimiz. Eğitim konusunda çok ciddi sorunlarımız var. Ve bunları aşamazsak hiç bir zaman uzakdoğuyu yakalama şansımız olmayacak.
SilNe yazık ki bunlar bizim bugünkü gerçeklerimiz. Eğitim konusunda çok ciddi sorunlarımız var. Ve bunları aşamazsak hiç bir zaman uzakdoğuyu yakalama şansımız olmayacak.
SilBu kadar Kaliteli bir Arşiv. Cİdden okumaya değer yayınlarınız var.
SilTeşekkürler hocam...
SilBarika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar...sözünden anladığım tartışılabilecek düşünceleri, fikirleri olan insanların bir toplum için çok değerli olduğudur...
"Biat et, rahat et" söyleminde eleştirebilecek hiç bir şey bulamayanların eleştiri(?) olarak ortaya koyduklarının da anlamsızlık ürkütücü...
Bir şeye inanmak doğruluk için yetseydi "kandırıldım" sözcüğüne gerek kalmazdı.
Arşivleyeceğim bu yazı için gerçekten teşekkürler...
Gerçekten çok tutarlı analizlerde bulunmaktasınız. Geçmişi ve günümüzü çok iyi harmanlayan bir ekonomiste bizim gibi ülkelerin ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Analizlerinizi, yazılarınızı daha geniş kesimlere ulaştırmanın elzem olduğunu düşünüyorum. Maalesef, okuyan bir toplum olmaktan çok uzaktayız. Birtakım görüşlerimiz var ve bu görüşlerimiz ya ailemizden ya kişisel çıkarlarımızdan ya da duygularımızdan (din odaklı) kaynaklı belirmektedir. İktidar Partisi de insanların bu üçlü çemberine girebildiği için, uzun yıllar başarılı olmaktadır. Günümüz Türkiyesi için uygun bir İktidar Partisidir. Ama Paralel evrenler varsa ve o evrende daha farklı gelişmiş bir Türkiye varsa daha farklı bir İktidarın olacağını düşünüyorum. (diliyorum :)
SilTürkiye gerçekleri, yapılan tespitler... Bilgilendirici ve düşündürücü bir çalışma. Kaleminize sağlık hocam. Saygılarımla.
YanıtlaSilFeyaz Özgündüz
2013 yılında "Kıbrıs Sorunu" ile ilgili yaşanan gelişmeler ve dış ilişkilerdeki etkisi hakkında neler söyleyebiliriz hocam. AB yolunda ilerlemeye çalışan Türkiye için nelerin habercisi olabilir sizce?
SilMerhaba hocam yazınızı ilgiyle okudum ve beğendim. Herhalde bu konuyu bu kadar kapsamlı yazmanız da iki önceki yazınıza (Siyasal, Sosyal ve Ekonomik İstikrar) gelen yorumlarında etkisi olmuştur diye düşündüm. Yazının tamamını incelediğim de Türkiye'de yaşayan herkesi rahatsız edecek hatalarımızı gördüm üzüldüm, ama gene Ak kanat bu dönem savunma da, gene en çok onlar eleştirecek yorumlarıyla bu yazınızı, savunmaya geçecekler. Muhalefetten insanların da yazınız da karşı gurubu eleştireceği size hak vereceği bir yazı kaleme almışsınız. (ben bu görüşlerimi yazarken yayınlanmış yorum yok) 20.yüzyılı içeren tespitler ve araştırmalarınızı ilgiyle okudum, geneline katıldım ve beğendim nüfusun yarısından fazlasının göçü şehir düzenini alt üst ettiği, devletinse bu göçü yönlendirememesi üzücü. 2001 Ak Partili yıllar fena başlamamıştı ama gelinen sonuç umut kırıcı. Ülkemiz gerçekten çok gerildi, çevremdeki herkes kutuplaştı! Laikliğin yanlış yorumlanarak dindar insanların temel haklarının elinden alınması yanlışı. Ak Partinin iktidara gelişi toplumsal barış getirdi düşüncelerimi, son beş yılda yaşadıklarımız ve yargılamalar temelden sarstı. Cemaat, Ak parti kavgası da gerilen ortamı daha bir ateşledi. Belli dönemlerini, belli uygulamalarını beğendiğim Ak Parti iktidarında, Sağlık hizmetlerin de yapılanlar bence yapısal reformdu. Herhalde tarihte bunu böyle yazar. SSK, Emekli Sandığı, Bağkur'un birleştirilmesi bir tarafa , Koca koca Profların bile bıçak parası istediği, Yazıhanesine muayyene davet ettiği bir zihniyeti değiştirmek kolay iş değil. Ak Parti iktidarın da en büyük yatırımlar benim gördüğüm Hizmet Sektöründe oldu. Yaşadığım il de çok fazla avm çok ciddi tutarlara açıldı, yollar, metro, demir yolu verebileceğim örnekler.Bu da bizim tarihi fırsatı kaçırmamız demekti aslın da, yani yapısal reformları! Belediyecilikten gelmiş olması İktidarın, belki de dezavantajımız oldu. Enerji Dar boğazından çıkamadıkça G20'deki rekabet gücümüzün zayıf olduğu cari açık verdiğimizin bilincindeyim. Enerjide daha meyvesini yediğimiz büyük yatırımlar yok. Nükleer Santraller, Kaya Gazı ümit verici. Rüzgar Türbinlerinde ve diğer Yenilene Bilir Enerji çeşitlerinde bence Ak Partinin Karnesi fena değil. Yeterlimi tabi ki değil. Üretime dayalı sektörlerde daha iyisini yapılabilir buluyorum karnesi olumsuz. Markalaşma da Özel Sektörümüz İktidardan daha zayıf bence. Eğitim ve değinmediğim diğer konular da size katılmamak elde değil. Sonuç aslında sizin de hep söylediğiniz,yukarıda benim de değinmeye çalıştığım Özelleştirme gelirleriyle yapılması daha kolay olan Yapısal Reformları, ileri ki yıllara daha sancılı hallerimize bıraktık. Yazınızın sonuç bölümünü çok doğru buluyorum. Yukarıdaki fikirlerimin oturmasında bir yıldan fazladır sizi takip etmemin çok faydası oldu. Bu sayfanız içinde size bol bol teşekkür ediyorum hocam saygılarımla.
YanıtlaSilÇok teşekkürler. Yapılacak çok şey var. Önemli olan durum saptamasını doğru yapmak.
SilMerhaba Mahfi Bey, yazılarınızı zaman buldukça genelde takip etmeye çalışan bir okurum. Fakat bu yazınızın 1. Bölümünü okurken dumura uğradım. Bir paragrafın son cümlelerinde gecekondaki vatandaşlarımızın camiiyi algılayış biçiminden bahsetmişsiniz.
YanıtlaSilBen bir Müslüman olarak elbette gideceğim mahal çerçevesinde oranın camiisi benim için bir sığınak olur. Ben Çin'e de gitsem ilk ziyaretim o bölgenin camiisine olur. Nasıl böyle bir cümle kurabilirsiniz yurdum insanını görmezden gelerek. Mülkiye sıralarında otururken dinlediğimiz Mustafa Kemal hatıralarında; camiilere alternatif halkevleri şekli bir zihin yapısınamı sahipsiniz? Son olarak burjuva sınıfına girmeyen o insanları sadece kültür düzeylerini gidip geldiği mekanlar olarak tanımak ve tanıtmak eski bir müfettişe yakışmasa gerek. Gerçekten bu şekilde çok yanlış kullanmışınız camii olgusunu. Gerçek şu ki elit kesimlerin oturduğu semtlerde camii olgusu nasıl anlaşılıyor aşikar bir şekilde görüldü.
Aslında bu cümleleriniz için sayfalar dolusu reddiye yazabilirim fakat yer ve zemin müsait değil. Saygılarımla...
Sanırım cami sözcüğünü görünce gerisini tarafsız bir gözlükle okumamışsınız ve benim mülkiyeliliğimden giderek kendinize göre bir analiz yapmışsınız. Ben Atatürk'ün halkevlerini camiye alternatif olarak gördüğünü sanmıyorum. Tam tersine onları insanların eğitimi için bir araç olarak düşünmüş olsa gerek. Cami, dinsel görevlerin dinsel eğitimin yerine getirilmesi içindir. Buna kimsenin diyeceği bir şey yok. Ama bilimsel eğitim başka yerlerde verilir. Yazıyı bir kez daha bu çerçevede okumanız halinde bana hak vereceğinizi düşünüyorum.
SilDediğiniz şekilde okudum efendim. Fakat yine aynı sonuca kanî oluyorum.
SilÖncelikle ben de bir Mülkiye mezunuyum. Mustafa Kemal ile hatıraları Sina Akşin ve İlber Ortaylı hocamızdan defaatle dinledim. Ayrıca her insan taraflı bakar dünyaya. Eğer tarafsızım diyorsa 2+2=4 eder gibi bir yazı kaleme alması lazım gelir. Sosyal Bilimlerde tarafgirlik vardır.
Son konu ise CAMİİ nasıl bir yapı ve ne için yapılmış araştırmanızı rica ediyorum. Sizin söylediğiniz ise dinsel vecibelerin yerine getirilmesi. Bunu insan kendi evinde de yapar buna bir mahzur yok ki. Bilimsel eğitim diye de birşey yoktur. Bilimsel öğretim vardır. Bunun yeride illaki bir kurum değildir. İlim ehli bir öğretici ve bir talebe nerede olursa bu iş olur.
Kısaca sosyakültürel bir olgu söz konusu ise sözün ucu nerelere gidiyor dikkat etmek lazım.
Yazıyı yazan kişi yazıda ne kasdettiğini anlatıyorsa artık bunun tartışması olmaz. Ama sizin nasıl anladığınıza ben karışacak değilim elbette. Herkesin istediği gibi anlama hakkı vardır.
Silhocam o değilde imam hatip mezunlarına ezberci analitik düşünemeyen yaftası yapıştırmanız hiç hoş olmamış düz liselerin hali ortada hocam hsyk nın açılımını sorun gidin tüm liselere kaç kişi doğru cevaplayacak hastane sağlık yüksek kurulu diyenler var yapmayın hocam imam hatipleri bu kadar küçümsemeyin size şöyle söyleyim analitik düşünmek liseye göre olmaz inanın bana kişinin kendini geliştirmesine bağlı mesela ben fen lisesi mezunuyum ezberci zihniyetin tillahını gördüm lisemde ve analitik düşündüğümü de hiç sanmıyorum matematik fizik kimya biyoloji öss'de full'e yakın yaptım şu an girsem belki yine bi yerlere kapak atarım :) ama analitik düşünme açısını sorarsanız beynim sonuç odaklı çalışıyor durum analizi yapamıyorum çok zor bir matematik problemi verin sabaha kadar uğraşır çözerim ancak sözel becerim sıfır analitik gerçekten düşünemiyorum net olmayan şeyleri hiç sevmiyorum o yüzden ekonomiyi bir türlü anlayamıyorum çünkü hep sosyal hayatta farklı olduğundan bahsediyoruz veya çok fazla değişken var neymiş ceteris paribus falan aklım almıyor gerçekte yok böyle şeyler o yüzden sistem bozuk bence imam hatip aöl anadolu lisesi fen lisesi farketmiyor bütün öğrenciler ezberleyerek günü kurtararak sınava yatıp yatıp bir gün önce çalışmaya başlayarak yapıyoruz durum böyle olunca tabiki bilimsellik olmaz lisedeyken NASA'nın bir benzerini Türkiyeye kurma hayalim vardı yalan oldu hayaldi yalan oldu :D
SilFelsefe, mantık, biyoloji okumadan analitik düşünce olmaz. Matematiğin anlam kazanabilmesi için mantık ve felsefeyle desteklenmesi şarttır.
Silhocam felsefe muazzam bişey gerçekten dediğiniz gibi insanı kafayı yedirmeye kadar götürebiliyor :D matematik çok zor bir bilim olarak görünür ama bence felsefe öyle düşünmek gibisi var mı ya :)
SilHocam merhaba, yazınızı büyük bir dikkatle okudum, oldukça başarılı detaylı bir yazı olmuş, her zaman söylediğim gibi sosyoloji, iktisat, ekonomi hatta tarih ve felsefe birbirinden ayrı düşünülemez, bu bağlamda son derece faydalı bir yazı olmuş, elinize sağlık.
YanıtlaSilTeşekkürler
SilAnladığım kadarıyla; Karnın gurultusu beynin gürültüsünü geçince değişim oluyor. Savaşlar direk karnın gurultusuyla alakalı. Savaştan önce ve sonra kamu gücü destekleniyor, barışta esnaf gücü destekleniyor. Feodal beyler-krallar-padişahlar tarih sahnesinden silinince. Dinlerin insanları bir araya getirme ve yönlendirme gücünü elinde bulundurun din adamı sınıfının hakimiyetini kırmak için, laiklik uygulaması ile seküler hayat oluşmayınca, kamusal-sınıfsal cumhuriyet oluşmuyor. Böylece demokratik sistemden elde edilmesi gereken ekonomik fayda, partiler kullanılarak sadece esnaflar tarafından paylaşılıyor. Cumhuriyet beyin gürültüsü, ayak üstü sohbetlerde içkilere meze olarak kullanılan en iyi spesiyal....
YanıtlaSilEvet karın gürültüsüyle beyin gürültüsü kıyaslaması iyi bir özet.
SilHocam, otuz yıllık terörizmle savaş ve Suriye'den gelen göçün sosyo-ekonomik etkisini ayrıca mı kaleme alacaksınız ? Bizi istifade ettirdiğiniz için, teşekkürler.
YanıtlaSilCamii ve halk evleri husunda, size yöneltilen negatif eleştirilerin nedeni (size aktarılan ve öğrendiğiniz bilgilerin ışığında herkes aynı yerden bakamamakla beraber) din kaynaklı düşünce ve hayat tarzına uygulanan negatif tutumun, fiziki baskıyla halk üzerinde baskı oluşturması kanaati kısaca kamu gücünü elinde bulunduranların benim düşündüğüm gibi düşünmek zorundasınız baskısı ki içinde zerre kadar akıl ve fikir yok. Oysa size karşı koyucuların hiç biri bu baskıya maruz kalmış değillerdir. Sizin söylediğinizin doğru anlaşılabilmesi için o dönemin tarihinin doğru bilinmesi şarttır. Sosyo-ekonomik analizinizin kalıcı ve etkileyici kültür oluşturması için o dönemin tarihini de aktarmanız .............mu ? Sadece bir öneri ! Samimiyetinizin ve doğru anlaşılmanız için. Mutluluklar dilerim.
YanıtlaSilMerhaba Hocam,
YanıtlaSil17 Aralık olayları ile ilgili fezlekede birleşmiş milletler ambargosunu delen bir çok olayla birlikte sahte belgelerle akreditif işlemleri iddiaları yer almaktadır.
Hocam bu olaylar doğru ise Türkiye ve türk bankacılık sistemi kara listeye alınabilir mi ?
Değerlendirdiler ve Türkiye'yi gri listede tutmaya devam ediyorlar.
SilHocam "Buralarda verilen eğitim din konularını ele almanın yanı sıra çevre baskısını da yansıttığı için bilimsel ve analitik olmaktan çok dinsel bir ağırlık taşıyor" yerine "buralarda verilen eğitim bilimsel ve analitik olmaktan çok dinci ideolojinin öğretisine ağırlık veriyor" desek daha doğru olur gibi. demezsek akıl ve ilim kitabı olan Kur'an'a haksızlık etmiş oluruz. Hanefi mezhebinin kurucusu Ebu Hanife, İslamın yönetimde 5 temel ilkesini şöyle özetliyor:
YanıtlaSil1- biat (yönetenlerin yönetilenlerden onay alması, yani seçim. ancak koşulsuz şartsız teslim anlamına da gelen bizim bildiğimiz biat'la karıştırılmaması gerekiyor)
2- şu'ra (meclis, yani yöneticilerin ilim sahibi, uzman insanlardan oluşan bir halk meclisine danışarak karar alması ve uygulaması)
3- re'y (ibadet alanı dışında aklın üstünlüğü, "akıl komutan din askerdir" anlayışı. Ebu Hanife bu anlamda anadilde ibadete çok önem verir)
4- adalet, ehliyet ve liyakat (kamu görevlerinin din, ırk, cinsiyet ayrımı gözetilmeden ehil, işini dürüst ve namuslu şekilde yapan insanlara verilmesi, maslahat ilkesi)
5- zulme karşı sürekli mücadele. zulüm ise - modern terminoloji kullanacak olursak - 3 temel kategoride ele alınıyor: 1-yönetimde despotizm, insan hakkı ihlalleri 2-sömürü, hırsızlık, yolsuzluk, kamu hakkı/malı ihlalleri, doğal düzeni bozmak 3-açık veya örtülü şirk (örtülü şirkten kastedilen ibadetlerin gösteriş veya menfaat elde etmek için yapılması, şeyhçilik, evliyacılık, kulun Allah ile arasına aracı koyması)
Hocam ben İslamın yukarıda özetlediğim yönetim ilkelerini 33 yaşımda öğrendim, kendi açımdan büyük bir utanç kaynağı olduğunu söyleyebilirim. İslamın ta 1400 yıl önce seçim, meclis, aklın üstünlüğü gibi ilkeleri getirdiğini Türkiye'de çoğu kişi bilmez. 100 bin caminin bulunduğu bir ülkede İslam'dan bu derece bihaber olan bir ülkenin adam olması ise çok zor, sadece dincilerin elinde oyuncak olur o kadar.
Bu anlattıklarınızın tamamını ters uyguladığımız anlaşılıyor.
SilMahfi Hocam, Dinçer Beyin bahsettiği böyle bir dönem olmuştur. İslamın 827-1109 yılları arasında kalan dönemde batıdan çok ileri olmasının tek nedeni olan ''akılcıların'' iktidarda olmalarıdır. Batının bilimsel üstünlüğünü Eski Yunan Çoktanrıcılığının, Yahudiliğinin ve Hıristiyanlığın bir başarısı olarak gösterenler, Doğunun bilimsel geriliğini tümüyle Müslümanlığa bağlamaktadırlar. Oysa Müslümanlar 827-1109 yılları arasında yeryüzünde bilimin tek öncüsü durumundaydılar; Peki ama nasıl oldu da Müslümanlar 400 yıl süren bilim öncülüğünü Batıya kaptırıp batıdan bilim dilenir duruma düştüler? Aşağıda Cengiz Özakıncı'nın bu soruları, belgeleriyle tarihsel gelişmini yanıtladığı bu güzel kitabı meraklılarına tafsiye ediyorum.
Silİslam'da Bilimin Yükselişi ve Çöküşü / 827- 1107 Cengiz Özakıncı
Bilim tarihine Batı gözlüğüyle bakanlar, Batı'nın bugünkü bilimsel üstünlüğünü ya 'Eski Yunan- Roma Kültür Kökeni'ne ya da 'Yahudi - Hıristiyan Din Kökenleri'ne bağlayarak, 'Doğu'nun bugünkü geriliği tümüyle İslam'ın gerici bir din olmasından kaynaklanmaktadır; Doğu, İslam'dan çıkmadıkça bilimde ilerleyemez' görüşünü yaymaktadır. Cengiz Özakıncı, bu kitabında, Müslüman toplumlara yönelik 'Hıristiyan Misyonerliği'nin en incelmiş, en sinsi biçimi olan bu görüşü çürüterek, Batı'nın bugünkü bilimsel üstünlüğünü Yahudiliğe ya da Hıristiyanlığa değil, tümüyle Müslüman bilgin ve düşünürlere borçluğu olduğu gerçeğini, hem de hiç bir Yahudi, Hıristiyan Batılı'nın yadsıyamayacağı türden Batı kaynaklı belgelerle göstermektedir. Kitapta yer alan ve çoğunun tıpkı basımı Türkiye'de ilk kez bu kitapta yayımlanan bu unutturulmuş Batı kaynaklı belgeler, bir yandan Batı'da Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan kaynaklanan eli kanlı bilim düşmanlığının tüyler ürpertici boyutlarını apaçık gözler önüne sererken, bir yandan da 800-1100 yılları arasında Müslüman ülkelerde deneysel ve düşünsel bilimlerin doruğa tırmandığını, Batı'nın ancak Müslüman bilginlerin buluşlarını kavradıktan sonradır ki bilimsel ve bilim adamlarının Papalık fermanlarıyla nasıl odun ateşinde törenle diri diri yakıldıkları bu kitapta doğrudan Vatikan arşiv belgeleri ve John Foxe'un 1563'te Kraliçe I. Elisabeth'e sunduğu raporda yer alan resimlerle gözler önüne serilirken; tüm kişisoyunun ve Batılıların Cebir'i Müslüman bilgin Horezmi'ye; optik bilimleri, yerçekimini Newton'a değil El,Hasan'a; tıbbı, eczacılığı, otopsi yöntemlerini, aşı uygulamasını İbni Sina'ya; gökbilimi Zerkali'ye, Toplumbilimi İbni Haldun'a; felfeseyi mantığı İbni Rüşd'e, Farabi'ye; sezaryanla doğum yaptırmayı Biruni'ye; matematiği, fiziği, kimyayı, biyolojiyi hepsini ama hepisini tümüyle Müslüman bilginlere borçlu olduğunu yine Bayı kaynaklı arşiv belgelerinin tıpkı basımlarından örnekler sunarak ortaya koymaktadır. Kitabın son bölümünde "Peki ama nasıl oldu da 400 yıl boyunca Batı'ya bilim öğreten Müslümanlar, bilimin öncülüğünü Batı'ya kaptırıp, bugün Batı'dan bilim dilenir duruma düştüler?" sorusuna eğilen Özakıncı, bugüne dek doyurucu bir yanıt verilemeyen bu soruyu bilimsel verilere dayanarak, herkesin anlayabileceği bir dille açıklarken; bu kitap, aynı zamanda Bizans İmparatoru İkinci Manuel'in, "Muhammed vadettiği inancı kılıçla yayma emrinden başka hangi yeniliği getirmiştir gösterin bana?" sözlerini yineleyen Papa XVI. Benedict'e tokat gibi bir yanıt niteliği taşımaktadır.
İslam ile batının bilimde tersine dönmelerinin sebeplerinden birisi Moğolların her yeri yakıp yıkmaları, ''sadece Sivas kütüphanesinin yakılmasında 250.000 kitap yok olmuştur''. ha keza Bağdat kütüphaneleride aynı şekilde. Bir diğer neden de Haçlı seferleri diyebiliriz. Şöyle ki; islam dünyasında şöyle bir algı oluşmuş, doğudan ve batıdan kılıç zoru ile ''ilerleyenler'' yüzünden aynı yönteme başvurmuş ama bilimi tamamen bir kenara bırakıp, sadece kılıç ve fetih dönemine girmişler, batı ise İslam dünyasından aldığı bilgilerle, ''Üsküdarı çoktan geçmiş'' olmuştur!!!
SilHocam yanlış anlamayın lütfen! Benim tek bir konu üzerinde takılmam, o konunun toplum nezdinde sizin anlattığınızdan farklı bir anlam ifade etmesidir. Siz umuma açık yazılarınızla çok güzel bir iş yapıyorsunuz. Ama dediğim gibi anlatılan konuda aksaklık var. Buraya dikkat çekmek istedim. Saygılarımla...
YanıtlaSilYanlış anlamadım merak etmeyin. Farklı görüşleri paylaşmazsak bir uzlaşma zemini yaratamayız. Teşekkürler.
SilHocam merhaba,
YanıtlaSilTürkiye ekonomisi uzun bir dönem için ancak bu kadar açıklayıcı ve anlaşılır olarak anlatılabilirdi, öğrencilerime sayfanızı öneriyorum bende çok istifade ediyorum teşekkür ederiz,
Çok güzel bir yazı.
YanıtlaSilGözüme takılan ufak bir hesap hatası var:
Nereden nereye tablosundaki 2002 yılı Kişi Başına GSMH değerleri hatalı gibi:
1923: 570 Milyon / 47,5 = 12.000.000 Nüfus
2002: 231 Milyar / 2,620 = 88,167,938 Nüfus
2012 - 786 Milyar / 10497 = 74,878,536 Nüfus
2002 yılındaki Kişi Başı GSMH değerinin (68 milyon nüfusa göre) 3,400$ civarında olması gerekmez mi?
Yazı için çok teşekkürler, bu şekilde tüm değişkenleri hesaba katan yorumlara rastlamak çok zor.
Bu hesaplara ve kaynaklara bir daha bakacağım.
SilHaklısınız 3492 USD olacak. Düzelttim. Teşekkürler.
SilMerhaba hocam yazı için teşekkürler, nacizane olarak ilave etmek istediğim konu eğitim başlığı ile alakalı olup sadece imam hatip liselerinde değil bugün hemen hemen tüm liselerde hatta üniversitelerde EZBER sisteminin olduğudur. 4 senelik İktisat eğitimi aldım talep eğrisinin neden negatif eğimli olduğunu kpss ye çalışırken öğrendim, burada elbette benimde suçum olabilir ama derste hocalara soru sorulamıyor sorulsa bile büyük olasılıkla tersleniyor öğrenci yada ben sana bunu sonra anlatırım deniyor, soru soran küçük düşürülüyor, bunları yapanlar ise ünvanları olan insanlar (doc, dr,...) olabiliyor ve 20 li yaşlarda bir insan için aşağılanmak onur kırıcı oluyor ve soru sorulamıyor. Sonuç olarak eğitimde hocalar kendine çeki düzen vermeli öğrencide hocayı sorgulamalıdır. Ayrıca müfredatıda. Teşekkürler.
YanıtlaSilNe yazık ki bizim eğitim sistemimiz kitlesel ezbere dayalı olarak gelişti ve bugünkü sonuçlar çıktı.
Silesnaf zihniyeti tam olarak neyi kimi ifade ediyor anlayabilmiş değilim. Biraz daha açar mısınız?
YanıtlaSilKarnımız doysun, yolumuz yapılsın yeter diyen, düşünce özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, merkez bankası bağımsızlığı daha çok demokrasi talep etmeyen herkesi.
SilHocam "Türkiye, 2001 krizi sonucunda GSYH’sının dörtte birini kaybetti." demişsiniz fakat tabloda 2001'de ekonomi'nin %5,7 küçüldüğü yazıyor. Bu durumda büyüme oranının -%25 olması gerekmez mi?
YanıtlaSilKüçülme dolar cinsinden, büyüme ise fiziksel olarak ölçülüyor. TL değer kaybettiği için dolar cinsinden % 25 küçülme oldu. Ama TL cinsinden küçülme % 5,7 idi.
Silhocam yargı bağımsız olamaz hukuka bağımlıdır yargı yargı hukuka bağlı olmazsa yok efendim senin tipini beğenmedim senin kaşın gözün ayrı oynuyor diye içeri atma şansı doğar bakın bugün eski genel kurmay başkanımız terör örgütü kurmakla yargılanıyor bu haldeyiz yani yargı bağımsız falan olmamalı hukuka bağlı olmalı bağımsızlık full özgürlük değildir yargı hukuka bağımlı olmalıdır hocam bir savcı arkadaşım bana şöyle demişti 1 yıl önce hiç unutmam kardeş aramızda kalsın ama eğer kötü biri olsam sahte delil uydurup içeri attıramayacağım kimse yok biliyor musun aynen bu kelimeyi kullanmıştı
SilAynı şeyleri farklı ifadelerle söylüyoruz.
SilHocam merhaba Kırım geriliminin dünya ekonomisine etkileri Son Baskı'da sizinde gündeminizde. Faydası olabilecek belkide sizin bildiğiniz bazı bilgileri sizinle paylaşmayı istedim. Kırımın %60 Rus kökenli bunlar Çarlık ve SSBC dönemi Moskof göçleriyle yerleşenler. %26 Ukraynalılar bunların içerisinde Karadeniz Almanları da var. %13 Kırım Tatarı Müslümanlar aynı zamanda yüzelli-ikiyüz bin civarında da Stalin'in sürgün ettiği Kırım Tatarı dönüş hakkına sahip. Son yapılan Referandumu toplumun %40 boykot etti katılmadı.(Ukrayna, Tatar Türkleri ve AB üyeliği isteyenler) daha geniş bilgi isteyenler için TRT'nin hazırladığı "Kırımoğlu: Bir Halkın Mücadelesi" belgeseli linki: http://www.youtube.com/results?search_query=k%C4%B1r%C4%B1mo%C4%9Flu%20belgeseli&sm=1
YanıtlaSilSaygılarımla hocam Teşekkürler.
Teşekkürler bilgi ve link için.
SilEline ağzına sağlık üstadım. Çok güzel bir çalışma. Günümüzün sisli bulanık ortamında bir fener gibi.
YanıtlaSilElinize sağlık. Özel kesim dış borç stokunda hazine ve devlet garantisi var mıdır? Eğer varsa (tabi oranı önemli olmakla) kamu kesimi borç stokunun azaldığından söz etmek ne kadar doğrudur sizce? Teşekkürler.
YanıtlaSilTeşekkürler.
SilÖzel kesim dış borç stokunda Hazine garantisi yok. Hazine, sadece kamu kurum ve kuruluşlarının dış borçlanmasında garantör olabiliyor.
Çok kapsamlı ve son derece doyurucu bir yazı okuma fırsatı buldum sayenizde. Ellerinize sağlık. Ancak, içinde bulunduğumuz ortamda fikirlerinizi ileri sürdüğünüzde, karşıt görüşte olanların tartışmak yerine yaftalamak, konuşmak yerine önyargıyla, saygısızca saldırmak gibi davranışları tercih ettiği bir toplumsal ruh halinde analiz yapmak da iyice zorlaştı. Toplumun demokrasi taleplerinin hangi düzeyde olduğu konusunda fikir veren tepkiler bunlar. Keşke, başka bir ortamda, özgürce ve bilimsel kalıplar içinde iletişim kurabilmek mümkün olabilseydi. Ne yazık ki, 70'leri andıran günlerden geçmekteyiz. Saygılarımla.
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim.
SilEvet ne yazık ki karşı görüşe görüşle yanıt vermek yerine karalayarak saldırmak yaygınlaşıyor toplumda.
Bilimsel kalıplar içinde iletişim kurabilmek ne yazık ki kolay değil. Böyle bir iletişimin olmazsa olmaz koşulu iki tarafın da bilimsel çerçevede durmasıdır. Türkiye'de o çerçeve kayboldu.
Elinize sağlık. Gerçekten çok güzel ve değerli bir yazı olmuş. Bir çok insanın kafasındaki ve ara ara yaptığı çıkarımların değerli katkınız ile vücut bulduğu bir yazı olmuş. Esnaf hükümetinden sonra acaba Y kuşağı diye tabir edilen, iletişimde başarılı, daha hoş görülü ve demokrasiye sahip çıkan, verimli ve ekolojik sistemi ciddi alan, dertlerine geçici değil, gerektiğinde kendi iktidar gücünden bile vazgeçebilecek kadar kalıcı çözüm getirebilecek yönetim tarzı benimsemiş bir yönetime kavuşur muyuz?
YanıtlaSilYukarıda yazdıklarım ve isteklerim, temennilerim özellikle bu sabah gazeteleri okuyunca duyduğum sıkıntıdan da kaynaklanmış olabilir. Teşekkürler.
Teşekkür ederim.
SilSorunuza "keşke" diye yanıt verebilirim. Ama ötesini henüz göremiyorum.
hocam bi yazınızdaki yorumlarda milli gelir enflasyonlarla şişirildiği söylenmiş bu ne kadar gerçekçi
YanıtlaSilbir diğer sorum ise ulaşım ithal mallar sigara gibi ürünler nasıl etkiliyor milli geliri
Bu konuda bu blogda gerçekte ne kadar büyüdük başlıklı yazıma bakmanızı öneririm.
SilBütün diğer mallar gibi üretildikçe milli gelire giriyor.
Hocam, analiziniz ülkece yaşadığımız sorunların ve kent yaşamı içindeki sosyal sıkıntıların büyük resim içindeki yerini ve kaynağını son derece açık görmemizi sağlıyor. Bu değerli çalışma için çok teşekkür ediyorum.
YanıtlaSilTeşekkür ederim.
Silsayın hocam marshal lerner denklemınde devaluasyonun basarılı olması ıcın ıthal ve ıhrac mallarının esneklıklerının toplamının en az 1 ve bundan buyuk olması gerekıyor. sizce olası bır devaluasyonda carı acık duser mı bızde bu saı kactır acaba. saygılar
YanıtlaSilMarshall - Lerner şartı büyük ölçüde sabit kur rejiminde geçerli bir yaklaşımdır. Her gün her dakika kurun değiştiği dalgalı kur sisteminde Marshall - Lerner yaklaşımı işlemez.
Silhocam selamlar, son donemde okuduğum en muhteşem yazı, çok teşekkür ederim, emeğinize sağlık.
YanıtlaSilSon on yılda yaptığımız , belkide su ana kadar kriz çıkmamasının en önemli nedeni olan Bankacılık reformunu mecbur kaldığımız için yapmıştık. Hocam Hukuk reformunuda mecbur kalarak yapma ihtimalimiz varmı?
Çok teşekkür ederim.
SilMaalesef hukuk alanında tersine reform (deform) yapıyoruz. Bence bunu yeniden düzeltme olasılığı şu anda pek güçlü değil.
hocam merak ettiğim konu şu japon yeni ve çin yuanı dolar karşında değersiz acaba biz de bunu yapamaz mıyız yapamazsak neden hoam
YanıtlaSilBunu yapmak halkin refahini dusurmek demek ayni zamanda. Cinli isci ayda 50$a calisiyor, biz de calisabilir miyiz. Eger halki buna razi etmek kolay degil. 24Ocak kararlarinin uygulanabilmesi icin 12Eylul gerekmesi gibi ciddi bir zorlama gerekir. Yani uzun vadede kazanmak icin 1 belki2 nesli feda etmek lazim, Almanya`daki 1950-1970 arasindaki sadece patates ile karnini doyurdugu icin ismi Patates Nesli olan nesiller gibi. Rusya`daki 1920-1940lardaki nesiller gibi. Uzakdogudaki 1970-1990lardaki cocuk iscilerle dolu kayip nesiller gibi. Buyuk bir sefaletten sonra refah hak ediliyor. Ama secimle isbasina gelen hicbir yonetim bu aci receteleri isleme koyamaz. Zaten Uzakdogudan sonra bu ucuz isgucunu saglayip, goreli olarak zenginlesecek bolge belirlendi coktan: Afrika.
SilSayın Mahfi Hocam ben Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesinde iktisat 1.sınıf öğrencisiyim.Okulumuzdaki Genç Ekonomistler Topluluğu başkanıyım.Gerek okulumuzdaki diğer bölümler gerek topluluk içindeki arkadaşlardan da size büyük ilgi var.Okulumuz yeni bir üniversite olmasından dolayı geleneksel konferans düzenlemeyi düşünüyoruz.İlkinde sizi davet etmeyi sizin tecrübeleriniz doğrultusunda bize bir yol gösterici olmanızı istiyoruz.Size de uygun bir tarih olursa aramıza konuşmacı olarak katılımınızı rica etmekteyiz.
YanıtlaSilSaygılarımla,
Hocam harika bir yazı olmuş . Emeklerinize sağlık . Bu sayfa bana çok şey kattı . Çok teşekkür ederim şahsım adına .
YanıtlaSilyazının 1. bölümü hangisi acaba?
YanıtlaSilmerhaba, güzel bir yazı, yakın Türkiye tarihinin sosyal ekonomik gerçeklerine bir bakış. Ve ne yazık ki acı, okuyanların içinde hüzne karamsarlığa kapılmayan yok gibidir diye düşünüyorum. burada okuyor ve yazıyorsak da üç aşağı beş yukarı hayatı aynı pencereden bakıyor aynı paydada buluşuyoruz. ya o esnafın gelecek kaygısı yaşayan, yaşarken hayatını yaşayamayan, öyle veya böyle extra çalışmalarla hayatını bir nebze kurtaran, sınıf atlayan insanlarız.Bu pencereden bakınca bizim hayatımızı yazmışsınız.sizden yarınlar ile ilgili yazılar bekliyorum. güzel günler göreceğimiz yarınlar... bizim de üzerimize düşeni yapabileceğimiz yarınlar... teşekürler
YanıtlaSildeğerli hocam;
YanıtlaSil2 yıl sonra bu yazıya denk gelmeme rağmen harikulade bir iş ortaya çıkarmışsınız.Bir çok olguyu ve sebebini önceden görmüş ve anlatmışsınız,bu olguları şuan Türkiye hem ekonomik hem de sosyal açıdan yaşıyor.
Bütün kitaplarınızı ve makalelerinizi ilgi ile okuyan bir öğrenci olarak,bu yazınızı ve konuları 2016 yılı ve gelecek için yorumlarınızla birlikte tekrardan ele almanızı ve ve bizlere ışık tutmanızı rica ederim. Belki benim gibi gelecek için umutsuz öğrencilere,güzel bir umut ışığı olur..
saygılarımla
Çok teşekkür ederim. Bu yazıyı belki de bir kitaba dönüştürmem lazım.
SilDeğişim Sürecinde Türkiye kitabınızın en güzel bölümlerinden birisi olmuş hocam.
SilBuradaki yazı çok güzel, kitap ayrı güzel.
sayin hocam Yazinizin son paragrafinda bahsettiginiz ekonomik krize dogru akiyoruz diye dusunuyorum . Raftingde dort seviye rapid vardir 4. sunden bazen gecilmez ve kurekciler savrulur. Biz 2. seviyeden 3. e dogru akiyormusuz gibi. 27 sinde gorecegiz fitch belki soyler esnafin durumunu. Turgay Yuksel
YanıtlaSilHocam Dunyadaki degisimin sosyo ekonomik analizi yazisi yazmak icin cok mu erken ?
YanıtlaSilNe güzel yazıymış, nasıl da atlamışım.
YanıtlaSilhocam bir iktisat öğrencisi olarak sizi takip ediyorum değer kattığınız her şey için çok teşekkür ederim...
YanıtlaSilEsnaf iktidarı demek..Hiç bu şekilde düşünmemiştim..Süper bir tespit hocam
YanıtlaSilEsnaf iktidarı..Müthiş tespit,harika bir yazı
YanıtlaSilMerhabalar hocam, yazınızı yeni okudum ve esnaf zihniyeti konusunda sizle aynı düşünüyor olmaktan mutlu oldum.
YanıtlaSilBENCE;
Esnaf zihniyeti pragmatisttir, gündelik çözümler üretir. Sorun varsa ondan o an için kurtulmaya çalışır, günü kurtarmaya çalışır, yarınları düşünmez. Bundan dolayı da sorunlara yapıcı çözümler üretmez/üretemez. Çözdüğünü sandığı problem, sonrasında daha büyük bir sorun olarak karşısına çıkar. Ondandır esnaf zihniyeti yapısal reform yapmaz/yapamaz.
Esnaf zihniyeti artık köylü değildir fakat şehirli de olamamıştır o kasabalıdır. Onların arasında kendini göremediği için şehirli olanlara kin ve öfkeyle bakar, onlardan intikam almaya çalışır. Köylüleri ise küçümser, onlarla alay eder çünkü ona göre köylüler görmemiş ve cahildirler. Yani o ne köylü kalabilmiştir ne de şehirli olabilmiştir. Ondandır esnaf zihniyetinden burjuvazi zihniyeti çıkmaz.
Esnaf zihniyeti kasabalıdır ya her şeyi göstermek ister. O yüzden yaptığı her şeyin en büyüğünü, en gösterişlisini, en çok ses getirecek olanını yapmak ister. Ondandır çok üniversite açar, çok hastane açar, çok büyük adliyeler inşa eder fakat içinde ne eğitim ne sağlık ne de adalet olur. Çünkü onların hepsi göstermek için yapılmıştır.
Esnaf zihniyeti takdir edilmek ve böbürlenmek ister. Bu yüzden kendisinin devamlı övülmesini ister bunun dışında söylenen sözleri sövgü zanneder. Ondandır en ufak eleştiriye tahammül edemez, eleştirenlere nankör gözüyle bakar.
...
Ve yine bence esnaf zihniyeti bir tepkiden doğmuştur; zamanında küçümsenmişlerin, kamusal hayattan dışlanmışların, değerleri küçümsenerek ellerinden alınmaya çalışan insanların tepkisinden yani sadece ekonomik nedenlerden değil.
Hiç şüphem yok ki bu esnaf zihniyeti de kendi tepki hareketini meydana getirecektir. Umarım o tepkiden hepimiz için en iyisi ve en güzeli doğar.
Merhabalar,
YanıtlaSilBen bu yazıyı Agustos 2018'de okudum ve çok etkilendim. Türkiye'nin ortadağu'da liderlik konusunda işlerine tersine gitmesini sağlayan dönüm noktası nedir acaba? Türkiye'den yapılamayacak bir şeymi istendi ya da bizim politikacılar daha fazla bir şeylermi istedi? Birşeylerin yanlış gittiğinimi düşündüler.
Saygılarımla
Selâmlar Hocam. Değerli yazınızı çok beğendim.
YanıtlaSilBu yazıya sanırım #zamanın_kıymeti isimli, bazı paragraflar eklemek yani "#çok_uzun_vade de Türkiye(liler) nereden geldi, ne yapıyor, nereye gidiyor.. bir de neyi bilmiyor?" noktasında da bir değerlendirmeniz hoş olur düşüncesindeyim..
Teşekkürler,
Ender Arslantürk
4 yıl sonra okudum, sanki dün yazılmış gibi. Elinize sağlık
YanıtlaSilElinize saglik hocam, sosyo-ekononik degisimleri ve etkilerini cok guzel ifade etmissiniz. KOyden Kente gocen nufusun yani toplam nufusuin %50'sinin egitimi konusunda devlet tarafindan duzgun bir politika izlenmedi. Bundan oturu TR'nin giderek daha disariya bagli bir ekonomi'ye donusmesini bekliyorun, Siz ne dersiniz?
YanıtlaSilHocam cok guzel yazmisin. helal olsun kanka
YanıtlaSilHocam merhaba. Ben Sinop Üniversitesi Sosyoloji bölümü 3. Sınıf öğrencisiyim. Yazınıza ve sınav konuma yönelik sormak istediğim bir şey var. Şehirdeki ekonomik değişim çok hızlı bir şekilde gerçekleşebilir fakat kültürel değişim çok yavaş olmaktadır sizce bunun sebebi nedir?
YanıtlaSilköylülükten kurtulamamak, köyle bağlarını devam ettirmek , entelektüel bir birikim oluşturamamak, gecekonduların ıslah edilmemesi.
SilSevgili Mahfi hocam, bu çalışmanın güncellenmiş hali sanırım daha ilginç olabilir…
YanıtlaSil