Ne Pahasına?

'Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.' Kızılderili sözü


Birisi bir şey yapmayı planladığını söylediğinde iktisatçının ilk sorusu “ne pahasına?” sorusudur. Bu soru ekonomide alternatif maliyet (vazgeçme maliyeti ya da tercih maliyeti) diye bilinen konuya götürür bizi. Her seçim bir vazgeçmedir. Diyelim ki ayın son günü, işten çıktınız ve cebinizde sadece 25 TL var. Evde yiyecek hiç bir şey yok. Karnınız acıkmış ve sinemada görmeyi çok istediğiniz bir film oynuyor. Bu parayla gidip bir şeyler yiyebilir veya sinemaya gidip patlamış mısır ve içecek bir şey alıp film izleyebilirsiniz. İlkinde açlığınızı çok daha iyi giderir, ikincisinde ise görmeyi çok istediğiniz filmi, açlığınızı daha az gidererek izlemiş olursunuz. Diyelim ki bir şeyler yemeyi tercih edip parayı yemeğe harcadınız. Bu durumda sinemaya gidip film izlemekten vazgeçmiş olursunuz. Eğer film oynamaya devam ediyorsa aybaşında maaşınızı (ya da harçlığınızı) aldıktan sonra o filme yeniden gitme imkanınız olabilir. Ama eğer o filmin son gösterim günüyse bir daha o filmi sinemada görme olanağınız olmayabilir.  

Yemek yemek ile sinemaya gitmek arasında yaptığınız tercihin iki türlü maliyeti vardır. İlki yaptığınız işe ödediğiniz fiyattır. Yemeğe 25 TL ödemişseniz o yemeğin size maliyeti budur. Yemek yemeği tercih edip sinemaya gitmemişseniz, yemek yemenin maliyeti, film izlemek, patlamış mısır yemek ve içecek içmekten vazgeçmektir. Buna alternatif maliyet diyoruz.

Bütün ekonomik işlemlerin fiyat ile ölçülebilen bir dolaysız maliyeti bir de alternatif maliyeti vardır. Bazen siyasetçiler “kendi uçağımızı kendimiz yapalım” derler. İktisatçılar burun kıvırır. Toplum büyük ölçüde siyasetçiye hak verir. Oysa iktisatçının burun kıvırması boşuna değildir. Uçak yapmak kolaydır. Bütün mesele ne kadar para harcayacağınız meselesidir. Eğer 100 milyon dolara mal ettiğiniz uçağı başkaları 50 milyon dolara yapıyorsa sizin o uçağı yapmanız sadece bir gösteriş yatırımından ibarettir. Ve o aşamada iktisatçı o kritik soruyu sorar: “Ne pahasına?” Yanıt sanırım “halkın refahı pahasına”dır. Çünkü o uçağı 50 milyon dolara satın almak yerine 100 milyon dolara yaparak harcanan ek 50 milyon dolarla okul, yol, köprü vb yapımından vazgeçilmiştir. Bu durumda o uçağın maliyeti parayla değil vazgeçilen okul, yol, köprü vb sayısıyla ölçülür. Aslında daha ileri bir soru böyle bir uçağa gerek olup olmadığı sorusudur. Çünkü bunu sorguladığımız zaman gereksiz maliyet 50 milyon dolardan 100 milyon dolara, alternatif maliyet de çok daha fazla sayıda okul, yol, köprü vb ye yükselir.

Bu tür alternatif maliyetler bir kişinin veya bir toplumun katlanması gereken maliyetlerdir. Bir de bütün insanlığın, hatta bütün canlıların katlanması gereken maliyetler var: Çevrenin tahrip olması.

Kapitalizmin yaşamımıza getirdiği en büyük kötülük kar maksimizasyonu gibi, büyüme gibi kavramlardır. Büyüme mesela, sihirli bir kavram gibi sürekli çevremizde dolaşıp duruyor. Her gün bunu konuşuyoruz: “Bizim şirket büyüyor”, “işimi hızla büyütüyorum”, “ekonomi büyüyor”, “Avrupa büyüyemiyor.” Neredeyse her şeyi büyümeyle ölçer olduk. Kapitalizmin beynimize yerleştirdiği çip bunu empoze ediyor sürekli. İktisatçı olarak her konuda sorduğumuz “ne pahasına?” sorusunu burada nedense soramıyoruz. Oysa her büyüme, doğanın, çevrenin biraz daha aşındırılmasıyla mümkün olabiliyor. Ekonominin büyümesi için yeni enerji santrallarına, yeni yollara, yeni fabrikalara, yeni hava limanlarına, köprülere, daha çok üretime ihtiyaç var. Bunların hepsi doğanın biraz daha yok edilmesiyle yapılıyor. Yeni hava limanları eski ormanların yok edilmesiyle, yeni yollar, köprüler eski tarlaların betonlaştırılmayla yapılıyor. Üstelik bu yeni yollar, köprüler bir süre sonra yeni araçların trafiğe girmesini teşvik ediyor, trafik arttıkça hava kirliliği artıyor. Daha çok üretim için daha çok tüketim yapılıyor. 

Nüfus artışı da doğaya zarar veriyor. Çin ve Hindistan gibi dünya nüfusunun neredeyse yarısını barındıran iki ülkede ortalama refah düzeyi henüz Avrupa ve Amerika’nın ortalama refah düzeyinden uzakta. Bu iki ülkede refah düzeyi hızla yükselir de halkın çoğu buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, klima gibi çevreye zarar veren dayanıklı tüketim mallarını ve deterjan, şampuan gibi suları kirleten tüketim maddelerini yaygın biçimde talep edip kullanmaya başlarlarsa çevreye verilen zarar katlanarak artacak. Bu iki ülke sonuçta büyümüş olacak ama doğa küçülmüş olacak.

Ekonomik büyümeden vazgeçelim demiyorum yanlış anlaşılmasın. Ama her konuda olduğu gibi bunda da sınırlar olduğunu kabul etmek gerekiyor. Sınırları çok zorladığımızda her konuda olduğu gibi burada da işler karışıyor.

Ekonomide asıl olan alternatif maliyettir. Her tercih bir alternatif maliyet taşır. Bazen tercih edilmediği için pişmanlık duyulan alternatife geri dönüp onu da tercih etme şansını yakalamak mümkün olabilir. Ekonomik büyümenin alternatifi doğanın küçülmesidir. Ve bu tercihte ne yazık ki geri dönüş yok.      



Bir Kızılderili Öyküsü
Bir gün New York’ta bir grup iş arkadaşı yemek molası için dışarı çıkıp caddede yürümeğe başlarlar. İçlerinden birisi Kızılderilidir. Yürürlerken Kızılderili bir cırcır böceği sesi duyduğunu söyler. Diğerleri gülerek, bu kadar gürültü arasından cırcır böceği sesinin duyulamayacağını iddia ederler. Kızılderili cırcır böceği sesinin geldiğini söylediği yöne doğru gider. Arkadaşlarından birisi onun nereye gittiğini gözlemek için onu izler. Gerçekten de o kadar yüksek binanın arasındaki küçücük bir yeşillikte cırcır böceğini bulurlar. Arkadaşı “Sende insanüstü güçler var o kadar gürültü içinden bu böceğin sesini duyman bir mucize” der. Kızılderili “Bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmak gerekmez” diyerek arkadaşına kendisini izlemesini işaret eder. Kaldırımın ortasında durur ve cebinden çıkardığı madeni parayı yere atar. İnsanlar madeni paranın düşme sesini duyunca sesin geldiği yöne bakarak ceplerini yoklamaya ve paranın kendilerinden düşüp düşmediğini araştırmaya başlarlar. Kızılderili arkadaşına dönerek “Önemli olan nelere değer verdiğindir. Her şeyi ona gore duyar ve hissedersin” der.

Yorumlar

  1. Hocam merhaba.

    Fitch bazı bankaların "Destek Derecelendirme Tabanı Notu"nu düşürdü. Araştırdığımda pek bir bilgi kaynağına ulaşamadım. Sizin bu not ile ilgili bildikleriniz nelerdir? Bu notun hesaplanması nasıl oluşur ve ülkemizdeki bankaların bu notu neden düştü? Teşekkürler hocam.

    Not: Konu ile ilgili olarak, "ihtiyaç halinde Türkiye'nin bankalara yabancı para cinsinden destek verme imkanının yeniden değerlendirilmesi sonucunda" söz konusu notların düşürüldüğünü ifade ediliyor. Ancak yeri geldiği zaman bankalar dışarıdan çeşitli yöntemlerle borçlanabiliyor? Borçlanamadığını varsaysak bile illa ülkenin rezervinde yabancı para olmalı mı? Gerekirse ülke Eurobond vs. ihraç edip yine fonlayamaz mı?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Fitch'in sitesinde support ratişng floor şöyle açıklanıyor:
      http://www.crmz.com/Help/FitchGlossary.asp

      Sil
  2. Değerli Hocam, kapitalizmin büyüme kavramını beynimize işlemesi insanoğlunu ilkelleştiren ve geriye götüren bir unsur olmuştur. Hapishanelerdeki suçluların ve gardiyanların veya hastanedeki hastaların sayılarının artması ekonomik rakamlara hep büyüme olarak yansımaktadır. Bence kapitalizmin kar ve büyüme kavramlarına ek olarak en büyük günahlarından biri de; gereksiz ihtiyaçlar üzerine endüstri kurmasıdır. Buna örnek olarak kola ürününü gösterebiliriz. Kola insan için bir ihtiyaç değildir ama gizli bir formülü vardır ve insanlar bunu içtikten sonra tekrar içme ihtiyacı hissetmektedir, buna dayanarak da dünyada kola endüstrisi kurulmuştur ve bir gün dünyadaki herkes kola içmeyi bıraktığı anda küresel ekonomi krize girer. Bundan daha komik bir şey olabilir mi? Benzer örnekler uyuşturucu madde veya yetişkin filmleri endüstrileri için de verilebilir. Olmayan ihtiyaçlar bağımlılıklar neticesinde ekonomide ciddi bakiye oluşturan, istihdam yaratan, banka kredileri çeken endüstrilere dönüşmektedir. Dünyanın sonunu da bu saçma düzen getirecektir diye düşünüyorum...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet biraz karamsar bir tablo ama pek çok gerçeği içeriyor.

      Sil
    2. olmayan ihtiyaçları engellemenin en etkili yolu tv &reklam kanallarının kapatılması,zira okul öncesi çocuklar bile tüketim müptelası olmuş durumdalar....

      Sil
  3. Hocam yazının anateması dışında; verdiğiniz uçak örneği sanayileşme sürecinde aldığımız büyük bir darbe değil midir? Evet 50'ye almak ilk adımda rasyoneldir ancak yaparak öğrenme, bilginin yayılması gibi süreçleri ele aldığımızda 100 birimin dönüşü daha fazla olmayacak mıdır? Her türlü maliyetine rağmen uçağı, arabayı 50-60 sene önce yapsaydık çarpan etkisi büyük olmaz mıydı?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Eğer bu yaptığımız uçağı bir süre sonra 40 milyon dolara yapabilirsek ve bunu satabilirsek haklısınız. Ama 50'nin altına mal edemeyeceksek ve satamayacaksak üretmenin anlamı yok.

      Sil
    2. Peki dışarıdan almak yerine kendi üreten bir devletin uzun vadede döviz ihtiyacının azalacağını varsayarak, yerli paranın değer kazanacağını ve ülke vatandaşlarının satın alma gücünün artacağı varsayılabilir mi hocam?

      Sil
    3. Varsayılamaz. Çünkü Türkiye çok uzun yıllardır ürettiği malları bugün de üretiyor ve ürettiğimiz her 100 dolarlık malı 60 doları ithal bileşenlerden oluşuyor.

      Sil
  4. hocam, uçak örneği pek iyi bir örnek olmamış. keşke başka bir örnek verseydiniz. Atatürk uçak fabrikası kurduysa demek ki bu yapılması gereken bir yatırım ki öyledir. Atatürk yaşarken gelişime en açık mühenislik alanı aerodinamikti. halen dünyada gelişime en açık mühendislik alanları çekirdek fiziği ve aerodinamiktir. Atatürk yaşarken çekirdek fiziğindeki araştırmalar pek bilinmiyor, gizli gizli yürütülüyordu. bilinseydi o alanda da birşeyler yapar, öncülük ederdi.
    80 senelik tecrübeye sahip bir uçak fabrikamız olsaydı aerodinamik teknoloji diğer endüstrilere de yayılırdı. bir süre sonra helikopter de yapardık. sonra aerosu iyi olan, iyi yol tutan, iyi viraj alan dünya çapında otomobiller. aero teknoloji gerektiren yüksek yapılar, gemiler, tekneler. mesela İstanbul'daki 2 köprüyü kendimiz yapardık. kendi jetimizi, savaş uçağımızı yapar, daha bağımsız bir dış politikaya sahip olurduk. belki uzaya uydu fırlatmayı da öğrenirdik. uzaydaki askeri uydularımızla caydırıcılığımız artar, yine daha güçlü bir ordu ve dış politikaya sahip olurduk. hatta aero etkinliğin ön planda olduğu Formula 1'de başarılı bir takımımız olurdu. sözün kısası bazı mühendislik alanları vardır ki kısa ve orta vadedeki 50 ile 100 milyon dolar arasındaki fark önemsiz kalır.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bence uçak örneği iyi bir örnek. Atatürk'ün zamanında kurduğu uçak fabrikası yerinde bir yatırımdı. Çünkü dünya o zaman bu alanda yeni yeni çıkış içindeydi. Ve eğer biz o fabrikayı kapatacağımıza devam edip geliştirseydik muhtemelen bugün belirli bir yerde olabilirdik. Ama bu, o gün doğru olan şeyin bugün de doğru olduğu anlamına gelmiyor. Bugün Boeing, Airbus gibi devlerin yanında yolcu uçağı yapmaya kalkmak hiç anlamlı görünmüyor. 200 yıldır içinde bulunduğu tekstil sektöründe bir dünya markası geliştirememiş olan toplumun kısa sürede Boeing ve Airbus'a rakip olacak bir uçak sanayii geliştirmesi sizce mümkün müdür? Ya da mümkünse "ne pahasına" sorusunu sormak gerekmez mi?

      Sil
    2. Bugün Boeing, Airbus firmalarıyla yarışamasak bile ileride yarışamıcağımızı kimse söyliyemez.Birden gelişmiş ülkeler düzeyine çıkamıcağımız gibi bu tarz yatırımlar yapmadığımız takdirdede gelişmeyi beklemek anlamsız olur.Yeni bir teknoloji devrimi olduğunda hazırlıksız yakalanırız.Atatürk zamanında pervaneli motorlar vardı.jet motoru çıktığında piyasaya,pervane teknolojisi geçersiz kaldı.Herkes yeni çıkan teknolojiye adapte olmaya çalıştı.Yeni bi teknoloji devrimi geldiğinde treni kaçırmamak istiyorsak maliyeti ne olursa olsun bi yerden başlamamız lazım.refahın artırmasını istiyosak,belli sınırlar içinde teknolojik yatırımlarda maliyeti düşünmememiz lazım.

      Sil
    3. mesele aslında uçak değil. Boeing veya Airbus'la rekabet etmek de değil. mesele dünyada gelişime açık olan mühendislik alanlarında bir şeyler yapabilmek. "uçak fabrikası" denilince sadece ticari uçak yapan bir fabrika anlaşılıyor. "uçak fabrikası" bir aero teknoloji kompleksi aslında. bir nevi üniversite, temel bilgi üretim alanı. diğer taraftan, uçak fabrikasında geliştirdiğiniz teknolojiyle illaki ticari uçak yapmak zorunda değilsiniz. örneğin askeri bağımlılığınızı azaltacak savaş uçağı yaparsınız. veya bir yığın başka alanda kullanırsınız.
      aerodinamik ve uzay-havacılık Atatürk zamanında da bugün de derya deniz, uçsuz bucaksız bir alan. ancak aero alanında söz sahibi olmak istiyorsanız başlangıç yatırımı epey yüksek olacaktır. bunu göze almak durumundasınız. rüzgar tünellerinden elde edeceğiniz veriyi istatistiki olarak anlamlı bir şekilde yorumlayabilmek için bile yıllar geçmesi gerekebilir. geliştirdiğiniz uçağı pat diye kullanıma sokamazsınız, en az bir milyon mil test edeceksiniz. sabretmek zorundasınız.
      mesela aynısını elektronik için söyleyemeyiz. yabancının hardware'ını alıp kendi geliştirdiğiniz bir yazılımla ve uzman bir hizmet ekibiyle hardware'ı geliştirenden daha fazla katma değer yaratabilirsiniz. yani müellif mühendise baskın çıkabilir. ama bazı mühendislik dalları vardır ki kısa-orta vadeli maliyet hesabı yapmadan girmek zorunda kalırsınız. zaten bu tarz durumlar nedeniyle ABD'de mühendislerin işletme veya iktisat master'ı yapmaları çok teşvik edilir ki mühendislik ve ekonomi bilgisini bir araya getirerek daha verimli olabilsinler diye. çünkü iktisatçı veya işletmecilerin çoğu elementer düzeyde bile mühendislik bilgisine sahip değiller.

      Sil
    4. Mühendislerin ekonomi ve işletme öğrenmesinin teşvik edilmesinin nedeni maliyet, fizibilite ve kârlılık kavramlarını öğrenmeleri içindir. Çoğunun bu kavramlarla ilgisi yoktur. Maliyet olayını yok sayarsanız herkes her şeyi yapabilir. İki şey önemlidir ekonomide : (1) Kaça mal olacak? (2) Fizibil olacak mı? Yani yaptığımızda birilerine satarak parasını çıkarabilecek miyiz? Bu soruları sormadığınız zaman yapamayacağınız şey yoktur.

      Sil
    5. mühendise maliyet, fizibilite ve karlılık öğretmek, iktisatçıya mühendislik disiplinlerini öğretmekten çok daha kolay. birçok mühendis fabrika kaynaklarının optimizasyonu diyebileceğimiz operations research dersi alıyor. endüstri mühendisleri muhasebe ve kendilerini ilgilendiren hukuk branşlarında eğitim alıyor.
      ABD federal hükümeti, Mars projesine bugüne dek 16 milyar dolar para harcadı. Hindistan ise 70-80 milyon dolar maliyetle Mars'ın yörüngesine uydu oturttu. şimdi ABD federal hükümeti Mars projesinden vaz mı geçsin? yoksa Hintlilere bu işi outsource mu etsin? Airbus, Boeing'e kıyasla uçak başına %30-35 daha fazla muhasebe maliyetine sahip. Airbus uçak üretmekten vaz mı geçsin? vazgeçmezler çünkü bu sektör gelişime çok açık bir alan. o kadar fazla kamusal fayda sağlıyor ve taklit edilmesi o kadar zor teknoloji üretiyor ki birkaç istisna hariç diğer sektörlerde bu kadar faydayı elde etmek şimdilik mümkün görünmüyor. zaten gelişmiş ülkeler o istisna olan sektörleri de ihmal etmiyorlar. ben o nedenle uçak örneği iyi bir örnek olmamış diye yazdım. başka bir sektörden örnek verseydiniz belki bu kadar karşılıklı tartışma olmayacaktı.

      Sil
    6. Sayın hocam, bir uçağı yüz milyon dolar karşılığı TL harcamak yerine, elli milyon dolar USD ödeyerek, elli milyon USD karşılığı TL elde etmiş olarak ifade etmemiz yanlışmı olur. Yurt dışına ödenecek dövizi tedarik etmenin siyasi,sosyal,iktisadi alternatif maliyetleride yokmu. Para'nın fiili ve hukuki durumunun mal olduğu yerde, siyasetin ve ticaretin muktedirlerinin, arz-talep dengeleri ile çıkarları istikametinde manipülasyon yapmamaları mümkün mü! Fiyat piyasada belirleniyor, serbest pazar!

      Sil
    7. Konu sadece fabrika kaynaklarının optimizasyonu ya da şirketin muhasebesiyle bitseydi mühendislerin aldıkları bu dersler yararlı olurdu. Konu daha çok makroekonomi bilgisiyle ilgili.
      Mars örneği aslında çok güzel. Hindistan ne pahasına Mars'a uydu oturtuyor? İktisatçı buna bakar.

      Sil
    8. Bu arkadaşa alternatif maliyeti tam kavrayamamis sanırım. Eger saray yaptırırken halk hala askari ucrette 5 liranın hesabını yapıyorsa sarayın Maliyeti 1.5 milyar degil sefil yasayan kesimin artmayan gelirdir. Uçak mevzusuna gelince ucak yapmak için bu halk nelerden vazgacecek bu onemli kuzey Kore de herseyini kendisi yapıyor ama halk ne ozgur nede refah ıcınde onların alternatif maliyeti acık

      Sil
    9. Konuyla pek alakası olmamasına rağmen nerden çıktı bu saray örneği? Seviyeli bir tartışmaya yakışacak olan alakalı bir örnek vermek olurdu ki siz nefretinizle insanları tahrik etmeye yönelik bilimselliği amaçlamayan bir yazı paylaşmışsınız. Ben arkadaşı tüm kalbimle tebrik ederim. Görüşünü, referanslara dayanarak geliştirip örneklerle destekleyerek savunduğu için. Zaten Mahfi hocayla bir konuda tartışabilmek de bunu gerektirir.

      Sil
  5. [1. BÖLÜM]

    (Toplam 45 bölümlük yorum)

    Sayın Eğilmez’e ve bu sayfanın ziyaretçilerine hatırlatma:

    HAYATTA KENDİNİ SATMAYA ÇALIŞAN SADECE “CV” DEN İBARET BİR ÜRÜNE DÖNÜŞTÜĞÜMÜZÜN FARKINDA MIYIZ ?!

    “REKABET” KELİMESİNİ BEBEKLİĞİMİZDEN İTİBAREN BİZE NASIL ÖĞRETİYORLAR ?!

    Tarih: 18 Eylül 2014

    Yazan: Nevzat Evrim Önal

    “Aklımıza ve yalanlara dair...”

    Çok yalan söylediler bize, ama herhâlde en çirkini “birbirinizin üstüne basa basa yükseleceksiniz”di!

    1995 eylülünde, İTÜ İşletme Mühendisliği’ni kazanmış öğrenciler olarak Maçka yerleşkesi giriş kattaki sınıflardan birine doluşmuş; bize okuyacağımız bölümü tanıtan hocamızı dinliyorduk.

    Uzun uzadıya; ne kadar gözde bir bölüm kazandığımızı, iş dünyasının bizim mezuniyetimizi nasıl dört gözle beklediğini anlatan hocanın kim olduğunu hatırlamıyorum (iyi ki de hatırlamıyorum çünkü ismini vermek zorunda kalırdım), ama söylediklerini hiç unutmadım:

    “Siz, Türkiye’de sadece İTÜ’de bulunan İşletme Mühendisliği’ni kazanmış şanslı gençlersiniz. Şanslısınız, çünkü sadece birbirinizin rakibisiniz.”

    Utanç verici; bilhassa “Bir Bilim Adamının Romanı’nı (Prof. Mustafa İnan’ın yaşam öyküsü, 1975)” yazan Oğuz Atay’ı yetiştirmiş üniversitede bir kürsüde bunların dile getirilmiş olması!

    Ama utanç verici olduğu kadar ikna ediciydi de. Öyle ki, bazı arkadaşlarımız hemen havaya girip daha ilk yıldan derslerde tuttukları notları kimseyle paylaşmama kararı aldılar. Tesadüfe bakın ki, İTÜ aynı yıl öğrencileri “çan eğrisi”yle yani objektif, bilimsel ölçütlere göre değil; birbirlerine göre ne kadar başarılı olduklarına bakarak değerlendirmeye başlamıştı!

    Bu durum, “iş hayatına yönelik üniversite eğitimi!” almış herkesin hikâyesi aslında!

    Hepimiz bu yalanları bir biçimde duyduk:

    Bize;

    “Özel” olduğumuz,

    “Yetenekli” olduğumuz,

    Başkalarından “daha iyisine” layık olduğumuz söylendi.

    Ve

    Başarımızın ölçütü hep aynıydı: Yanı başımızdakinden, sınıf arkadaşımızdan, sınıfdaşımızdan daha fazlasını yapmak!

    Evet, iyi bir üniversitenin gözde bir bölümünden diploma almış olabilirdik; ama yetmezdi. Bunun için durmaksızın koşturmaya devam ettik: Dil kursları, MBA programları, şirket tarafından verilen “sertifikalandırılmış!” hafta sonu eğitimleri, “kişisel gelişim kitapları!”…

    Bizim hayatımızda bize ait olan ve uyumaya ayırmak zorunda olmadığımız saatlerin hepsini; hayatımız içinde adına “mesai!” denen, patronumuza satacağımız saatleri daha nitelikli kılmak için harcadık! Bütün bu çılgınlığın adı “kariyer!”di ve kendimizi buna vakfettikçe; sadece “CV”mizden ibaret bir şeye dönüştük!

    “Kariyer basamakları!”nı tırmandıkça, Aragon’un o güzel şiirinde “hiçbir yere ulaşmayan merdiven”e benzettiği yalnız insanın elli ayaklı, vücuda gelmiş hâli olduk.

    (...
    Yalnız insan merdivendir
    Hiçbir yere ulaşmayan
    Sürülür yabancı diye
    Dayandığı kapılardan

    Yalnız insan deli rüzgar
    Ne zevk alır ne haz verir
    Dokunduğu küldür uçar
    Sunduğu tozdur silinir

    Yalnız insan yok ki yüzü
    Yağmur çarpan bir camekan
    Ve gözünden sızan yaşlar
    Bir parçadır manzaradan

    Yalnız insan kayıp mektup
    Adresi mi yanlış nedir
    “Sevgiler” der fırlatılır
    Kim bilir kim tarafından
    ...)

    [Devamı 2. bölümde]

    YanıtlaSil
  6. [2. BÖLÜM]

    Bununla da kalmadı, kalamazdı; zira sakallı bilgenin dediği gibi:

    “ İnsanoğlunun bugüne kadarki koşullarının, ahlâksızlığının doruğu ‘rekabettir.’* ”

    (* Friedrich Engels’in “Ekonomi Politiğin Bir Eleştiri Denemesi” başlıklı makalesi; “Sol Yayınları” tarafından basılan “1844 Elyazmaları” adlı kitap, 2. baskı, 369. sayfa)

    Hâl böyle olunca her türlü “ofis komplosu”, “dedikodu”, “ispiyonculuk” vb. alçaklıklar biz yapmasak da hayatımızın olağan, yadırgamadığımız bir parçasına dönüştü. Kariyer basamaklarını hepimizden hızlı tırmanan bazı arkadaşlarımız kendi merdivenlerinin sonundan atlayıp boğaza ya da betona çakıldığında üzüldük kuşkusuz, ama çoğumuz da normal karşıladık!

    “Hayatımızın sadece mesai saatlerini değil tamamını tepe tepe kullansın da kâr etsin!” diye diye tüm benliğimizi “patronlarımıza!” böyle teslim ettik! Kariyer yalanlarına kanarak; ama bir yerden sonra kendi aklımızla, ellerimizle, bile isteye...

    Bu cendereden kurtulmak, hayatımızı geri almak zorundayız!

    İlk yapmamız gereken de birbirimizle rekabet etmeyi bırakmak!

    Kaynak:
    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/nevzat-evrim-onal/aklimiza-ve-yalanlara-dair-97337

    * * *
    “ÜCRET EŞİTSİZLİĞİ” DERKEN NEYİ GÖRMEZDEN GELİYORUZ ?!

    “CAHİL BIRAKAN”

    İLE

    “CAHİL BIRAKILAN”

    AYRIMINI NİÇİN İNATLA ANLAMAK İSTEMİYORUZ ?!

    Tarih: 25 Eylül 2014

    Yazan: Nevzat Evrim Önal

    “‘Yüzde 60’ niye bize düşman?”

    Şu kadarını söyleyebilirim; mesele “dindarlık-laiklik” meselesi değil. En azından sadece o değil.

    Evet, çoğumuz ailesinin görüşlerinin de etkisiyle Cumhuriyet’in “laiklik ilkesi” ve “batılılaşmak-modernleşmek” projesiyle içselleştirilmiş bağlar kurdu. Aldığımız eğitim; aklımızı açan, dinsel inançları sorgulamayı kolaylaştıran nitelikteydi. Böylece azımsanmayacak bir kısmımız din ile ilişkisini tamamen kesti. Çoğumuz ise sadece manevi bir dayanak olarak inanıyor ve dinin vecibelerini yerine getirme işini en kötü ihtimâlle ölüm korkusunun aklı karartmaya başladığı yıllara erteliyor.

    Ama gerçek hayat, Platon’un mağara alegorisinin tam tersidir. Maddi gerçekler ideallerin değil, idealler (veya düşünceler) maddi gerçeklerin gölgesidir. Dolayısıyla AKP mitinglerini dolduran kitlelerin bizden hazzetmemelerinin sebebi sadece dini duygularımızın daha “gevşek” olması olamaz. Eğitimli, profesyonel emekçilerle, az eğitimli yoksul kitleler arasındaki “psikolojik mesafe”nin böylesine açılmasının maddi bir sebebi olmalı!

    Bu sebep “ücret eşitsizliğidir!”

    Patron, vasıflı emekçiye daha fazla ücret vermek zorundadır çünkü o emekçi hayatının bir bölümünü çalışmaya başlamadan önce eğitime ayıracaktır (evet, kendimiz için değil “müstakbel patronlarımız için!” okuyoruz; liseye, üniversiteye, yüksek lisans yapmaya onlar için gidiyoruz!) Dolayısıyla, mühendis veya doktor ücreti asgari ücrete eşit olamaz çünkü arada fark yoksa kimse patronların hayrına yıllarca üniversite okumaz; “ücret eşitsizliği” kapitalizmde zorunludur!

    Buna rağmen;

    Yoksul kitlelerin önemli bir bölümünün (“hepsi” diye yazmadığımı vurgulamak isterim!) görece yüksek ücret alan “profesyonel emekçilere!” karşı beslediği düşmanlık yeni bir olgu; zira AKP gericiliği, daha önce hiçbir iktidarın cesaret edemediği bir işi yaptı ve bir kısmı sefalet koşullarında yaşayan kitlelere bizi hedef gösterdi!

    İslamcı muhafazakârlığın din ve ahlâkını reddediyor olmamız bir meseleydi kuşkusuz; ama ülkenin üzerine çökmüş karanlığın başmimarının sesini titrete titrete çektiği:

    “Hor görülmenin ne demek olduğunu iyi biliriz!” söylevleri,

    “Bunlar rakı sofrasında ülkeyi kurtarır!”dan çok;

    “Bunların tuzu kuru, siz sefillere ben sahip çıkıyorum; bundan sonra yerinizi yurdunuzu iyi belleyin!” vurgusuna dayanıyordu!

    [Devamı 3. bölümde]

    YanıtlaSil
  7. [3. BÖLÜM]

    Çok sayıda insanın geçinmek için AKP’ye el açar hâle gelmesi, geçim yardımlarının hak olmaktan çıkıp basbayağı adam seçilerek verilen bir sadakaya dönüşmesi, yoksul kitlelerin gittikçe artan oranlarda “kalpsiz dünya karşısında afyona*” muhtaç edilmesi bunu kolaylaştırdı.

    (* Marks’ın neredeyse her zaman eksik alıntılanan “din; kitlelerin afyonudur” lafının tam hâli şudur:

    “Din; ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.”

    Eser: “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi”, “Sol Yayınları”, 2. baskı, 192. sayfa)

    Ama asıl mesele resmi söylemde:

    “Mum gibi eriyen ama aydınlatan” öğretmenin yerini;

    “Yılın üç ayı yata yata maaş alan” öğretmenin alması,

    “Şifa dağıtan” doktorun yerini;

    Günde yüzlerce vakaya bakmak zorunda bırakılan ve acil serviste hasta yakınları tarafından linç edildiğinde “sahip çıkılmayan” doktorun almasıydı!

    “Yeni Türkiye!” inşa edilirken devletin âli kürsülerinden yaşamın her alanında yoksullara hedef gösterildik:

    HAYATIMIZ KUŞATILDIKÇA, ÇARESİZLİĞİN VERDİĞİ ÖFKEYLE “CAHİL BIRAKAN” İLE “CAHİL BIRAKILANI” AYNI KEFEYE KOYDUK VE SIRADAN İNSANLARA DUYDUĞUMUZ ÖFKEYİ ÇOK SAKİL BİÇİMLERDE DIŞAVURARAK YENİLGİMİZİ KENDİ ELİMİZLE TAMAMLADIK!

    Biz Aziz Nesin’in “halkın yüzde 60’ı aptal” lafı üzerinden kendi kendimizi eylerken;

    AKP’nin ideolojik bombardımanı altındaki yoksullar sefil hayatlarının sebebi olarak asla karşılaşmadıkları “Koç ve Sabancı”ları değil;

    Her gün karşılaştıkları “biz”i görmeye başladı!

    AKP; ilkellik ve hasetlerini körükledikçe, sahip olduğumuz ve herkesin sahip olması gereken yaşam kalitesine kendileri de sahip olmayı değil;

    Bizim elimizdekileri kaybedip onlar gibi olmamızı, onlara benzememizi ister hâle getirildiler!

    Artık kaçacak yerimiz kalmadı!

    Elimizdeki ayrıcalıkları (ki buna “düşünebilme ayrıcalığı!” da dâhil) savunmaya çalıştıkça, her şeyi kaybedeceğiz!

    Bu cendereden tek kurtuluşumuz var:

    Toplumda tutabildiğimiz kadarıyla gerici kuşatmayı yarıp, sefalet ve cehaletten başka bir şey üretmeyen bu düzeni yıkmak, herkesi eşit ve insanca bir yaşama kavuşturmak zorundayız!

    Kaynak:
    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/nevzat-evrim-onal/yuzde-60-niye-bize-dusman-97691

    [Devamı 4. bölümde]

    YanıtlaSil
  8. [4. BÖLÜM]

    HERKESE “AFYON”, BİZİMKİSİ “AYFON” !

    Tarih: 2 Ekim 2014

    Yazan: Nevzat Evrim Önal

    “Orhan Kemal” büyük eseri “Bereketli Topraklar Üzerinde”de; öldüresiye çalıştırdığı ırgatlara el altından esrar satıp verdiği yevmiyenin bir kısmını geri alan ırgatbaşından bahseder.

    Bu sadece roman akışının bir parçası değil, aynı zamanda bir metafor!

    İçinde yaşadığımız düzen bizi yoğun, stresli ve sağlıksız çalışma koşullarına maruz bırakırken;

    Bir yandan da bize bunların yarattığı mutsuzluğa çare olduğunu iddia ettiği türlü çeşitli uyuşturucular satıyor!

    Bu satılık mutlulukların (“uyuşturucuların!”) tümü bağımlılık yapıyor ve sadece bir amaca hizmet ediyor: Düzeni bizim için katlanılabilir, dolayısıyla sürdürülebilir kılmak!

    “Din”; bunların içinde en ucuz olanı ve satış rakamı en yüksek olanı gibi bir verinin ortaya çıktığı söylenebilir! Ama patronlara düşünsel becerilerimizi sunmak için eğitilmiş olan bizler açısından çok da ikna edici değil.

    Sultanbeyli’de doğup büyümüş, hayatında bir kez bile boğaz kıyısında oturup bir bardak çay içmemiş yoksul genci allahla kandırıp üç kuruşa çalıştırabilirler;

    Ama bize daha egzotik, karmaşık uyuşturucular sunmak zorundalar! Bunlar aynı zamanda; “pahalı”, gelirimizle ancak alınabilir olmalı ki, bize bir “erişmek” hissi, bir “özel olmak” hissi versin!

    Bizim “uyuşturucularımız!”;

    Satın almak için yüzlerce insanın sıraya girdiği, fiyatı 2300 liradan başlayan “ayfon” benzeri şeyler olabilir ancak, aşağısı kurtarmaz!

    Marks bu durumu “meta fetişizmi*” kavramıyla açıklıyor.

    (* Eser: “Kapital; 1. cilt”, “Sol Yayınları”, 7. baskı, 81. sayfa)

    “Modern insan!”; piyasadaki malları:

    Ortaya çıkmalarını sağlayan “üretim ilişkileri”nin farkında olmadan,

    Fabrikalarda kaç yüzbin işçinin kemiklerindeki iliğin son zerresine kadar sömürüldüğünü bilmeden,

    Kerameti kendinden menkul nesneler olarak görüyor ve bu nesnelere değer atfediyor! İlkel mağara adamı nasıl yontulara, fetişlere kutsallık atfediyorsa; “modern insan!” da mallara kutsallık atfediyor:

    Bu sayede;

    Prangamız olsun diye,

    “Düşünce emekçileri!” her yerde ulaşılabilir ve çalıştırılabilir olsun diye,

    Patrondan gelebilecek “e-mail!” leri her dakika kontrol edip “meeting; toplantı!” & “business; iş!” üzerinde hazır bulunsunlar diye,

    İcat edilmiş olan “akıllı telefon!”;

    Bizim için “peşinden koşulacak!”, “uğruna aylarca taksit ödemek göze alınacak!” bir arzu nesnesine dönüşüyor!

    Peki, nasıl yuttuk bu numarayı ?!

    [Devamı 5. bölümde]

    YanıtlaSil
  9. [5. BÖLÜM]

    Bize yüksekçe bir maaş verdiler, ama el çabukluğuyla pahalı şeyler satın almaya mecbur ettiler, bunu da esasen bizi zamana sıkıştırarak yaptılar!

    “Plaza!” içindeki yemekhanelerimiz kapandı ve elimize bir “ticket koçanı!” tutuşturuldu; aynı anda “plaza!”nın etrafında yemek fiyatları iki katına çıktı!

    Öğle tatillerimiz bir buçuk saatten bire, sonra 45 dakikaya indi!

    Zaten tüm gün bilgisayar başında oturduğumuzdan, her öğlen dürüme abanıp obez olmamak için hem daha sağlıklı, hem de “hızlı yenebilecek!” şeyler bulmak zorunda kaldık; bir bardak suda fırtına kopmasına sebep olan “suşi” ve niceleri ile böyle tanıştık!

    Yalnız çuvaldızı kendimize batıralım:

    Yoğun iş günlerinde patron “yemeğe çıkmayalım, ‘Yemeksepeti’nden bir pizza söyle de birlikte yiyelim” dediğinde; bilgisayar başında pizza kutusu fotoğrafını “ajansta pizza keyfi” diye “Facebook”tan paylaşmak kendi enayiliğimizdi!

    BU ENAYİLİĞİ YAPTIK! ÇÜNKÜ ÇOCUKLUĞUMUZDAN BU YANA HAYATIMIZIN HER ANININ DEĞERLİ VE ÖZEL OLMASI GİBİ İMKÂNSIZ BİR ŞEYİ ARZULAMAYA KOŞULLANDIRILDIK!

    Eninde sonunda “ücret karşılığı saatlerimizi satıyor olduğumuzu!” anlar gibi olduysak da; kabullenmedik!

    Zamanla, hayatımız işimiz ve o iş sayesinde tükettiğimiz nesnelere daraldı ve kendimizi bu “parasal değer!” üzerinden tanımlar hâle geldik.

    “Spor salonları”, “Starbucks”, “Ikea” ve benzerlerine müşteri olmamızın yaşam ve iş koşullarımızdan kaynaklı nesnel sebepleri var.

    AMA ZATEN SORUN TEK TEK BU MARKALARI TÜKETMEMİZ DEĞİL;

    BUNLARIN TOPUNUN BİR HAYAT ETTİĞİNİ ZANNETMEMİZ!

    ÜZERİMİZDE OYNANAN SAHTEKÂRLIKLARI GÖRMEYE BAŞLADIĞIMIZ HÂLDE, KENDİMİZİ KANDIRMAYA İNATLA DEVAM EDİYORUZ; NE YAZIK!

    Bizim afyonumuz işte bu fetişleştirdiğimiz nesnelerle süslediğimiz hayatımız!

    Sıradan insanın afyonu; metro kazasında oğlunun kalçasına saplanan demiri “takdir-i ilahi” görmesine;

    Bizimkisi; hayatımızı dolu ve anlamlı gösteren nesneleri, dolayısıyla o nesneleri edinmemizi mümkün kılan işimizi vazgeçilmez görmemize sebep oluyor!

    İdeolojik içerik farklı ama sonuç aynı:

    Çeşit çeşit afyon; düzeni katlanılabilir, dolayısıyla sürdürülebilir kılıyor!

    Kaynak:
    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/nevzat-evrim-onal/herkese-afyon-bizimkisi-ayfon-98019

    [Devamı 6. bölümde]

    YanıtlaSil
  10. [6. BÖLÜM]

    MORATORYUM

    Tarih: 16 Ekim 2014

    Yazan: Nevzat Evrim Önal

    Bu yazının kadrajını hemcinslerime daraltacağım.

    Başlığın fonetiği (ses bilgisi & yapısı) ölümü çağrıştırsa da anlamı “ertelemek, askıya almak”. Bir sorumluluğu ya da alınması gereken bir kararı “ertelemek” olarak kullanılıyor. Bence bu kavram hayatlarımızın çok önemli bir ortak noktasını anlatıyor; zira hepimiz, imkân yaratabildiğimiz müddetçe hayatımızda önemli değişiklikler yaratacak dönemeçleri erteleyebildiğimiz kadar erteliyoruz.

    Genel kanının aksine ben bunun çok da eleştirilebilir olduğunu düşünmüyorum; zira bugünün Türkiyesinde eğitimli bir erkeğin önüne konan;

    “MEZUNİYET → ASKERLİK → İŞ → EVLİLİK → ÇOCUK → BAŞARILI KARİYER → İYİ MAAŞ → BAŞARILI KARİYER → İYİ MAAŞ → BAŞARILI KARİYER → İYİ MAAŞ → BAŞARILI KARİYER → İYİ MAAŞ → ...”

    şeklindeki yaşam izleğinin keyifli bir yaşam isteyen bir insan için çekici hiçbir yanı yok. Bu yüzden moratoryum; (bizi kırmızı halılarla bekleyen bir patron hayali kuracak kadar bulutlarda gezmiyorsak!) üniversitenin uzatılmasıyla başlıyor!

    Sonra en yaygın “askerlik tecil yöntemi!” ve eğitimli emekçiler için artık bir “kariyer zorunluluğu!” hâline gelmiş olan “yüksek lisansa!” başlıyoruz.

    Bu yıllarda ailesinden maddi yardım görebilenler ya okulu,

    Ya da yüksek lisans yapmamış olanlara verilen “ücretin düşüklüğünü” gerekçe gösterip çalışmıyor.

    Maddi desteğe sürekli erişebilme olanağına sahip olmayanlarımız ise onlarca yıllık okul, dershane, sınav stresi, üniversitenin (ve sonrası dönemin) uzaktan-yakından karşılığı olamayacak bir ücretle çalışmaya başlıyor ve harçlığını çıkartabildiği müddetçe “moratoryum” sürüyor!

    Nihayetinde; ailemizden gelen “düzen kurmak”, “evlenmek” vb. konulu basınç çok artarsa en etkili bahane cebimizde: “Bedelli!” bekliyoruz! Sonuçta; eğer yırtması mümkünse kim kendi çocuğunu askere göndermek ister ki?

    Kaçtığımız, ertelediğimiz en önemli şey şu:

    “Aile kurmak”

    Zira [iş+çocuk] formülünün sonucunda ortaya çıkan iş yükü, ebeveynler tarafından eşit biçimde paylaşıldığında nitelikli kişisel zamanın her iki taraf için neredeyse sıfırlanması demek. Bu konuda toplumsal basınç esasen kadının üzerinde olduğu için de rahatız; kaçan değil kovalananız. Belki ilişkiyi başlatan teklifi biz yapıyoruz, ama evliliği artık kadınlar teklif ediyor; biz de kendimizi naza çektikçe çekiyoruz.

    BU NAZ HÂLİNE PEK ÇOK ÖRNEKTE ADI AÇIKÇA KONMAYAN BİR “İŞBÖLÜMÜ PAZARLIĞI” EŞLİK EDİYOR VE LAFA GELDİĞİNDE EN MODERN BİZ (ERKEKLER) OLSAK DA ASLINDA ÖNCELİKLE BERABER PLAYSTATION OYNAYACAK VEYA DİZİ İZLEYECEK BİRİNİ DEĞİL; BASBAYAĞI BİZE ANNELİK YAPACAK BİRİNİ ARIYORUZ, DİĞER BEKLENTİLERİMİZ İSE BONUS!

    “SEVGİLİLİKTEN → EVLİLİĞE” GEÇİŞİN KİLİT NOKTASI BU OLUYOR. EVLENDİKTEN SONRA, BİZ İÇİMİZDEKİ PLAYSTATION RUHUNU DEVAM ETTİRİYORUZ, “EŞ”İMİZ İSE SESİ GİDEREK KISILARAK “ÇOCUK DA YAPARIM KARİYER DE!” ŞARKISINI SÖYLÜYOR. ÇOCUK OLDUĞUNDA İSE GENELDE ŞARKI BİTİYOR!

    Feminist arkadaşlarım bana kızacak ama “Otisabi” benzeri bir alçaklığa gömülenler haricinde, bu berbat tabloda erkeği suçlamanın sınırı var.

    Ne olmasını bekliyoruz? Neredeyse hepimiz ya dağılmadığı için içindeki herkesin mutsuz olduğu orta direk, ya da dağılıp bizi göçebe etmiş orta sınıf ailelerin çocuklarıyız. “Einstein”ın dediği gibi, aptallığın en basit tanımı aynı şeyi yapıp başka bir sonuç almayı beklemektir; bu yüzden de çoluğa çocuğa karışma konusunda hevesli olmamamız yadırganmamalı, zira pek de aptal değiliz. En azından babalarımızın yaptığı hatayı yapıp ellimizde orta yaş bunalımına girmek yerine kendi hatamızı yapıp ergenlikten hiç çıkmamaya çabalıyoruz!

    [Devamı 7. bölümde]

    YanıtlaSil
  11. [7. BÖLÜM]

    Moratoryumun özü şu:

    Hiçbir anlamı olmayan bir yaşam izleğini reddediyor; ama yerine anlamlı bir amaç değil, tekrarlamaktan sıkılmayacağımızı umduğumuz “kullan; at”, “kullan; at”, “kullan; at” tarzı bireysel hazlar koyuyoruz!

    Sebebi ise evrensel: Özellikle bugünün dünyası içinde; insanlığa uğrunda ne yaşanacak, ne de ölünecek bir şey sunamaz hâle gelen çürüme yıllarında yaşıyoruz! Moratoryumumuz bunun binlerce işaretinden biri.

    Yüz yıl önce de durum çok farklı değildi. O yılların kahramanı yatağından kalk(a)mayan “Oblomov”du! Bizim kahramanımız ise tek tasası odayı dolu gösteren halısı olan “Jeff Lebowski (nam-ı diğer; ‘The Dude’)!”

    Benzerlik bu kadar açıkken, ve eğer bu ebedi erteleme hâlinden kurtulmak, uğruna yaşanacak bir şeylere sahip olmak istiyorsak bakacağımız yer yüz yıl önceki moratoryumdan nasıl çıkıldığıdır.

    O çıkışın tarihi de 1917 yılının bir takvime göre Ekim ayının sonuna, bir diğerine göre Kasım ayının başına denk gelir!

    Kaynak:
    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/nevzat-evrim-onal/moratoryum-98706

    [Devamı 8. bölümde]

    YanıtlaSil
  12. [8. BÖLÜM]

    BİR ÖLÜMÜN ARDINDAN...

    Tarih: 23 Ekim 2014

    Yazan: Nevzat Evrim Önal

    Yukarıda okuduğunuz “Moratoryum” başlıklı yazımın ilk satırlarında, “ertelemek” anlamına gelen bu kelimenin ölümü çağrıştırmasından bahsetmiştim. Yazının yayınlandığı saatlerde bir insan, “Mehmet Pişkin”, benzerliğin sadece kelime kökünde olmadığını hepimize gösterdi! Tüm tanıyan ve sevenlerin affını dileyerek bu yazımı ona ayıracağım ve anısına saygısızlık etmemeye gayret göstererek, bize bir insanın sonundan çok daha fazlasını anlattığını düşündüğüm ölümünden yola çıkarak bir şeyler söylemeye çalışacağım.

    John Carpenter’ın “Çılgınlığın Ötesinde” adlı filminde, insanlığın sonunun geldiğini bilen dedektif Trent, “her canlı türü soyunun tükenişini hisseder” der.

    Türlere genişletilemeyecek bir iddia bu, ama insanlık için bir açıdan doğru olduğunu düşünüyorum.

    “Sorgulayıcı aklı” ve “hayata dair algıları” biraz açık her insan, içinde yaşıyor olduğu uygarlık çürüyüp çökmeye başladığında bunun alametlerini fark eder:

    Toplumsal ilerleme; belki son durağa gelmiş bir buharlı tren gibi istim (gücünden yararlanmak için elde edilen buhar) salarak durmaz ama hiçbir yere ulaşmayan bir dairesel hatta döner, döner, döner...

    Hayat kısırlaşır, en üretken insan dahi köstekler hâle gelir.

    “Sanat” kendisini tekrar etmeye,

    “Sanatsever” daha güzeli aramaya değil bu tekrarı oburca tüketmeye alışır.

    İktidar despotların meşgalesi olur çünkü artık yönetenlerin elinde yönetilenlere vaat edecekleri, daha iyi bir yarına giden bir yol haritası yoktur; sadece harisçe, dört elle sarılıp dişlerini geçirdikleri ve hiç bitmesin diye uğraştıkları bir “bugün” vardır. Despotluk bunun sürdürülmesinin tek yoludur.

    Bahsettiğimiz;

    Artık çapı hiç genişlemeyen bir pastadan hep daha kalın bir dilim kapmaya çalışan üçkâğıtçıların,

    Kasaba avukatı kılıklıların,

    Zübükzadelerin uygarlığıdır!

    Bu çürüyen uygarlıkta;

    “Güzele”,

    “Naziğe”,

    “Kaliteliye” yer yoktur:

    “NAZİK, NEŞELİ, EĞLENCELİ, AKIL VE RUH OLARAK BÖYLE BİR İNCELİK VE DERİNLİĞE SAHİP BİRİSİ OLMAYI ÇOK ÖNEMSEDİM VE ŞU ANDA BUNLARI KORUMAK VE SAĞLAMAK CİDDİ BİR YÜK HÂLİNE GELDİ BENİM İÇİN.

    BU KONUDA TAKATİMİN ARTIK TÜKENDİĞİNİ, İŞİN O KARANLIK TARAFININ DAHA AĞIR GELDİĞİNİ VE TAŞIYAMADIĞIMI VE BİR ŞEKİLDE BUNUNLA İLGİLİ DONANIMLARI DA ZAMAN İÇİNDE GELİŞTİRMEDİĞİMİ FARK ETTİM” DİYEN PİŞKİN’İN BAHSETTİĞİ, BUDUR!

    Samimiyetle sormak istiyorum:

    Çoğumuz bu hissiyatı taşımıyor muyuz?

    [Devamı 9. bölümde]

    YanıtlaSil
  13. [9. BÖLÜM]

    “Yiğit Özgür”ün o olağanüstü karikatüründe pencereden bakıp “bu ne lan; dünün aynısı!” diyen adam gibi değil miyiz?

    (Karikatür için:
    http://karikaturistan.files.wordpress.com/2014/01/dunun_aynisi-yigit_ozgur.jpg?w=547 )

    Felaket filmleri izlerken içimizden gizli gizli insanlığı yok olmasını dilemiyor, mucizevî bir şekilde kurtulduğunda hayal kırıklığına uğramıyor muyuz?

    İnsanları korkutup hizada tutmak için uydurulmuş dinsel kıyamet masallarını okuduğumuzda “keşke olsa” dediğimiz olmuyor mu?

    Evet, pek çoğumuzun koşulları Mehmet Pişkin’e benzemiyor. Biz; ofislerdeki, plazalardaki işlerimize, onun sahip olup “vazgeçtiklerine!” bir gün sahip olmak hayaliyle gidiyoruz!

    BİZİM İNTİHARLARIMIZ “BİR ATAMASI YAPILMAYAN ÖĞRETMEN DAHA İNTİHAR ETTİ” DİYE HABERLEŞTİRİLİYOR!

    AMA KENDİ HAYATINI BİTİRİRKEN BUNU KENDİNCE TASARLAYAN VE SESİ GÜR ÇIKAN BİR İNSANA KIZMAK DEĞİL, KULAK VERMEK GEREKİR. PİŞKİN’İN MADDİ KOŞULLARI BİZİMKİNDEN İYİ OLABİLİR; AMA BAŞINI BİRKAÇ DEFA ÇARPTIĞI VE DAHA FAZLA ÇARPMAK İSTEMEDİĞİ DUVARA HİÇBİRİMİZ YABANCI DEĞİLİZ!

    Aynı duvar “Joseph K.”nın başını çarptığı mahkeme duvarıdır; Pişkin’in tek farkı, cellâtlarının elindeki bıçakla kendi canını almayı kabullenmiş olmasıdır.

    Aynı duvar:

    Önünde son sözleri “çok acı var, dayanamıyorum” olan “Dicle Koğacıoğlu”nun arabasından indiği,

    “Virginia Woolf”un ceplerine taşlar doldurmaya başladığı,

    “Stefan Zweig”ın peşinden Avusturya’dan Brezilya’ya kadar gelen duvardır!

    ÇÜRÜME YILLARINDA HAYAT ANCAK BU DUVARA KARŞI MÜCADELE VERİLDİĞİNDE “ANLAM” KAZANIR, ÇÜNKÜ DAHA İYİ BİR YARIN ANCAK BUGÜNÜ YIKTIKTAN SONRA KURULABİLİR!

    ÖTEKİ TÜRLÜ ANLAMSIZ VE AMAÇSIZ HAYATIMIZI YA DİNSEL HURAFELERLE YA DA BİREYSEL HAZLARLA DOLDURMAK GEREKİR. BENİM ON DAKİKADA TANIMAYA ÇALIŞTIĞIM “MEHMET PİŞKİN”; BİRİNCİSİNİ YAPMAYACAK KADAR AKILLI, İKİNCİSİNİ SÜRDÜREMEYECEK KADAR KISIR DÖNGÜLERE DAYANAMAYAN BİR İNSANDI.

    YAPTIĞI NE OLUMLANABİLİR, NE ROMANTİZE EDİLEBİLİR;

    AMA BİR ŞEY ASLA UNUTULMAMALIDIR:

    “MEHMET PİŞKİN”İN ÇIĞLIĞI HEPİMİZİM ÇIĞLIĞIDIR!

    Onun önünde hayatını sonlandırdığı duvar; bütün insanlığın önüne dikilmiş duvardır!

    Bu duvar yıkılmalıdır!

    Kaynak:
    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/nevzat-evrim-onal/bir-olumun-ardindan-99036

    [Devamı 10. bölümde]

    YanıtlaSil
  14. [10. BÖLÜM]

    HANİ “KAPİTALİZM” ADLI SİSTEMDE ÖZGÜRDÜK, KENDİ HAYATIMIZI KENDİMİZ YAPIYORDUK; NE OLDU O İŞ ?!

    Tarih: 6 Kasım 2014

    Yazan: Nevzat Evrim Önal

    “Yapboz”

    90 ve 2000’lerin en nitelikli deneysel rock gruplarından “Tool”un “Schism (bölünme)” şarkısı “parçaların birbirine uyduğunu biliyorum çünkü dağılırlarken izliyordum” diye başlar.

    Bir aşk şarkısıdır ama gençliğini 90’lar, genç yetişkinliğini 2000’lerde yaşayan insanların serencamını özetler niteliktedir:

    Biz, sadece lise yıllarımızın değil; hayatımızın müfredatı dağılmış “kredili sistem mağdurları”yız!

    Bir ölçüde bütünlüklü, insanın içinde kendisini anlamlandırabileceği bir dünya gözümüzün önünde parçalandı ve burnumuza iki seçenek dayandı:

    Bir tarafta doyuran ama lezzetsizliği kesin bir fiks çekirdek aile menüsü,

    Diğer tarafta ise bazıları lezzetli olsa da birbirine uymayan, üstelik porsiyonları küçük meze ve ara sıcaklarla eşelenip, şef garson surat assa da paramızın yetişmeyeceği ana yemeği sürekli erteleyeceğimiz, sonunda da sipariş etmeden hesabı isteyeceğimiz bir alakart.

    Cümleten afiyet olsun da hani “kapitalizm” adlı sistemde özgürdük, kendi hayatımızı kendimiz yapıyorduk; ne oldu o iş?

    BİZE HEP “ESKİDEN BU KADAR MARKA, ÇEŞİT YOKTU. HERKES AYNI KIYAFETLERİ GİYERDİ. HA BİR DE TÜP GAZ KUYRUĞUNDA BEKLERDİK” HİKÂYESİ ANLATILDI.

    BUGÜN HER MARKA VAR DA HAYATLARIMIZ ÖZGÜNLEŞTİ VE ÖZGÜRLEŞTİ Mİ PEKİ ?!

    “Ayfon!” kuyruğuna dair diyeceğimi demiştim yukarıda okudunuz, zaten en fazla yılda bir tane çıkıyor ama “Ikea”da gezerken Erdil Yaşaroğlu’nun karikatürünü* hatırlatacak hislere kapılmıyor muyuz?

    (* Blog sitesinin güncellenmesi veya herhangi bir sebepten ötürü silinmesi riskini unutmadan karikatürü bu adrese tıklayarak görebilirsiniz:
    http://3.bp.blogspot.com/-8_nfXUKRtMM/TfYQ9hoRL_I/AAAAAAAADfw/ei6P1uA12c4/s1600/ikeaaaaa.jpg )

    Böyle onlarca örnek sayamaz mıyız? Dahası, haftalardır ortak dertlerimiz hakkında konuşuyoruz. Bir yanda bu kadar “çeşitlilik”, “seçme özgürlüğü” lafları duyup; diğer yandan da bu kadar “benzer hayatlar” ve “sorunlar” yaşıyor olmamız tuhaf değil mi?

    Mesele şu:

    Hayata gözlerimizi açtığımızda, 20. yüzyılın büyük mücadelesinin son raundu oynanıyordu.

    Bu mücadele yüzyılı 1917’den itibaren şekillendirmiş, insanlığın uzaya açılmasına, son büyük sanat dalı olan sinemayı geliştirmesine, sayısız romana, senfoniye, diplomaside inceliğe ve benzeri nice zenginliğe vesile olmuştu.

    Belki binlerce çeşit ürün ve her ürünün onlarca markası cirit atmıyordu piyasada, ama dünyanın üçte birinde bambaşka bir hayat kuruluydu ve onunla rekabet etmek zorunda olan kapitalizm de kendi uygarlığını derinleştirmek zorunda kalıyordu.

    Sonra mücadeleyi “sermaye düzeni!” kazandı ve onun uygarlığının çürüme yıllarına girdik!

    Her şeyin bölünerek dağılması bu yılların nişanesiydi. Emperyalizm Yugoslavya’yı parçalarken yaşanan trajediler hepimizin çocukluk anılarında önemli bir yer tutar. Sonra ülkelerin, insanların parçalanması o denli sıradanlaştı ki, aklımızı koruyabilmek için başkalarının acılarına “yabancılaşmak!” zorunda kaldık!

    Bu olurken her birimizin hayatı da parçalanıyordu ama bu parçalanma adı “yapısökümü” konarak şirinleştirilmişti.

    Artık hayat anlamlı ve amaçlı bir bütün olmayacak, aynı bedende yaşanıyor olmasının ötesinde birbirleriyle ilişkisi çok sınırlı bir deneyimler dizisine dönüşecekti.

    İnsanlar ikide birde iş değiştirmek zorunda kalacak ve bunun adı “kariyer!” olacaktı!

    Hayatımızın tamamına yayılan “mesai!”; kişisel ilişkiler kurmayı zorlaştıracak,

    Özel hayat; güven duyulan dostlarla derin ilişkiler kurmaktan ziyade iyi “partilenen” kankalarla pek kişiselleştirilmeyen eğlencelere dönüşecekti!

    [Devamı 11. bölümde]

    YanıtlaSil
  15. [11. BÖLÜM]

    David Harvey, gerçekliğin imgelerle ya da hayatın fotoğraflarla indirgenebileceği düşüncesini eleştirirken sene 1990’dı*.

    (* “Postmodernliğin Durumu”, Metis yayınları, 3. baskı, 346. sayfa)

    On dört yıl sonra “Facebook” kuruldu ve hepimiz yediğimiz ve gezdiğimizin fotoğraflarını paylaşmaya başladık. Yiyen ve gezenin biz olduğunu ispat edebilmek için de “selfie!” çeker olduk; çünkü kadraja bilmem hangi manzara alınıp yapılan “özçekim!”, deneyimin “sahihlik belgesi!”ydi!

    Böylelikle hayatımızı;

    İstediğimiz unsurlarını yok sayıp istediklerimizi vitrine koyduğumuz,

    Bir süre sonra da “ hayatımızı o vitrinden ibaret zannettiğimiz bir yapboz ! ” a dönüştürdük!

    Hâl böyle olduğunda kendimizi biricik sanmak da kolaylaştı; çünkü artık önemli olan ne yediğimiz veya nereye gittiğimiz değil; bunları yapanın “biz!” olmasıydı. Her birimiz “göstermek için yaşadığı!” hayatının başrolündeydi ve dolayısıyla benzersizdi!

    Peki, o zaman ne yapsak en fazla iki günlüğüne geçen, sonra migren ağrısı gibi geri gelen bu “eksiklik ve aynı yerde dönüp duruyor olmak hissi” niye?

    Eksikliğin sebebi şu:

    Dünya bir tane büyük ve muhteşem yapbozdan ibaret, adı da “insanlık”!

    Kendimize kaç parça eklersek ekleyelim, ancak o büyük yapbozun içinde bir yere uyduğumuzda eksik hissetmeyiz; çünkü o zaman hayat döngüsel olmaktan çıkar; işte o an hayat bir “amaç”, dolayısıyla “anlam” kazanır.

    İhtiyacımız:

    “Sosyal medyadaki vitrinlerimize yerleştirmek üzere!” daha fazla deneyim değil;

    Aklımıza ve ufkumuza yakışacak nitelikte bir “amaç” ve “anlam”!

    Kaynak:
    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/nevzat-evrim-onal/yapboz-99688

    [Devamı 12. bölümde]

    YanıtlaSil
  16. [12. BÖLÜM]

    Tarih: 9 Eylül 2014

    BİR YANDA: Bakımlı, dışarıya kapalı, korunaklı evlerde ve kulüplerde yaşayan zengin bir azınlık;

    ÖTE YANDA: Yardımlarla, boğaz tokluğuna çalışarak ayakta durmaya çalışan,
    Ve sayıları her gün katlanarak artan “ işe yaramazlar ordusu ! ”

    “ EĞER BAZI İNSANLAR HIZLA DEĞİŞEN EKONOMİNİN HIZINA YETİŞEMİYORLARSA;
    ARTIK BU SADECE ONLARIN SORUNUDUR ! ”

    Bu “ işe yaramazlar ordusu ! ” otomatik olarak:

    Eğitimsizlikle,

    Sosyal beceri yoksunluğuyla,

    Ve

    Çalışmaya gönüllerinin olmamasıyla suçlanıyor!

    Ne var ki, yoksulluk çoktan beri toplumun merkezine yerleşmiş durumda!

    VE “YÜKSEK TEKNOLOJİ ÇAĞI” DEDİĞİMİZ 2000’Lİ YILLARDA BİLE,

    ÇOĞUMUZ;

    HÂLÂ BU TEHLİKEYİ GÖRMEZDEN GELEREK, HASTALIĞI KENDİ ELLERİMİZLE YAYIYORUZ!

    Piyasa ekonomisinin buz gibi mantığı, insanı insan yapan tüm değerleri öldürmüyor mu?!

    “ Rekabet ! ” i hayatın her alanına taşıyan “ serbest piyasa öncelikleri ! ” ;

    Birlikteliğimizi zehirledi,

    Herkesi birbirinin korkak rakibine dönüştürdü,

    Ve

    Herkesi birbirine karşı savaşa tutuşturdu!

    Korku ve çaresizlik bir toplumun temelini oluşturamaz, bunlar bireyin gelişmesini engeller;

    Dayanışma, empati ve güven duygusunu yok eder!

    Dünyada:

    İşsizlerden ve emeklilerden, yetersiz ücretli ya da geçici işlerde çalışma döngüsüne kapılmış milyonlara kadar; her gün daha fazla sayıda insan ülkelerinin refahından dışlanıyor!

    Eskiden, bu insanlar toplumda kendilerine belli bir destek, bir dayanışma bulacaklarını varsayabilir,

    Duruşlarını ve karşı çıkışlarını ona göre belirleyebilirlerdi;

    Artık o günler geçti!

    Peki:

    Bizleri yarın ne bekliyor?!

    Kitap: Küresel Çarkın Dışında Kalanlar
    Yazan: Kathrin Hartmann
    Çeviren: Etem Levent Bakaç
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

    (Hazırlayan: Arif Müezzinoğlu)

    [Devamı 13. bölümde]

    YanıtlaSil
  17. [13. BÖLÜM]

    ===1. UYGAR NEFRET===

    “Tüketim toplumu”; mevcudiyetini neden “ötekileştirmek! (İngilizce: Alienation)” vasıtasıyla garantiye alıyor?!

    Ve

    Orta sınıf gerçek hayatta yere çakılırken, gözünü neden yukarıya dikiyor?!

    Çokuluslu bir şirketin sözcüsü bir röportajda:

    “Gıda-yardım merkezlerinden yemek alan insanların kamu yararına işler yapmakla yükümlü tutulması gerektiğini düşünüyorum!” diyor. Bu bağışlar olmaksızın yaşamlarını sürdüremeyecek insanların midelerine girecek lokmaları öncelikle “haketmeleri gerektiğini!” söylemek istiyor.

    Üst-orta sınıfa mensup, “gıda-yardım merkezleri dünyası”nı bilmeyen şirket sözcüsü bu şahıs nasıl böyle bir fikre varabiliyor?!

    Orta sınıfa mensup, alt tabakanın günlük yaşamının içinde olan bir öğretmen ise:

    “Gastronomi ve oteller yıllardan beri ‘yalvar yakar’ yetiştirecek eleman arayışında!

    Aslında bütün suç bu ‘elemanlarda!’; çalışmak istemedikleri için otellerin sunduğu bir meslekte uzmanlaşamıyorlar da!”

    diyor!

    Orta tabakanın müdavimler masasından bir manzara:

    Bir grup gazeteci ve akademisyen bir lokantada oturuyor. Karınlar tok, bardaklar kırmızı şarapla dolu. Birisi aniden yoksulluk yardımı alanların ek olarak gıda yardımı almalarını; “iPhone almak istemeleri”ne bağlıyor!

    Bu korkunç iftira masadaki kimseyi rahatsız etmiyor ve kimse itirazda bulunmuyor!

    Bu, nasıl olabiliyor?!

    Hattâ aralarından bazıları eskiden solcu (bugün ise “gerçekçi!” olduklarını öne sürüyorlar!)

    Bir diğeri onu tasdik ediyor: “Hepsinin elinde son model cep telefonlarından var, ayrıca gıda-yardım merkezlerine gidenlerin giyim kuşamları süper; gerçekten ihtiyacı olanlara ulaşılamıyor bile.”

    Başka birisi söylenenleri tamamlıyor: “Isıtma parası aldıklarından beri, deliler gibi ısıttıklarını duydum.”

    Gariptir ki:

    Yoksulların dışlanması ve orta sınıfın onların sırtından üstünlüğünü sergileme çabaları bağlamında yukarıda birkaç örneği verilen karakteristik öfke;

    Zengin bir ülkede “insanların niçin yemek bağışlarına muhtaç duruma düşmeleri sorusuna” karşı değil,

    Bu insanların bir cep telefonuna sahip olmasına ve kış aylarında evlerini ısıtmasına karşı ifade buluyor!

    Ne acı!

    Almanya’da yaşayan her yedi kişiden biri ise yoksulluk sınırında veya altında yaşıyor; 6,7 milyon insan resmi yoksulluk yardımı alıyor.

    Göreceli yoksulluk, kulağa ne kadar da masum geliyor!

    Sanki Alman yoksullar, aslında gerçek anlamda yoksul değil de, yalnızca “daha az varlıklılarmış!” gibi.

    En azından dünyanın başka bölgelerinde sokaklarda ölen insanlara kıyasla; yani başkalarına bakacak olursak, biz yine iyiyiz!

    Zengin ülkelerin yoksulları işte bu nedenle en fazla umursamazlıkla; ama çoğu zaman öfke ve hor görülmeyle karşılanıyor. Almanya’daki yoksulluğun ağırlığı, yalnızca maddi yoksunluklardan değil; duygudaşlık ve hoşgörü yoksunluğundan da kaynaklanmakta!

    [Devamı 14. bölümde]

    YanıtlaSil
  18. [14. BÖLÜM]

    Bangladeş’teki yoksulluğun da korkunç ve yürek yakıcı olduğu açık. Fakat o insanlar yoksulluklarından dolayı suçlanmıyor. Bir başlarına kalmış ve suskun değiller; hoşnutsuzluklarını, mücadelelerini sokaklara taşıyorlar.

    Ancak Almanya ve Avrupa’nın diğer zengin ülkelerinde, yoksullara kederleri bile çok görülüyor. Yoksullukları bile ellerinden alınıyor.

    Ayrıca, madalyonun diğer yüzü var:

    Almanya’da insanlar fakirleştikçe;

    Öbür yanda “daha fazla zenginlik→daha az zümrede” yoğunlaşmaktadır!

    “BU TOPLUMDA KİMSENİN TEMBELLİĞE HAKKI YOKTUR!” açıklaması yapan eski Sosyal Demokrat Başbakan gibi,

    “YOKSULLUĞA KARŞI AŞEVLERİ; DOYURURKEN TEMBELLEŞTİRİYOR MU?” sorusu minvalinde yapılan tartışma forumları,

    Ve

    “ALDIKLARI YARDIM PARASININ KARŞILIĞINDA BİR ŞEYLER VERSİNLER!” diyen sokaktaki süslü yurttaşın sözleri ile;

    Her düzeyde sadece “daha adil bir iş ve gelir dağılımı”nın politik olarak başarılamadığı göz ardı edilmiş olmuyor,

    Aynı zamanda “sosyal adalet hedefinin yerine→verime bağlı adalet tanımı”nı koyarak; sistemin kurbanları fail konumuna, “işe yaramazlar ordusu!” içine oturtuluyor!

    Toplum içinde bir talepte bulunma hakkı yalnızca “performans gösterenlere!” mahsustur;

    “ÇALIŞMAYANA YEMEK YOK”tur!

    Kapitalist sistemde “bir maddeden/hizmetten yararlanmak & en yüksek verimlilik” mantığı;

    Aile,

    Okul,

    Ve “sosyal ilişkiler” gibi;

    Aslında iktisadi ilkelere göre İŞLEMEYEN kurumlara giderek daha fazla nüfuz ediyor!

    Bu kitapta yalnızca haksızlıklar teşhir edilmemiştir. Sadece siyasi reformlar yapılmasını talep etmek meseleyi çok basite indirgemek olur; yalnızca biraz daha dayanışma gösterilmesini talep etmek, sosyal vicdana çağrı yapmak belki dünya kiliseler günü kutlamalarında olabilir!

    Kitapta:

    Seçkinlerin insan onurunu hiçe sayan hangi stratejilerle kendi varlıklarını koruyup; hepimizi “mülksüzleştirdiği!”,

    Kimlerin “yoksulluk sayesinde zenginleştiği!”,

    Devlet politikalarının “neden yoksulluğa karşı değil; yoksullara karşı savaş açmış!” olduğu,

    Holdinglerin “sosyal girişimcilik pazarlaması!” faaliyetleriyle;

    Neden yoksulluğun yapısını değiştirmediği; hattâ tam tersine sağlamlaştırdığı,

    Ve

    İlk bakışta rasyonel gözüken ticarileştirilmesinin arkasında, giderek daha fazla onaylanan “tehlikeli bir eşitsizlik ideolojisi!” nin olduğu anlatılıyor.

    [Devamı 15. bölümde]

    YanıtlaSil
  19. [15. BÖLÜM]

    ===2. “...O HÂLDE PASTA YESİNLER”===

    Almanya’da 877 gıda-yardım merkezinden, 1 milyonu aşkın insan haftada bir kez yemek alıyor.

    “Tüm zamanların en büyük sosyal yardım hareketi” olarak böbürlenilen gıda-yardım merkezlerinde fahri görevliler:

    Süpermarketlerden,

    Ucuzluk mağazalarından,

    Ve

    Toptancılardan;

    Satılabilir nitelikte olmamasına rağmen hâlâ yenilebilir gıdaları topluyor!

    Bunlar çoğunlukla meyve, sebze ve süt ürünleri gibi çabuk bozulan, son kullanma tarihinin hemen öncesinde veya sonrasında toplanan mallar.

    NORMALDE İMHA EDİLECEK OLAN BU ARTIKLAR; YOKSULLARA DAĞITILIYOR!

    “Gelir dağılımı adaletsizliği” denen tehlikenin derhâl bertaraf edilmesi yerine;

    Sadaka sistemi,

    Başlangıçta evsiz-barksızlar ve uyuşturucu bağımlıları gibi hiçbir sosyal gruba tutunamamış insanlara acil yardım götürmek amaçlı oluşturulan bu kurumlar;

    Bugün:

    İş piyasalarında başvurulan “reformlar!” sonucunda gıda bağışlarına muhtaç kalacak kadar yoksullaşan yurttaşlara yönelik bir “tedarik sistemi!” ne dönüştü!

    2003 ile 2009 yılları arasında Almanya’daki gıda-yardım merkezlerinin sayısı üçe katlandı. Toplamda gıda-yardım merkezleri Almanya’da yoksullara her yıl 130 bin ton gıda dağıtıyor. Bu miktar Almanya’da her yıl çöpe giden 20 milyon ton gıdanın yalnızca ufacık bir parçası.

    Bir yandan dünya üzerinde 1 milyardan fazla insan açlık çeker ve günde en az 20.000 insan açlıktan ölürken;

    Endüstrileşmiş ülkelerde imâl edilen gıdaların büyük kısmı çöpe gidiyor:

    AVRUPA VE KUZEY AMERİKA’DA İMHA EDİLEN GIDA MİKTARI; DÜNYADA AÇLIK ÇEKEN İNSANLARIN BESLENMESİNE ÜÇ KEZ YETECEK BOYUTLARDA!

    [Devamı 16. bölümde]

    YanıtlaSil
  20. [16. BÖLÜM]

    ===3. KENTSEL SEÇKİNLEŞTİRMEDEN ZENGİNLERİN SİTELEŞMESİNE===

    Şehirlerde:

    Yoksullar zenginler tarafından nasıl yerlerinden ediliyor?

    Siyaset bunu nasıl destekliyor?

    (Detaylı bilgi için: “Soylulaştırmak; İngilizce: Gentrification” kavramını inceleyebilirsiniz.)

    Şehrin merkezinde köhne binaların olduğu işçi semtleri; “kentsel seçkinleştirme!” süreciyle varlıklı semtlere dönüştürülüyor.

    Eskiden; kiralara gücü yeten öğrenciler ve sanatçıların doğaçlama olarak yaratıcılıklarıyla ortaya çıkardığı zarafet ve kentsel yaşam duygusu;

    Bir müddet sonra bölgenin yüksek tabakalara çekici hâle gelmesine,

    Artan talebin kiraları uçurmasına,

    Onarımsız evlerin lüks dairelere dönüşmesine,

    Ve

    Düşük gelirlilerin merkeze uzak, ucuz evlere taşınmaya mecbur bırakılmasına yol açıyor!

    Yüksek duvarların arkasında izole olanların vurguladığı “güvenlik!”,

    Herşeyden önce bir “statü ve zenginlik sembolü!”,

    Villalar bölgesinin “tel örgüleri!”;

    Teşhir edilen zenginliğin son derece bayağı bir ifadesi!

    İnsanlar burada fakirlere karşı değil; diğer zenginlere karşı duvarlar örüyor:

    Kimin tel örgüleri daha uzun, kimin direkleri daha yüksek?!

    Buna bir “comparatio genitalis” denebilir; yani zenginler ve iyi eğitimliler arasında bir “tenasül uzvu karşılaştırması!”

    [Devamı 17. bölümde]

    YanıtlaSil
  21. [17. BÖLÜM]

    ===4. SEÇKİNLERİN GÜCÜ===

    Güzel bir numara:

    Sistemi eleştirmek hakkını; sistemden avantaj sağlayanlar kendilerinde saklı tutuyor.

    Sistemin dibini tanıma “imkânı!”na sahip olanlarınsa; öfkeli, kinci ve kıskanç oldukları bahanesiyle kozları ellerinden alınıyor!

    Zenginler; “toplum içinde yaşam”a neden veda ediyor? Ve avantajları için savaşmaya nasıl devam ediyor?

    “İlkokulun 4 yıldan 6 yıla uzatılması reformu” ile:

    Özellikle maddi açıdan güçsüz öğrencilerin daha henüz 4. sınıftan sonra gerçekleşen ayıklanmanın kurbanları olmalarının önlenmesi hedefleniyordu.

    Üst tabakanın “öğrenmek istiyoruz” başlıklı protesto kampanyasıyla reformun önlenmesi:

    Eğitimin seviyesini yükseltmek için değil;

    Zaten daha iyi konumdaki çocuklarına ilave ayrıcalıklar sağlayan “seçici okul sistemi”nin daha da güçlendirilmesi için yapılmıştı.

    Seçkinler kendilerini “aşağıya karşı!” kapatıyor; “aşağı tabakalar!”dan gelebilecek saldırılara karşı daha korunaklı hâle getiriyorlardı!

    Bu; aşağıdan kimse yukarıya çıkamazsa, yukarıda hemen hemen her şeyin olduğu gibi kalacağı anlamına geliyor; “ steril ! ” ve “ fildişi kulelerde müreffeh bir hayat ! ” → Kendi kokusunu inatla yayar ama hiçkimsenin kokusunu kendisine yaklaştırmaz!

    Seçkinlerin radikalleşmesinden bahsedilirken, bundan seçkinlerin “kendi çıkarlarını daha büyük bir sertlikle savunması” kastediliyor. Seçkinlerin yalnızca ekonomi, yargı ve bürokrasiye değil; siyasete de yoğunlaşması, yani politikanın giderek “elitleştirilmesi!” sonrasında; demokraside halkın artık ne ölçüde temsil edildiği sorgulanıyor.

    Bir zamanlar demokratik bir şekilde seçilen halkın temsilcileri, artık nüfusun geniş bir bölümünü hiçe sayarak siyaset yapmalarının meyvelerini; şimdilerde ekonomide sahip oldukları cazip işler vasıtasıyla topluyorlar.

    Bir federal çalışma bakanı, taşeron işçilikte süre sınırlamasını kaldırıp ve taşeron işçiliğin yasal çerçevesini “liberalleştirdikten!” sonra görevinden ayrılmış, hemen sonrasında da Almanya’nın beşinci büyük taşeron işçilik şirketinde önemli bir göreve getirilmişti!

    Aynı iş için daha az ücretin ödendiği ve sosyal güvencenin tanınmadığı sürekli yükseliş içindeki bu “modern kölelik süreci!” bütün partilerin katkısıyla gerçekleşiyor:

    Örneğin “Yeşiller Partisi”; sol bir direniş partisinden → bir tür “yeşil astarlı liberal parti!”ye dönüşüme ışık tutarken,

    Muhafazakâr görüşleri benimsemeksizin ve ekonomik gücün yanında yer almaksızın muhalefetten hükümete yükselmesinin kesinlikle mümkün olamayacağını savunuyor.

    [Devamı 18. bölümde]

    YanıtlaSil
  22. [18. BÖLÜM]

    ===5. NİHAYET BİRİSİ, SÖYLENMESİ GEREKENİ SÖYLÜYOR!===

    “Bir kısım asalaklar toplumun sırtında bir yük olarak yaşıyor!”

    Maddi yönden güçsüzlere yapılan saldırılar; akademisyenler ve ciddi medya organlarının bile bu saldırıya katılmasından bu yana iyice belirgin hâle geldi.

    Sorgulanması istenmeyen acı reçeteler topluma şöyle ifade ediliyor:

    “Şık olmamakla birlikte, başka çaresi yok. Maalesef, evet, maalesef!”

    Böylesi “hoş olmayan gerçekler!”; egemen sınıfın en severek başvurduğu bahane!

    Bir hâkimin bazı vandallara verilen sert cezalarla birlikte söylediği sözler önemli:

    “Toplumun dürüst üyeleri sizin gibilerden bıktı, sizlerden yorulduk!”

    Bu dehşetengiz durum:

    Tarafsızlığını koruması beklenenlerin; yukarıdan aşağıya, adeta tepeden-inmeci bir diktayla başlattığı ve birçok örneği sürekli görülen “ayrımcılık!”tan başka bir şey değildir!

    [Devamı 19. bölümde]

    YanıtlaSil
  23. [19. BÖLÜM]

    ===6. DAYANIŞMANIN SONU===

    “Taşeron işçilik”; 1967 yılına kadar Almanya’da yasaktı.

    70’li yıllarda 3,

    1985’de 6,

    1994’te 9,

    1997’de 12,

    Ve

    2002’de 24 ayla sınırlandırılmak üzere sürekli uzatıldı.

    2004’ten beri taşeron olarak çalıştırılma için herhangi bir süre sınırlaması yok!

    BİR ÇALIŞAN; BİRGÜN İŞTEN ÇIKARILIP, ERTESİ GÜN DAHA DÜŞÜK ÜCRETLE YENİDEN İŞE ALINABİLİYOR ARTIK!

    Taşeron işçilik; haklardan yoksun bir işçilik, yani köleliğin modern bir biçimidir!

    İncelemelere göre %20-50’lere uzanan daha düşük ücret alma ile taşeron işçilik, yaşlılık döneminde yoksulluğun başlıca nedeni;

    Çünkü emeklilik hakkı; düşük ücretler ve çalışma aralıkları yüzünden son derece sınırlı.

    Taşeron işçiler; kötü koşullarda ve düşük ücretle çalışmakla kalmıyor,

    Daimi (“kadrolu!”) çalışanların öfkesini de üzerlerine çekiyorlar!

    Taşeron işçiler; “doğru dürüst bir işe!” sahip olanlar için ete kemiğe bürünmüş bir tehdit anlamına gelmekte. İşçilerin üzerinde “Bugün sen, yarın onlar” diye sallanan Demokles’in kılıcı; toplu sözleşmelerde reel ücretlerin sürekli düşürülmesine neden oluyor!

    Taşeron işçilik; iş güvencesini yok etmek ve çalışma koşullarını genel anlamda kötüleştirmek için de kullanılıyor:

    EKONOMİK BÜYÜME UĞRUNA DAHA GENÇ YAŞTA ÖLÜNÜYOR. YALNIZCA İŞİN AĞIRLIĞI NEDENİYLE DEĞİL;

    SÜREKLİ GÜVENSİZLİK,

    İŞYERİNİN SIK SIK DEĞİŞMESİ,

    BERBAT ÜCRET VE TAŞERON İŞÇİLİĞİN GİDEREK DEĞERSİZLEŞMESİ SONUCUNDA OLUŞAN PSİKOLOJİK BASKI NEDENİYLE DE İŞÇİLER YIPRANIYOR.

    PSİKOLOJİK SAĞLIK SORUNLARI VE BUNA BAĞLI DEVAMSIZLIKLAR ÇOK YÜKSEK,

    KAS-İSKELET SİSTEMİ SORUNLARINDA İSE DAHA DA YÜKSEK.

    ALMANYA’DA YOKSULLAR ORTALAMAYA GÖRE 7 YIL DAHA AZ YAŞIYOR!

    “Sermaye”nin ve “Alman ihracat endüstrisi”nin etkisiyle;

    Giderek ortadan kalkan “sosyal sigorta” kavramının sonucu şudur:

    Bir tarafta: Sesini çıkaramayacak kadar, hakkını arayamayacak kadar çökmüş, yıpranmış ve korku dolu devasa bir “yedek işçi ordusu!”,

    Öbür tarafta: Yukarıya yaltaklanan ve aşağıya tekmeler savuran özgüvensiz bir orta sınıf!

    Bu ikisinin üstünde ise:

    Adil bir ücret ve makul bir vergi ödemeye razı olmadığını gözlerden kaçırmak üzere; zengin ile yoksul arasındaki derin uçurumu “sosyal sorumluluk masalı!”yla doldurma niyetinde olan “güçlüler!”…

    [Devamı 20. bölümde]

    YanıtlaSil
  24. [20. BÖLÜM]

    ===7. DÜNYANIN KURTULUŞUNUN “ ÖZELLEŞTİRİLMESİ ! ”===

    Bangladeşli iktisat profesörü ve bankacı Muhammed Yunus’un:

    “Merhamet sınırlı; business sınırsızdır!”

    sözü neyi ifade ediyor?!

    2006 yılı Nobel Barış Ödülü’nü; “yoksullara mikro kredi!”ler açma konseptiyle alan Yunus, o günden beri ekonomi temelli dünya kurtuluşunun evliyası olarak kabul ediliyor!

    Yunus’un bir sonraki fikri “Social business” oldu:

    Belli bir sosyal sorunu çözmek üzere kurulan, fakat elde edilen kârı ortaklara dağıtmayıp; sosyal etkiyi artırmak için yatırıma yönlendiren bir şirket.

    Şirketin bu bağlamda; devlet desteğine ve bağışlara muhtaç olmamak için “ rantabl ! ” olması ve kendi ayakları üstünde durması gerekiyor. Model; bu tür ekonomik faaliyetleri büyük holdingler için de cazip kılan bir önkoşul.

    Yunus;

    “Danone”,

    “Adidas”,

    “BASF”,

    “Veolia”,

    Ve

    “Otto” gibi çok uluslu şirketlerle “Social business” ortaklıkları kurdu.

    Artık “vicdanlı kapitalizm!”;

    “Sosyal girişimcilik!” anlamına geliyordu.

    “Sosyal girişimcilik” sayesinde: Yoksulluk gibi sosyal sorunlar siyaset tarafından değil; şirketler tarafından çözülecekti!

    İçinde bulunduğumuz 10 yılın mottosu: “Daha iyi bir dünya; girişimcilikle mümkün!” oldu:

    Sosyal hamak anlayışına karşı bireysel sorumluluk!

    BU YAKLAŞIMIN ARKASINDA ASLINDA GÜNÜMÜZDE NEO-LİBERALİZMİN TEMEL İLKESİ HÂLİNE GELEN; “HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN ASILIR!” BİLGELİĞİNDEN BAŞKA BİR ŞEY YOK!

    [Devamı 21. bölümde]

    YanıtlaSil
  25. [21. BÖLÜM]

    Yunus; bir kuyumcunun oğlu, üst-orta sınıfa mensup ve ABD’de iktisat eğitimi almış.

    Ekonomik açıdan “ rantabl ! ” kalkınma yardımına, yoksulluğa baktığı gibi “Batı gözü!”yle bakıyor.

    BATILI SEÇKİNLERİN DAVRANIŞ BİÇİMİNİ İYİ BİLDİĞİ İÇİN BATILI SEÇKİNLER ONU CİDDİYE ALIYOR!

    Taraftarları arasında “Hillary Clinton” veya “Nicolas Sarkozy” gibi tanınmış politikacıların yanısıra,

    “Angelina Jolie” ve “Brad Pitt”, “Bono” ve “Bob Geldof”, bestseller yazar “Paulo Coelho” gibi süper zengin dünya starları da var; Muhammed Yunus da artık bu pohpohlama kültürüne dâhil oldu!

    Süt ürünlerinde dünyada lider konumda olan “Danone”; 2006’da Muhammed Yunus ile işbirliği içerisinde Bangladeş’te bir “sosyal yoğurt fabrikası!” açtı.

    Burada:

    Çocukları kötü beslenmeye karşı koruyan,

    Vitamin ve minerallerle zenginleştirilmiş,

    “Yoksulların cüzdanına uygun!” bir yoğurt üretilmekteydi!

    Yoğurt fabrikasında bölgenin küçük köylerinin sütü kullanılıyor, çevrede yaşayan insanlar çalışıyor, yoğurdun pazarlanması; yoksul köy evlerini kapı kapı dolaşıp kendilerine böylece bir gelir sağlayan satıcı yoksul kadınlar tarafından yapılıyordu. Bu girişim; “Social business” konseptinin uygulamalı örneği olarak çok sayıda ödül aldı. Tüm zamanların “yeni sosyal ekonomi mucizesi!” olarak gösterildi.

    Bangladeş’teki uzun gözlem ve görüşmelerden sonra:

    “Danone” satıcısı kadınların satacakları yoğurdu önce satın almak zorunda olduklarını,

    Dolayısıyla “düzenli maaş alamadıklarını!”,

    Bunun “micro business!” ın temel fikri olduğunu;

    Yani kadınların kendi işlerini “mikro krediler!” alarak kurması olduğunu,

    Aslında “Danone’ye daha fazla muhtaç hâle getirildiklerini!” öğrendik!

    ORTAKLIĞIN KURULMASINDAN 2 YIL SONRA “SOSYAL YOĞURT FABRİKASI!” İFLASIN EŞİĞİNE GELDİ!

    Yönetim şu açıklamayı yaptı:

    “Bundan böyle stratejimiz:

    1. Satış yapmak,

    2. Satış yapmak,

    3. Satış yapmak,

    Ve

    4. Masrafları düşürmek

    olarak belirlenmiştir.”

    Oysa bir zamanlar strateji olarak:

    1. Yetersiz beslenmeye karşı mücadele etmek,

    2. Yoksulluğa karşı mücadele etmek,

    3. Kadınların kendi ayakları üstünde durmasını sağlamak,

    Ve

    4. Yeni işler yaratmaktan bahsedilmiyor muydu?!

    Satış yapan kadınların geliri geçinmeye yetmiyor ve ayrıca köylerde hakarete uğruyorlardı!

    Yıllık cirosu 15.2 milyar Euro olan (bu gerçek her fırsatta dile getirilmeli!) borsaya kayıtlı “Danone Holding”:

    Yalnızca yerel üreticiden topladığı sütlerin fiyatlarını böylesine düşük tuttuğu için ayakta durabiliyor!

    “Adidas”,

    “BASF”,

    Ve

    “Otto”

    gibi başka “iyilik gönüllüleri!” de buna benzer faaliyetler sürdürdü;

    Ve başarısızlıkla sonuçlanan “Danone sosyal yoğurt fabrikası!” nın ardından bu ortaklıklardan, büyük lafların haricinde herhangi bir şey duyulmadı!

    Her ne kadar Bangladeş, holdingler için başarısız bir “deney laboratuvarı!” hâline geldiyse de;

    Yarının “Sosyal seçkinleri!” nin yetiştirilmesi süreci devam ediyor!

    Bu çerçevede “European Business School (EBS)” adını taşıyan,

    Ve

    Kendisini “girişimciliğin elit yüksek okulu!” ve “yarının yönetici seçkinlerinin nokta adresi!” olarak gören bir özel üniversite var!

    Bu yüksek okulda Almanya’nın ilk “Social business!” kürsüsü kuruluyor:

    Tahmin edin bakalım kimin sponsorluğunda; yanılmadınız, elbette Danone’nin!

    [Devamı 22. bölümde]

    YanıtlaSil
  26. [22. BÖLÜM]

    ===8. MİKRO KREDİLER===

    Muhammed Yunus, yetmişli yılların başında ABD’de bir üniversitede tarımsal ekonomik gelişme dersleri veren bir profesördü.

    1974-75 yıllarında Bangladeş’te büyük bir kıtlık hâkimdi ve Yunus kendini yoksullukla mücadeleye adadı.

    Bir köyde genç bir kadınla karşılaştı. 21 yaşında olan bu kadının 3 çoçuğu vardı ve ailesiyle birlikte derme çatma, damı akan kerpiç bir kulübede yaşıyor ve el işçiliğiyle bambudan sandalyeler yapıyordu.

    Yunus, bu kadının bambu alabilmek için yerel tefeciye borçlanmak zorunda kaldığını öğrendi.

    Faiz o kadar yüksekti ki, sandalyelerin satışından geçinemiyordu. Küçük rakamlar yüzünden birer köleye dönüşen bu insanların listesini hazırladı ve toplam 20 Euro (!) borcu olan 42 kurban (!) bulunduğunu saptadı:

    “Gördüklerime katlanmam mümkün değildi. Parayı çıkartıp masanın üzerine koydum ve onlara bu paranın yardımıyla özgürleşmelerini söyledim” (!) diyor, Yunus.

    Mikro kredi düşüncesinin bu doğuş anından sonra 1983 yılında “Grameen Bank” kuruldu.

    Fikir çok basitti:

    Mikro kredi sistemi vasıtasıyla güvence gösteremedikleri için bankalardan para alamayan kişilere düşük meblağlı krediler verilecekti. Bunlar bu küçük kredilerle işlerini büyüterek veya geçimlerini sağlamak için bir iş kurarak kredileri faizleriyle birlikte geri ödeyeceklerdi.

    Böylece fahiş faizli tefeciliğin önü kesilmiş olacaktı. Mikro kredilerin neredeyse tamamı kadınlara veriliyordu; amaç kadınların bağımsızlığını desteklemekti. Kadınlar özellikle güvenilir olarak kabul ediliyor.

    Bangladeş’te 2 milyar Euronun üzerinde bir meblağ; mikro kredi olarak dolaşımda bulunuyor ve faizler kuruma göre %20-40 (!) arasında değişiyor.

    BÜTÜN BU SÜRECİN SONU KADINLARIN ANLATTIKLARIYLA ÖZETLENEBİLİR:

    “ESKİDEN HAYATIMIZ ZOR VE YOKSULLUK İÇİNDE GEÇİYORDU; FAKAT BUGÜNDEN DAHA İYİYDİ. ŞİMDİ HERKES YALNIZCA BORCUNU ÖDEMEKLE MEŞGUL!”

    YAPILAN ARAŞTIRMALARIN SONUCU:

    MİKRO KREDİ KULLANANLARIN YALNIZCA %5’İ KREDİDEN YARAR SAĞLIYOR.

    BUNLARIN YARAR SAĞLAYABİLMESİNİN NEDENİ İSE, KREDİYİ ÇEKMEDEN ÖNCE DE GÜVENİLİR BİR GELİR KAYNAĞINA SAHİP OLMALARI.

    KREDİ ALANLARIN %50’Sİ HAYAT STANDARDINI YÜKSELTEMEDİ, KALAN %45’İN DURUMU İSE BÜYÜK ÖLÇÜDE KÖTÜYE GİTTİ!

    Mikro kredilerin yoksullukla mücadelede uğradığı başarısızlık apaçık ortada!

    Mikro krediler, “piyasa ekonomisi!” ni dünyanın en ücra köşelerine götürerek;

    Yoksulların sermaye için ilginç bir alan olduğunu,

    Yoksulların da tüketebileceğini,

    Ve

    Kapitalizmin yoksullar için de işlediğini “finans piyasalarına!” kanıtladı!

    [Devamı 23. bölümde]

    YanıtlaSil
  27. [23. BÖLÜM]

    ===9. GELSİN GÜZEL HAYAT!===

    Siyaset teorisi, sosyoloji ve dilbilim konuları üzerine önemli eserler bırakmış, İtalyan marksist düşünür “Antonio Gramsci”nin emekçilere söylediği:

    “Eğitim görün!

    Çünkü tüm aklınıza ihtiyacımız var,

    Faal olun!

    Çünkü tüm çoşkunuza (öğretmenize) ihtiyacımız var,

    Örgütlenin!

    Çünkü tüm gücünüze ihtiyacımız var.”

    sözü unutulmamalıdır!

    Özellikle 2010’lu yıllarda, birçok ülkede başlayan “kitlesel protesto hareketleri” ni dikkatle tahlil etmek gerekiyor!

    Bu protesto dalgalarında ortak çığlık şudur:

    “Bir şeyler harekete geçiyor; daha adil bir düzen için.

    Eşitlik mutluluktur: Adil toplumlar herkes için daha iyidir!

    Eşitsizlik; mutsuz, hasta ve saldırgan yapıyor!”

    UZUN ZAMANDIR İÇLERİNDE BİRİKTİRDİKLERİ “HAKKANİYETSİZLİĞİN YARATTIĞI ÖFKEYİ!” SINIRSIZ BİÇİMLERDE DIŞA VURAN GENÇLERİN DURUMU MÜHİM BİR GERÇEĞİ İŞARET EDİYOR:

    “Dışlanma (İngilizce: Alienation)”:

    Yalnızca bireyi değil;

    Tüm toplumu tahrip ediyor!

    “Korku”nun,

    Ve

    “Tüketim toplumunun çılgınlıklarına katılma hırsı!” nın giydirdiği deli gömleğinden kurtulmak isteyenler;

    Yepyeni bir tavır benimsemek zorunda değil!

    Korkusuzca:

    Hepimizin sonuçta “insan!” olduğunu,

    Bu “yıpratılmış!” gezegene muhtaç olduğumuzu hatırlamak,

    Ve

    İçimizdeki “korkuya ve hırsa direnen sesi dinleyerek”;

    Ruhumuzun; “şefkat”, “sezgi” ve “duygudaşlık” gibi değerlerini yeniden keşfetmek yeterli!

    Sayıca kalabalığız ve yalnızca birbirimize sahibiz!

    Herkese yetecek kadar zenginlik var!

    “Zenginlerin→yoksullara karşı” sürdürdüğü savaşın paralı askerleri olmayalım,

    Ortaklaşarak eyleme geçelim!

    Hemen, şimdi!

    Adresler:
    https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/inceleme/kuresel-carkin-disinda-kalanlar
    http://www.kitabinomurgasi.com/2014/09/kuresel-carkin-disinda-kalanlar-kathrin.html

    [Devamı 24. bölümde]

    YanıtlaSil
  28. [24. BÖLÜM]

    ROBOTLAR YERİMİZİ ALACAK MI?

    Zaten almaya başladılar ve öngörüler 20 yıl sonra yapay zekânın birçok mesleği yok edeceğini gösteriyor. Ama yeterince yaratıcı olabilirseniz yeni alternatifler de sizi bekliyor:

    “Kişisel dijital küratörlük”,

    “Merak eğitmenliği”,

    “Kent çobanlığı” seçenekler arasında.

    Tarih: 27 Temmuz 2014

    İş dünyası, girişimcilik ve inovasyon alanlarında çalışmaları bulunan “Nevra Yaraç”; geleceğin işçilerini neler beklediğini Al Jazeera Türk’e anlattı.

    AL JAZEERA TÜRK: İş hayatında son 20 yılda ne değişti?

    NEVRA YARAÇ: 1990’larda hayatımıza giren internet; “beyaz yakalı”lar için olduğu kadar otomasyon sistemlerinin gelişimine katkıda bulunarak “mavi yakalı”lar için de iş yapma biçimlerini büyük değişime uğrattı.

    “Sanayi Devrimi”nin ardından teknolojik gelişmenin insanları işlerinden edeceğine ilişkin kaygılar, yine teknolojinin yeni iş alanları yaratmasıyla giderilse de; 2000’li, 2010’lu yıllar için aynısını söylemek pek mümkün değil.

    İNGİLİZ İKTİSATÇI JOHN MAYNARD KEYNES’İN 1930’LARDA DİLE GETİRDİĞİ;

    “TEKNOLOJİK İŞSİZLİK”

    KAVRAMI DA AĞIRLIĞINI ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEMDE İYİCE HİSSETİRECEK.

    Piyasa araştırma şirketi “Ipsos MORI”nin Londra ofisinde Araştırma Direktörü Alim Erginoğlu, iş hayatında uluslararası alanda son 20 yılda meydana gelen değişimi şöyle açıklıyor:

    “İşveren açısından talepler, rekabet ortamı değişiyor. Her geçen gün yeni işler kurmak, yatırım yapmak zorlaşıyor. Hattâ dünyadaki konjonktüre bakılırsa, sürekli olarak ‘büyük balığın → küçük balığı yutması’ durumu var. Bu, son 20 yılda çok daha dramatik bir hâle geldi. Bu gelişmelerle birlikte çalışan da, işçi sınıfı da çok sert rekabet ortamına girdi.”

    “Hızlı değişim”; önümüzdeki dönemde bu taleplerin hem “işverenler”, hem de “çalışanlar” açısından karşılanmasını zor hâle getirecek gibi.

    Amerikalı ekonomist Lawrence H. Summers, geçen ay Wall Street Journal’da yayımlanan makalesinde*:

    “Yakın gelecekte ekonominin önündeki sorun yeterince üretim yapmak değil; yeterli sayıda ‘iyi iş’ sağlamak olacak.

    Verimliliğin artması nedeniyle işlerini kaybedenler diğer sektörlerde çalışabilir ancak günümüzde ihtiyaç duyduğu istihdamın azaldığı sektör sayısı, istihdam yaratandan daha fazla.” diye uyarmıştı.

    ( *Summers’ın makalesi için:
    http://online.wsj.com/articles/lawrence-h-summers-on-the-economic-challenge-of-the-future-jobs-1404762501 )

    Uluslararası danışmanlık şirketi “McKinsey”in Ocak 2014’te yayınladığı; “Eğitimden İstihdama: Avrupa Gençliğini İstihdam Etmek*” raporuna göre de:

    İşverenlerin %27’si aradıkları yetenekleri bulamadıkları için geçen yıl bir pozisyonu açık bırakmış. Avrupa’da eğitim kurumlarının %74’ü mezunlarının işe hazır olduğunu söylese de, bu konuda gençlerin sadece %38’i, işverenlerin de %35’i aynı fikirde.

    Geçmişte “iyi üniversiteden mezun olmak → iyi iş bulmak” için yeterliydi.

    Bugün kariyer adımlarını; sahip olunan yetenekler, beceriler sağlamlaştırıyor.

    ( *McKinsey’in raporu için:
    http://www.mckinsey.com/insights/social_sector/converting_education_to_employment_in_europe )

    AL JAZEERA TÜRK: Geleceğin iş dünyası nasıl şekilleniyor, yapay zekâ çağı mı geliyor?

    NEVRA YARAÇ: Araştırmalar, geleceğin iş dünyası için “melez bir yapı” öngörüyor.

    Bazı meslekler bütünüyle “makinelerin kontrolü”ne geçerken bazıları “insanlar tarafından” gerçekleştirilmeye devam edecek ve bazı alanlarda da en iyi sonuçlar “insan-makine işbirliği”nden gelecek.

    Oxford Üniversitesi’ne bağlı “Ofxord Martin School”un Eylül 2013’te yayınladığı; “İstihdamın Geleceği: Meslekler Bilgisayarlaşmaya Ne Kadar Duyarlı?*” araştırması:

    “Yapay zekâ” alanındaki gelişmeler mevcut hızda devam ederse ABD’deki mesleklerin %47’sini bilgisayarların ele geçirme riski olduğunu gösteriyor. Bilgisayarlar; taşımacılık, lojistik, üretim işçiliği ve idari destek alanlarında birçok çalışanın yerine geçiyor.

    ( *Oxford Üniversitesi’nin araştırması için:
    http://www.oxfordmartin.ox.ac.uk/downloads/academic/The_Future_of_Employment.pdf )

    [Devamı 25. bölümde]

    YanıtlaSil
  29. [25. BÖLÜM]

    “Teknoloji ↔ İstihdam” ilişkisini ele alan;

    “Race Against the Machine ( http://raceagainstthemachine.com/ )”,

    Ve

    “The Second Machine Age ( http://www.secondmachineage.com/ )”

    kitaplarının yazarları “Erik Brynjolfsson” ve “Andrew McAfee” ise:

    Tıp, finans, mağazacılık, üretim ve bilimsel icatlarda yarışı kazanmanın makinelere karşı değil;

    Onlarla birlikte yarışmakla mümkün olduğunu savunuyor.

    Zira bilgisayarların zayıf olduğu noktalarda insanın güçlü olması mükemmel bir ortaklık yaratıyor.

    Geleceğin iş dünyasının çalışanları ve liderleri bugünün “Y kuşağı” dediğimiz genç nüfustan ve dijitale doğan “Z kuşağı”ndan oluşacak. Bu grup, çağın gerekliliklerine yanıt vermeye önceki nesillerden çok daha yatkın. Ancak becerilerini ve yetkinliklerini geliştirmeleri gerekenler sadece onlar değil; yetişkinlerin de kendilerini geleceğe hazırlamaları gerek. Bu noktada tablo pek iç açıcı değil.

    Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü OECD’nin temel becerilerin toplumda ne ölçüde var olduğunu, iş ve ev ortamında nasıl kullanıldıklarını ölçmek için yaptığı; “Becerilere Bakış 2013: Yetişkin Becerileri Araştırması İlk Sonuçları*” çalışmasına göre:

    Birçok ülkede, nüfusun büyük bölümü gündelik işlerin çoğunda bilişim ve iletişim teknolojilerini kullanmak için gerekli becerilerden ya yoksun ya da hiç deneyimleri yok. “Teknoloji yoğun ortamlar”da problem çözme ölçeğinde; yetişkinlerin sadece %2,9 ila 8,8’i en yüksek düzeyde yeterlilik gösteriyor.

    ( *OECD’nin çalışması için:
    http://skills.oecd.org/OECD_Skills_Outlook_2013.pdf )

    AL JAZEERA TÜRK: Geleceğin iş dünyasına nasıl hazır olunur, nasıl bir kariyer planlaması gerekli?

    NEVRA YARAÇ: İş dünyası; organizasyon ve liderlik anlamında dikeyden ziyade yatay örgütlenme ve yönetim anlayışını benimsemeye başlıyor. İşbirlikleri, esneklik ve yenilikçilik bu yapının temel taşları.

    Bağımsız stratejik araştırma kurumu “Institute for the Future”un (IFTF) hazırladığı; “Geleceğin İş Becerileri 2020*” çalışması, önümüzdeki dönemde meslekler ve öğrenme yöntemlerinde değişim yaratacak faktörleri ve bu değişime hazır olmak için gereken becerileri ele alıyor.

    ( *IFTF’nin çalışması için:
    http://www.iftf.org/futureworkskills/ )

    Çalışmaya göre:

    İnsan ömrünün uzamasıyla birlikte sahip olunan kariyer sayısının artması “yaşam boyu öğrenme”yi zorunlu kılıyor. Boğaziçi Üniversitesi Yaşamboyu Eğitim Merkezi Direktörü Tamer Atabarut, özellikle gelişen Batı toplumlarında çalışanların kariyerleri süresince beş kez kariyer değiştirdiklerini, yani birbirinden farklı uzmanlık/meslek alanlarında çalışmak durumunda kaldıklarını söylüyor. Bu da onların, bildiklerinin yeterli olmadığının bilinciyle; yetkinliklerini sürekli çeşitlendiren ve geliştiren bireyler olmalarını gerektiriyor.

    “Makine-insan işbirliği”nin sağlıklı yürümesi içinse; çalışanların “karşılaştırmalı üstünlükleri”ni keşfetmesi şart. Makinelerin üretim ve hizmet sunma aşamasında sahip olmadığı; anlamlandırma, eleştirel düşünme, adaptasyon, esneklik, yaratıcılık, inisiyatif alabilme, takım çalışması, analitik düşünme kabiliyeti, plânlama, sosyal ilişkiler ve iletişim gibi yetenekler aranan nitelikler olacak.

    [Devamı 26. bölümde]

    YanıtlaSil
  30. [26. BÖLÜM]

    Her şeyin programlanabilir olduğu bir çağda sonsuz miktardaki veriye dayanan kararlar almak için gereken becerilerse; veriyi soyut kavramlara dönüştürebilme ve veri temelli akıl yürütme.

    Video üretimi, dijital animasyon, artırılmış gerçeklik, oyunlaştırma çerçevesinde gelişecek yeni medya kanalları için de yeni bir dil geliştirmek gerekecek. Yeni medyanın sunduğu enformasyonu filtrelemek önem kazanacak. Yeni nesil organizasyonel kavramlar geleneksel yönetim teorilerinden değil; oyun tasarımı, nörobilim ve mutluluk psikolojisi gibi alanlardan geliyor. Bu alanlar yeni eğitim paradigmaları ve araçlarının yaratılmasını sağlayacak.

    Farklı kültürel ortamlarda iş görebilmek de bu yeni dünyanın en önemli özelliklerinden. Sadece dil bilmek değil, değişen durumlara uyum sağlamak ve anlamlandırarak karşılık verebilmek önemli.

    Sonuç olarak yarının çalışanı mutlaka “disiplinler ötesi” niteliğe, “T-şeklinde”; yani bir alanda derinlemesine anlayış sahibi, başka birçok alanda da anlama kapasitesine sahip olmalı.

    AL JAZEERA TÜRK: Değişimin getirdiği riskler ve avantajlar neler?

    NEVRA YARAÇ: İş hayatındaki bu dönüşüm, teknoloji sayesinde düşen maliyetler ve artan verimliliğin yanında belli kesimler için ciddi riskler barındırıyor.

    İngiltere’nin inovasyon alanındaki en önemli kurumlarından NESTA’nın Haziran ayında yayınladığı; “İşimiz Bitti: Robot Ekonomisi Üzerine Görüşler*” adlı kitapta, ekonomi yazarı Frances Coppola; otomasyon ve endüstriyel robotlar alanındaki mevcut gelişmeler ışığında önümüzdeki dönemi şöyle özetliyor:

    “Orta düzeyde becerilere sahip olanlar daha düşük vasıflar gerektiren işlerde çalışmak durumunda kalabilir. İstihdam edilmeyi bekleyen iş gücü çok fazla olursa; işverenler çıtayı yükseltmek isteyebilir ve belli bir iş için gerekenden daha yüksek vasıflara sahip olanları işe alabilir.

    Düşük vasıflı işler için rekabetin, bu tür işlerde çalışanların ücretlerini otomasyon maliyetinden düşük tutma eğilimiyle birleşmesi; maaşların yüksek vasıflı işlerinkiyle aynı hızda artmayacağını gösteriyor.

    Orta düzeyde vasıf gerektiren işlerin kaybolması,

    Yüksek vasıflı çalışanların kıtlığı,

    Ve

    Düşük vasıflı çalışanların yerini → ‘makine’lerin alması;

    Emek piyasasında çatallaşmaya neden olur.

    Becerilere göre istihdam profili bir kum saatine benzemeye başlar:

    Şişkin yerlerde yüksek ve düşük vasıflı işler,

    Dar kısımdaysa giderek kaybolan orta düzeyde vasıf gerektiren işler.”

    ( *NESTA’nın hazırladığı kitap: http://www.nesta.org.uk/sites/default/files/our_work_here_is_done_robot_economy.pdf )

    Bununla birlikte otomasyon sistemleri tasarlama, geliştirme ve işletme becerilerine sahip olanları bol kazançlı bir gelecek bekliyor. Alternatif bir bakış açısı da otomasyonun iş yapma biçimlerimizi ve hayatlarımızı değiştirme konusunda gerçek bir fırsat sunduğu. İnsanlar temel ihtiyaçlarını karşılamak için uzun saatler sıkıcı, tekrarlayan, fiziksel olarak yorucu işler yapmak durumunda değil artık. Kendilerine ayıracakları, zevk alarak daha verimli şekilde yapabilecekleri işler için daha fazla zamanları oluyor. Tabii bu işleri yapabilecek becerilere sahiplerse…

    AL JAZEERA TÜRK: Bugünün okulları, iş dünyası geleceğe ne kadar hazır?

    NEVRA YARAÇ: Teknoloji kuşkusuz geleneksel eğitim kurumlarındaki reformlardan daha hızlı ilerliyor.

    Birçok ülke, eğitim sistemlerinde bu hıza yetişmek için girişimlerde bulunuyor. Bu çabalara devlet, özel sektör ve sivil toplum kuruluşları da destek oluyor. “Online” eğitimler; kişilere birden fazla beceri kazandırmaya çalışıyor. Özellikle de dijital dünyaya yönelik eğitimlere başlama yaşı giderek düşüyor.

    [Devamı 27. bölümde]

    YanıtlaSil
  31. [27. BÖLÜM]

    Örneğin İngiltere’deki okullarda Eylül ayında uygulamaya geçecek zorunlu müfredatla, yedi yaşından itibaren çocuklara basit program yazılımları dersi verilecek. 11 yaşına gelen bir öğrenci tek başına telefon aplikasyonu geliştirebilecek, liseyi bitirdiğindeyse karmaşık programları yazabilecek beceriye sahip olacak. Avrupa Birliği ülkelerinin çoğunda mesleki ve teknik eğitim; orta öğretim aşamasında başlıyor. Yaşam boyu eğitim ise birçok ülkenin eğitim politikalarında önemli rol oynuyor.

    İş dünyası da kendini bu sürece hazırlıyor. Şirketler bu değişime ayak uyduramadıkları ya da direndikleri takdirde rekabetin, yarışın dışında kalacaklarının farkında. Bu nedenle çalışanlar yeni dönem hakkında bilgilendirilmek amacıyla eğitiliyor, onlara gerekli becerileri kazandırmak için şirket akademileri kuruluyor. “Y kuşağı”nı anlamak ve bu kuşağın becerilerini en verimli şekilde kullanmak için çaba sarf ediliyor.

    AL JAZEERA TÜRK: Türkiye’de ne yapılıyor?

    NEVRA YARAÇ: Türkiye’de geleceğin çalışanlarına ihtiyaç duydukları becerileri kazandırma konusunda belli başlı çalışmalar yapılıyor;

    Ama

    “Diploma vermeye ve sınavlara hazırlamaya odaklı bir eğitim sistemi”nin;

    Bu ihtiyaçları karşılayamadığı bir gerçek.

    Boğaziçi Üniversitesi Yaşamboyu Eğitim Merkezi Direktörü Tamer Atabarut:

    “Bakanlık, üniversiteler, belediyeler, odalar, bazı STK’lar eğitim faaliyetleri düzenliyor. Ancak kalitesi, içeriği, süresi, çeşitliliği, katılımcı sayısı konusunda kat etmemiz gereken epey yol var.” diyor.

    Atabarut’a göre gelişmenin önündeki engeller maddi kısıtlamalar ve toplumsal algı:

    “Doğup büyüdüğü aileden başlamak üzere, bireyin bir meslek sahibi olması teşvik ediliyor. Global iş hayatı bu doğrultuda ilerlemiyor. Bu gerçek benimsenerek, topyekûn bir zihinsel dönüşüm gerek.”

    New York Üniversitesi’nden istatistik ve davranış bilimleri uzmanı Doç. Selçuk Şirin’e göre, dünya hızla doğal kaynaklara ve emeğe dayalı ekonomiden yüksek inovasyona, beceriye dayalı ekonomiye geçerken rekabet edebilmek için yüksek teknoloji ithal etmek yetmiyor:

    “O teknolojiyi sizin de üretmeniz, onu kullanacak bireyleri iyi eğitmeniz gerek. Dünyanın 17’nci büyük ekonomisiyiz ama son yayınlanan inovasyon endeksinde ilk 60 ülke arasında yokuz. İş dünyası yüksek teknolojiye yatırımı; yani araştırma ve geliştirme bütçesini gereksiz görüyor çünkü hâlâ inşaat, teknolojiden daha cazip bir yatırım aracı.

    İnovasyonun olması için özgür düşünmeniz, bilgiye rahatça ulaşmanız ve sınırsız bir hayalgücüne sahip olmanız gerek. Bu olanaklar bizim üniversitelerde yok. Patent başvurularının çok az olması boşuna değil. Zaten OECD’nin (İktisadi İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı) yaptığı PISA (Programme for International Student Assessment ~ Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) testi durumu açığa vuruyor. Gençlerin rekabet güçlerini; fen, matematik ve daha da önemlisi yaratıcı problem çözme becerileriyle ölçen araştırmada Türkiye gerilerde.*”

    ( *
    http://gpseducation.oecd.org/CountryProfile?primaryCountry=TUR&treshold=10&topic=PI )

    “Ipsos MORI” Londra ofisinden Alim Erginoğlu’na göreyse Türkiye; teknoloji, yeni insan kaynakları sistemlerini ithal etmek açısından çok başarılı:

    “Part-time, farklı saat dilimlerinde, evden ya da mobil çalışma gibi düzenlemeleri Türkiye’deki büyük uluslararası şirketler 3-4 yıldır uygulamaya başladı.

    İngiltere’de bir süre önce esnek çalışma saatlerini talep etmek her çalışan için bir hak oldu. Eğer işveren bu talebi reddediyorsa geçerli bir nedeni olmak zorunda.

    Danimarka’da bu hak için toplu iş sözleşmelerine atıfta bulunulmuş, sendikalara yetki verilmiş.

    Fransa’da ise yasayla düzenlenmiş.

    Oysa Türkiye’de genelde bir çalışanın işverenine esnek çalışma saatleri talebinde bulunması; kariyerine olumsuz etki edebilir.”

    [Devamı 28. bölümde]

    YanıtlaSil
  32. [28. BÖLÜM]

    AL JAZEERA TÜRK: Hangi meslekler kaybolmaya mahkûm?

    NEVRA YARAÇ: Kuşkusuz “otomasyon” sadece üretim değil; hizmet sektöründe de bazı meslekleri tekeline alacak.

    Bu süreç hâlihazırda başladı. Her gün karşılaştığımız gişe memurları ve kasiyerlerin sayısı giderek azalıyor.

    Sürücüsüz otomobiller; taksi ve otobüs şoförlerini de koltuklarından edebilir.

    Hastane görevlileri yerlerini “robot hasta bakıcılar”a bırakabilir.

    E-ticaret, alışverişi tamamen “online”a taşıyabilir.

    “Communicating with the Future*” kitabının yazarı, fütürist “Thomas Frey”:

    ( *
    http://www.amazon.com/Communicating-Future-Re-engineering-Intentions-Master/dp/098384710X )

    2030’da 2 milyar işin kaybolacağını söylüyor.

    “İstihdamın Geleceği: Meslekler Bilgisayarlaşmaya Ne Kadar Duyarlı?” araştırmasında sıralanan 720 işten 10’u otomasyona karşı en savunmasız olanlar:

    Telepazarlamacılar,

    Belge inceleyici, soyutlayıcı ve araştırıcılar,

    Kanalizasyoncular,

    Matematik teknisyenleri,

    Sigortacılar,

    Saat tamircileri,

    Kargocu ve nakliyeciler,

    Vergi hesaplayıcıları,

    Fotoğraf işleme ve işleme makinesi operatörleri,

    Kütüphane teknisyenleri.

    2030’da olsaydık, benle röportaj yaptığınız bu haber pekâlâ bir robotun imzasını taşıyor olabilirdi!

    Zira ABD merkezli “Narrative Science” adlı şirket 2012 yılında; veriler girildiğinde haber yazan bir yazılım geliştirmiş.

    Şirketin ortağı “Dr. Kristian Hammond” da 2030’da haberlerin %90’ının algoritmaların kullanıldığı “robot gazeteciler” tarafından yazılacağını söylemişti.

    20-30 yıl sonra “Ne iş yapıyorsun?” diye sorduğumuzda; şu yanıtları almamız kuvvetle muhtemel:

    “Verimlilik danışmanıyım”,

    “Kişisel dijital küratörüm”,

    “Mikrobiyal dengeleyiciyim”,

    “Merak eğitmeniyim”,

    “Alternatif para birimi spekülatörüyüm”,

    “Kent çobanıyım”,

    “3D yazıcı uzmanıyım”,

    “Dijital detoks terapistiyim”,

    Ya da

    “Mahremiyet danışmanıyım”...

    Kaynak:
    http://dergi.aljazeera.com.tr/2014/07/27/robotlar-yerimizi-alacak-mi/

    [Devamı 29. bölümde]

    YanıtlaSil
  33. [29. BÖLÜM]

    HAK YOK, İŞ ÇOK!

    İşçiler, “taşeron sistemini” yukarıdaki iki cümleyle özetliyor.

    Herkesten çok çalışıp, herkesten az kazanmaktan şikâyetçiler!

    “Kıdem yok, tatil yok; neden?” diye soruyorlar.

    Hükümetin konuyla ilgili yeni tasarısı mecliste. Yetersiz bulan da var, milat olacak diyen de.

    Tarih: 27 Temmuz 2014

    Yazan: Onur Burçak Belli

    Ankara’da cehennem sıcağı, çöl kurusu bir hava.

    Hacettepe Tıp Fakültesi’nin arkasında, birkaç sene öncesine kadar virane görünümündeki Hamamönü sessiz sedasız iftara hazırlanıyor. Hamamönü, yenileme çalışmalarının ardından şimdi uğrak mekânlardan.

    İftar kalabalığını bekleyen Mehmet Akif Ersoy Parkı’nda, Hacettepe Hastanesi’nde çalışan üç taşeron işçisi; “Sabır Şahin”, “Dilek Gül” ve “Murat Özer” ile buluşuyoruz. Bir pastanede oturuyoruz.

    Sabır Şahin Hacettepe Hastanesi’nde temizlik görevlisi olarak çalışıyor. 11 yıldır aynı yerde taşeron işçi. Şahin yol parasından tasarruf etmek için “açık öğretim” ortaokuluna kayıt yaptırmış; böylece kendisine öğrenci pasosu çıkarmış. Şimdi mezun olup liseye de devam etmeyi hedefliyor. 50 yaşındaki Şahin, en çok; gece geç vakit tek başına eve dönerken tedirgin oluyor.

    Dilek ve Oğuz Gül çifti, şanslılarsa haftada bir gün evde beraber vakit geçiriyor. Oğuz Gül 14 aylık oğlu Ali’ye pek vakit ayıramıyor. Zamanının çoğu işte geçiyor. Çoğu zaman o da olmuyor.

    Murat Özer 12 senedir Hacettepe Hastanesi’nde taşeron işçi. Garsonluk yapıyor. Oğlu Meriç Yağız’a, akraba evliliğinden kaynaklandığı söylenen bir kemik hastalığı teşhisi konmuş. Meriç en fazla üç yaşında görünüyor. İyi beslenmesi gerek ama evde çoğu zaman makarna ve patates pişebiliyor. Özer, ulaşıma ayda 60 TL vermemek için her gün işe yürüyerek gidip geliyor.

    Maaş gününe daha on gün var. Eller çantaların içinde cüzdanları arıyor. İçi kâğıt ve kimliklerle dolu, şişkin, eskimiş, siyah cüzdanın yanındaki fermuarlı bozuk para cebinden buruşuk bir kâğıt beş lira, biraz daha aranınca da iki lira çıkıyor. Diğer cüzdandan da iç içe katlanmış bir 15 lira. Mahcup gülüşmeler.

    Murat Özer, arkadaşlarının cüzdanındaki parayı görünce; “Benim biraz fazla. Hanım ailesinin yanındaydı. Eve para bırakmadım.” diye açıklama ihtiyacı duyuyor.

    “Hiç fiyatını sormadan bir kilo domates aldınız mı ya da fiyat etiketine bakmadan alışveriş yaptınız mı?”

    Son bir aydır sayısız işçi ile yaptığımız görüşmelerde bu soru hiç olumlu yanıtlanmadı. “Hayır”, “Hiç” ya da şaşkın bir “Yoookk!” cevabı.

    “Ama fiyatından dolayı almadan bıraktığımız çok oldu.” En sık verilen yanıt. “Bir yerden kısacaksın. En çok da kendinden.” Bu, asgari ücretle çalışan taşeron işçilerin geçim felsefesi.

    Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 2012 verilerine* göre, kamuda “585 bin 788” ve özel sektörde “419 bin 466” taşeron işçi çalışıyor. Taşeron işçiliğin en yaygın olduğu sektörler temizlik ve inşaat.

    ( *
    http://www.csgb.gov.tr/csgbPortal/csgb.portal?page=haber&id=basin491 )

    Ancak Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Hak-İş) ile Devrimci İşçi Sendikaları Federasyonu (DİSK) tarafından kısa süre önce yayımlanan raporlara göreyse; Türkiye’de en az 1,5 milyon işçi, taşeron tabir edilen tedarikçi alt işveren şirketler bünyesinde çalışıyor.

    Hak-İş’e bağlı Hizmet-İş Sendikası Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Öz, kamuda ve özelde maliyetleri düşürmek için akla ilk önce işçilik maliyetlerini azaltmanın geldiğini, bunun da taşeronlaşmanın motivasyonu olduğunu anlatıyor: “Devlette işçi istihdamına yol açmak yerine adeta işçi kadroları kısıtlandı.” diyor.

    Öz, işçilik maliyetlerini düşürmek için toplu sözleşme, iş güvencesi gibi hakları teminat dışına çıkarmak amacıyla taşeron işçiliğin teşvik edildiğini düşünüyor.

    [Devamı 30. bölümde]

    YanıtlaSil
  34. [30. BÖLÜM]

    13 Mayıs’ta 301 işçinin öldüğü Soma’daki maden kazasının ardından Çalışma Bakanlığı’nın 30 Mayıs’ta “taşeron uygulaması” düzenlemelerinin yer aldığı kanun tasarısı TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’ndan geçti. Tasarıya son hâli; DİSK, Türk-İş ve Hak-İş sendika konfederasyonları başkanları ile görüşülüp, itirazları dinlendikten sonra verildi.

    Hüseyin Öz, var olan İş Kanunu’nun zaten Türkiye’deki tüm işçilerin mevzu bahis haklarını tespit ettiğini ve koruduğunu, esas sorunun “uygulamada” olduğunu söylüyor:

    “Özellikle belediyeler, kamu sağlık kurumları, bakanlıklar, alt işverenden hizmet alımlarını; kamu kurumlarınca belirlenen özel hükümler çerçevesinde gerçekleştirebiliyor. Böylece ‘Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu’ kapsamındaki hizmet alımlarında işin kendisi de taşeron şirketlere verilebiliyor.”

    Hüseyin Öz, 2007’de çıkan norm kadro (Kamu kurumlarının kadrolu çalıştırdığı işçi ve memur) yönetmeliğinin tüm kamu kuruluşlarında taşeron şirketlerden ihale usulü ile hizmet alımı yapılmasını kaçınılmaz kıldığını belirtiyor.

    Öz: “Norm kadro yönetmeliğinin ardından kamu kurumlarında gerekli kadrolu personeli istihdam etmek neredeyse imkânsız hâle geldi.” diyor ve devam ediyor: “Ancak maalesef yasada 1936’dan beri bulunan taşeron sistemi Türkiye’nin gerçeği hâline gelmiş durumda… Bu sistemin tamamen kaldırılmasını talep etmek gerçekçi değil. Biz en azından uygulamadaki eşitsizlik ve haksızlıkları ortadan kaldırma çabası içerisindeyiz.”

    Öz; komisyonun onayladığı tasarıyı olumlu bir adım olarak algıladıklarını ve en azından özellikle itiraz edilen bazı noktalarda fikir birliği sağlanmasına yönelik adımlar atıldığını, kadrolu ile taşeron çalışanları arasındaki eşitsizliklerin elimine edilebileceğini düşünüyor: “Bizce bu tasarı bu hedefe yönelik bir kilometre taşı olabilir.”

    Tasarının yeniden gözden geçirilmesi sürecinde meclisteki komisyon çalışmalarına katılan DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu aynı fikirde değil. Taşeron sisteminin düzenlemelerle bile çok sorunlu olduğunu söylüyor.

    Çerkezoğlu: “Taşeron sistemini kaldırmaya yönelik düzenleme yok. Taşeronun tamamen kaldırılmasını öngörmeyen yasa tasarısını kesinlikle kabul etmiyoruz.” diyor.

    Sabır Şahin de çalışma koşullarının kabul edilemez olduğunu düşünen işçilerden. 50 yaşında. 11 sene önce Hacettepe Hastanesine hizmet sağlayan bir taşeron firmada, tanıdık aracılığıyla temizlikçi olarak işe başlamış. O zamandan beri asgari ücretle çalışıyor. Bu sürede hastaneden pek çok taşeron şirket gelip geçmiş. Sabır Hanım asıl işveren olan Hacettepe Hastanesi’nde 11 yıldır aynı görevde, hastane kadrosunda çalışan aynı şeflerin sorumluluğunda çalışıyor.

    Buna rağmen sosyal güvenlik kayıtlarında; hastane, temizlik işleri ihalelerini yeniledikçe “işten çıkarılıp → yeniden başka şirketlerde işe başlamış gibi” görünüyor.

    Yeri gelmiş ya aylarca maaşları ödenmemiş ya da haftada 100-200 liraya bölünerek ödenmiş: “Maaşlar parça parça ödenince maaş aldığını bile anlamıyorsun. Borcunu harcını bile ödeyemeden yitip gidiyor para.” diyor.

    EŞİ MEHMET ALİ ŞAHİN 2001’DEKİ EKONOMİK KRİZDE İFLAS EDENE KADAR Sabır Hanım çalışmıyormuş. Oturdukları evi bile kaybedince, 38 yaşında çalışmaya başlamış. Beş sene önce bodrum katta bir daire almışlar. Ayda 800 TL ev kredisi ödüyorlar.

    Mehmet Ali Bey iki ay önce emekli olmuş: “680 TL emekli maaşı bağladılar. Evin kredisini mi ödeyelim, geçinelim mi? Sabır Hanım çalışmasın isterdim. Koca kadın gece 11’lere kadar… İnsan endişeleniyor.”

    Hacettepe Hastanesi’nde taşeron şirkete bağlı temizlik işçileri günde üç vardiya çalışıyor:

    İlk vardiya: Sabah 7 ile öğleden sonra 3,

    İkincisi: Öğleden sonra 3 ile gece 11,

    Son vardiya: Gece 11 ile sabah 7 arasında.

    15 günde bir vardiya değişiyor.

    Sabır Şahin haftada bir gün izin kullanıyor. 7-3 vardiyasında çalıştığı zamanlarda ve bazen izin günlerinde evlere temizliğe gidiyor.

    [Devamı 31. bölümde]

    YanıtlaSil
  35. [31. BÖLÜM]

    Taşeron işçilik dosyasını hazırlamak için bir aydan fazla bir süre boyunca, farklı sektörlerden pek çok işçi ile görüştük. ONLARCA İŞÇİDEN SADECE ÜÇÜ ADINI GİZLEMEDEN BİZİMLE HİKAYELERİNİ PAYLAŞMAYI KABUL ETTİ. Hemen hemen hepsi işlerini kaybetmekten korktuğu için konuşmamayı, sıkıntılarını anlatmamayı tercih etti.

    Herkes, işinin devamlılığının “şef” ya da “müdür” dedikleri taşeron yetkililerinin iki dudağının arasında olduğunu ve sudan bir bahaneyle işlerini kaybetme riskinin yükseldiğini anlatıyor.

    36 yaşındaki Murat Özer konuşmayı seçen üç kişiden biri. 12 senedir Hacettepe Hastanesi’nde garson. Ek iş olarak düğün salonlarında garsonluk yapıyor. Murat ve eşi Meral Özer, Mamak’ta Saime Kadın’da oturuyor. Sıvasız, yıkık bahçe duvarlı, üç katlı apartmanın ikinci katında; iki odalı, ofisten bozma eve 300 TL kira ödüyorlar.

    “Ev kredisi almak için bankaya gittim. Bana ‘Sen çalışmıyor görünüyorsun.’ dediler. ‘Nasıl ya, Hacettepe Hastanesi’nde çalışıyorum.’ dedim. ‘Sigorta kayıtlarında işten çıkmış görünüyorsun.’ dediler. Alamadım krediyi.” Murat Özer’in krediye başvurduğu dönem, Hacettepe Hastanesi’nin taşeron şirketle ihaleleri yenilediği zamana denk gelmiş.

    Devlet hastaneleri ve belediyeler başta olmak üzere kamu sektöründe taşeron olarak adlandırılan tedarikçi firmalardan hizmet alımları ihale usulü ile yapılıyor. Bu ihaleler üç ya da altı aylık ancak daha çok yıllık yenileniyor. Bu şirketlere bağlı olarak kamu sektörleri bünyesinde çalışan işçiler de, ihalelerin yenilenme dönemlerinde işten çıkarılmış, ihaleyi alan şirketin hizmetinin başlamasıyla birlikte yeniden işe alınmış gibi gösteriliyor.

    Bu uygulamanın işçiler açısından en ağır faturası ise; yıllarca aynı işyerinde, aynı görevle çalışmalarına rağmen, işçilerin kıdem tazminatı haklarının ihlâl edilmesi oluyor. Çünkü kıdem hakkı kazanmak için işçinin en az bir yıl aynı yerde çalışması gerek.

    Hak-İş’in kısa süre önce yayımladığı “Taşeron İşçi Gerçeği” raporuna göre, işçilerin iş güvenliği ve sosyal güvenlik hakları da bu uygulamalarla kesintiye uğruyor. Farklı sektörlerden taşeron işçilerle görüşmeleri temel alan rapor; özellikle işten çıkarma, yeniden işe alma süreçlerinin işçileri kıdem tazminatı, yıllık izin gibi yasal haklarından mahrum bırakarak, mağdur ettiğine işaret ediyor.

    DİSK’e bağlı Dev Sağlık-İş sendikası Merkez Yönetim Kurulu üyesi Zeynep Çelik, 1984’te hazırlanan “Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı”yla gündeme gelen sağlıkta hizmet alımı ve taşeronlaştırmanın; AKP hükümetinin “Sağlıkta Dönüşüm Programı”yla hayata geçtiğini söylüyor.

    Çelik: “Programla ‘sözleşmeli personel’; istihdamın esası oldu. Hizmetler; taşeronla yürütülmeye, özel hastane işletmeciliği modeli, temel hastane organizasyon yönetim modeli olarak benimsenmeye başlandı. Hastanelerde yardımcı hizmetlerin neredeyse tamamı taşeron aracılığıyla veriliyor.” diyor.

    Çelik’e göre, taşeron şirketlerden hizmet alımının kamu maliyetlerini düşürdüğü savunması da yanıltıcı: “Aslında taşeron da maliyetli bir sistem. Devlet taşeron işçilere asgari ücretten maaş veriyor. Ayrıca taşeron şirketlere de ödeme yapıyor. İşçiler düşük ücrete mahkûm edilirken ihaleye girmek dışında işe katkısı olmayan taşeron şirketlere dünya para kazandırılıyor.”

    Hacettepe’deki taşeron işçiler beş sene öncesine kadar izin ve mesai ücreti haklarını kullanamıyor olmalarına, maaşların düzenli ödenmemesi eklenince sendikalı olmaya başlamış. 2010’da da; “İnsanca yaşam, güvenceli gelecek, düzenli maaş” talepleriyle eylem düzenlediler.

    Sabır Şahin ve Murat Özer sendikalı olmalarının ve bu eylemin ardından maaşlarını düzenli almaya başladıklarını söylüyor. Ama eylemler ve sendikal faaliyetler nedeniyle işten atılan pek çok arkadaşları olduğunu da ekliyorlar.

    [Devamı 32. bölümde]

    YanıtlaSil
  36. [32. BÖLÜM]

    Hükümetin yeni yasa tasarısındaki taşeron işçilerin sendikalı olmalarının önünün açılacağına dair düzenlemeler, taşeron işçilik bağlamında uzun süredir tartışılıyor. Sendikalı olmak Türkiye’deki işçilerin anayasal hakkı. Ancak uygulamada işçilerin sendikayla ilişkilenmeleri, sendikal faaliyet yürütmeleri işten atılmalara varan baskılarla karşılık bulabiliyor.

    Dilek ve Oğuz Gül çifti sendikal örgütlenme çalışmaları sırasında tanışmış. “Siz o sendikalaşma çalışmalarının faturasını bize sorun.” diyerek lafa giriyor Dilek Gül: “Vardiyalarımızla bir oynadılar; birbirimizi göremez olduk! Bizim gibi karı koca çalışan ve çocuklarına bakacak kimsesi olmayan bir sürü insan var. Vardiyamızı ona göre düzenliyoruz. Bakıcıya verecek paramız yok. Bazen mesai değişiminde kapıda ya da durakta çocuklarını birbirlerine teslim eden çiftler görürsünüz.”

    Hacettepe’de “joker eleman” olarak çalışan yani herhangi bir birimde bir eksik olduğunda takviye eden Oğuz Gül geçen sene eylemlere mesai saatleri dışında katılmış. Dilek Gül ise doğum iznindeymiş: “İşten çıkarmaya bahane bulamadılar ama iş yerinde çok üstüme geldiler. Çok baskı yaptılar.” diyor.

    Dilek Gül yedi yıldır Hacettepe Hastanesi’nde hasta bakıcı. Görevi; hemşireler çalışırken malzemeleri getirip götürmek, dezenfekte etmek, hastaların hareket ettirilmesinde hemşirelere yardımcı olmak. Ama sonda takmak, serum çıkarmak, hastaların altını değiştirmek gibi uzmanlık eğitimi isteyen işleri yapmaya zorlandıklarından şikâyet ediyor:
    “ ‘Alt bakımı yapacaksın.’ diyorlar. Kırığı çıkığı olan var. Benim işim değil. Nasıl tutacağımı bilemem ki. Yanlış yapacağım diye ödüm kopuyor. Ama gelde yapma !…”

    Murat Özer lafa giriyor: “Yapmazsan hemşire seni şefine şikâyet ediyor. Şefin de söylediği şu: ‘Hacettepe’nin yedi kapısı var; hangisinden çıkmak istersin?’”

    Murat Özer onkoloji bölümünde kanser tedavisi ya da ileri görüntüleme teknikleri odalarında bile taşeron işçilerin çalıştırıldığını anlatıyor: “Normalde oradaki uzmanlar altı saat çalışır, biz sekiz saat çalışıyorduk. Onların haftalık izinleri iki gün, bizim tek. Üstelik onların altı ayda bir şua izinleri de var.”

    Dev Sağlık-Sen yönetim kurulu üyesi Zeynep Çelik de şua izni ve daha kısa süreli mesai gibi koruma tedbirlerinden taşeron işçilerin; sağlık işçisi, hastane çalışanı sayılmadıkları için faydalanamadıklarını doğruluyor.

    Al Jazeera’ye konuşan işçiler röportaj ve fotoğraf çekimlerinin ardından vedalaşırken BİR KEZ DAHA AYNI SORUYU TEKRARLIYORLAR:

    “NEDEN DAHA ÇOK ÇALIŞIP, DAHA AZ HAKLA YAŞIYORUZ?”

    Tasarı ne getiriyor:

    -Düzenlemeye göre, yer altı işçilerinin (taşeron bile olsalar) çalışma günleri çalıştıkları iş yerine göre hesaplanacak.

    -Kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanlar bir gün dahi çalışsalar kıdem tazminatından yararlanabilecek.

    -Kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan taşeron işçilerin kıdem tazminatı çalıştıkları taşeron firma tarafından değil, ilgili kurum ya da kuruluş tarafından ödenecek.

    -İşveren taşerona verdiği işlerde, işçilerin maaşlarının ödenip ödenmediğini kontrol etmek, ödenmeyen ücretleri işçiye ödemek zorunda.

    -Taşeron işçilerin firma değiştirdiği ancak aynı iş yerinde çalışmaya devam ettikleri durumlarda, yıllık ücretli izin süreleri o iş yerindeki çalışma süreleri dikkate alarak belirlenecek. İşveren bunun denetiminden sorumlu.

    Kaynak:
    http://dergi.aljazeera.com.tr/2014/07/27/hak-yok-is-cok/

    [Devamı 33. bölümde]

    YanıtlaSil
  37. [33. BÖLÜM]

    SERAMİK SEKTÖRÜNDE; “YA İŞSİZLİK YA ÖLÜM” DÜZENİ!

    Tarih: 13 Kasım 2014

    Yazan: Coşkun Canıvar

    “Silikozis” deyince aklımıza “kot kumlama” geliyor.

    Merdivenaltı atölyelerde onlarca arkadaşımız bu yüzden yaşamını yitirdi, yüzlercesi köylerinde ölümü bekliyor!

    Kot kumlama yasaklanınca sanki silikozis de bitti gibi bir algı yaşandı!

    Oysa silikozis; madenler, taş ocakları, seramik, cam, metal, tuğla... Kısacası kum püskürtmenin olduğu tüm iş kollarında yaşanan bir gerçeklik ve hâlâ üzeri örtülüyor!

    Bilecik’e bağlı Bozüyük’e 9 Kasım Pazar günü giden uzman arkadaşlarımız silikozis teşhisi konan işçiler ve aileleriyle buluştu.

    Seramik sektöründe yaşanan bu gerçeklik,

    Karşı çıkanların işsizlik tehdidi altında olması,

    Ve bir ilçede yaşananlar…

    Silikozis hastalığı, kot kumlamada çalıştırılan işçilerde ardı ardına ölümlere neden olması ve binlerce insanın bu hastalığa yakalanarak ölümü bekler hâle gelmesiyle kamuoyunun gündemine taşındı.

    Bozüyük’te seramik fabrikalarında çalışan işçilerden Gürhan Yüksel’in Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na yaptığı şikâyet sonrası silikozis tanıları arka arka gelmeye başladı. Kendisi de silikozis hastalığına yakalanan seramik işçisi Yüksel’in “Alo 170 hattı”na yaptığı şikayet sonrası yapılan iş yeri teftişinin raporlarında: “Vitra Eczacıbaşı Yapı Gereçleri” isimli şirketin işyerinde; “Tozun kaynağında yok edilmesini sağlayacak tedbirlerin yeterince alınmadığı, bu yüzden özellikle keçe ile kuru rötuş ve ön sırlama işlemlerinde çalışanların toza maruz kaldıkları, dolayısıyla yaptıkları çalışmalar nedeniyle pnömokonyoz-silikozis hastalığına yakalandıkları kanaati oluşmaktadır.” ifadelerine yer verildi. Aynı işyerinde çalışan 61 işçiye Ankara Meslek Hastalıkları Hastanesi’nce silikozis tanısı koyuldu. 16 işçide silikozis şüphesi, 37 çalışanda da mesleki risk faktörüne maruz kalma tespit edildiği belirtildi.

    9 Kasım 2014’te Bozüyük’te silikozis hastası işçilerin organize ettiği; Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan ve Av. Gülseren Tekeş’in katıldığı bir panel düzenlendi.

    Katılımcıların tıbbi ve hukuki değerlendirmeleri sonrası söz alan silikozis hastası işçiler yaşadıklarını anlattılar. 2013 yılı mayıs ayında Hasan Ali Uyar isimli emekli seramik işçisinin silikozis nedeniyle hayatını kaybettiği anlatıldı. Panel öncesi görüştüğümüz Hasan Ali Uyar’ın yakınları, uzun yıllar seramik fabrikasında çalıştıktan sonra 2003 yılında emekli olduğunu, 2011 yılında nefes darlığı şikâyetlerinin ilerlediğini ve Mayıs 2013’de 56 yaşında hayatını kaybettiğini belirttiler.

    Hasan Ali Uyar’ın ölüm raporunda asli ölüm nedeninin silikozis olarak kayıtlara geçtiği öğrenildi. 10’dan fazla seramik fabrikasının olduğu bölgede işçilerin ifadesiyle 10 bine yakın seramik işçisi var. Sadece Vitra Eczacıbaşı Yapı Gereçleri isimli şirkette 1800 işçi çalışıyor. Denetim sonrası; adı geçen fabrikada tozun havaya yoğun olarak karıştığı kuru teknikten, yaş sisteme geçildiği ama diğer fabrikalarda binlerce işçinin hâlen kuru teknikle çalışmaya devam ettiği anlatıldı. Bozüyük’te işçilerle yapılan görüşmelerde, Çorum’da 600 işçinin çalıştığı “Ece Seramik” isimli fabrikada da silikozis tanısı konmuş işçiler olduğu ve fabrikada çok sayıda işçide silikozis olduğuna yönelik kuşkular olduğu öğrenildi.

    MESLEK HASTALIĞI TANISI KONAN BİR İŞÇİNİN İŞSİZLİK TEHDİDİYLE KARŞI KARŞIYA KALDIĞI PAYLAŞILDI. ÖTE YANDAN SİLİKOZİSE YAKALANANLARIN HAYATINI NASIL KAYBETTİĞİNİN BİLİNMESİ NEDENİYLE BİNLERCE İŞÇİNİN ÖLÜM KORKUSU VE İŞÇİ AİLELERİNİN DE YAKINLARINI KAYBETME KORKUSUYLA YAŞADIKLARI ANLATILDI. BİRÇOK İŞÇİDE VE YAKINLARINDA BU KAYGIYA BAĞLI PSİKOLOJİK SORUNLAR ORTAYA ÇIKTIĞI PAYLAŞILDI. SİLİKOZİS TANISI KONANLARIN DAVA SÜREÇLERİNİN ÇOK UZUN SÜRDÜĞÜ BELİRTİLDİ. BU FABRİKALARDA ÇALIŞMIŞ VE EMEKLİ OLMUŞ ÇOK SAYIDA İŞÇİNİN NE KADARINDA HASTALIK GELİŞTİĞİ BİLİNMİYOR.

    [Devamı 34. bölümde]

    YanıtlaSil
  38. [34. BÖLÜM]

    6331 sayılı yasa gereği; şirketin vermesi gereken “iş sağlığı ve güvenliği eğitimleri”ni sorduk.

    Bugüne kadar herhangi bir eğitim almadıklarını ve şirket yetkilileri tarafından, katılmadıkları hâlde eğitim çalışmalarına katıldıklarına dair imza attırıldığını anlattılar. Aynı yasa gereği iş yerinde oluşturulması gereken iş sağlığı ve güvenliği kurullarından işçilerin haberinin dahi olmadığı ve çalışan temsilcilerinin kim olduğunu bilmedikleri ifade edildi. Altı ayda bir akciğer filmi çekildiğini anlatan işçiler bu hastalığın daha önceden saptanmış olup kendilerinden saklandığı konusunda şüphe duyduklarını anlattılar.

    Türk-İş’e bağlı Çimse-İş Sendikası’nın fabrikalarda örgütlü olduğu ama bugüne kadar işçi sağlığı konusunda herhangi bir mücadele yürütmediği anlatıldı. Teftiş ve hastane başvuruları sonrası silikozis gerçeğinin ortaya çıkmasıyla sendikanın bu konuda yürüttüğü faaliyetin “meslek hastalıklarıyla ilgili broşür dağıtmak”tan ibaret olduğu ifade edildi.

    Havaya karışan “serbest slika tozları”na maruz kalınması sonucu gelişen silikozis; DİĞER MESLEK HASTALIKLARINDA DA OLDUĞU GİBİ %100 ÖNLENEBİLİR!

    Slikanın havaya karıştığı tüm iş kollarında ayrıntılı risk değerlendirmelerinin yapılması, düzenli aralıklarla ortam toz ölçümlerinin yapılması, ortam koruyucu olarak bilinen etkin havalandırma sistemlerinin kurulması gereklidir. İşçilerin riskler ve tehlikeler konusunda işçi sağlığı eğitimleriyle bilgilendirilmesi, işçilerin periyodik muayeneden geçirilmesi, hastalık şüphesi durumunda konunun uzmanına veya meslek hastalıkları hastanesine işçinin yönlendirilmesi, kişisel koruyucuların temini ve kullanımının sağlanması gereklidir.

    Bozüyük özelinde ifade edecek olursak; bölgedeki slika maruziyetinin olduğu tüm fabrikalarda periyodik muayene sonuçları tekrar değerlendirilmelidir. Hastalık saptanması durumunda, yeni veya eski muayene ve tetkik sonuçlarıyla fabrika taramaları hızla yapılmalıdır. Bölgede seramik fabrikalarından emekli olmuş olan tüm işçilere ulaşılarak sağlık taraması yapılmalıdır. Tanı koyulan işçilere iş görmezlik oranı tespiti ve tazminat belirleme gibi hukuki süreçler hızla yerine getirilmelidir. İş yerlerinde sendika temsilcilerinin ve çalışan temsilcilerinin de katıldığı iş sağlığı ve güvenliği kurulları oluşturulmalı ve işlevsel olarak, patron baskısından kurtularak çalıştırılması sağlanmalıdır. Meslek hastalığı tanısı konan işçiler; aynı işyerinde tozsuz ortamda veya kamuda başka bir iş kolunda istihdam edilerek mesleki rehabilitasyon programları hayata geçirilmelidir. Mesleki rehabilitasyon haricinde bahsi geçen tüm düzenlemeler yürürlükte olan yasalarda mevcut olup, fiiliyata geçirilmesi gerekmektedir.

    İşsizlik tehdidinin ortadan kaldırılabilmesi için mesleki rehabilitasyonla ilgili tüm iş kollarını kapsayan, işçi hakları lehine bir düzenlemeye acilen ihtiyaç vardır.

    Tüm bu mevcut düzenlemelerin ve yeni taleplerin hayata geçirilmesini sağlayabilmek için bunların önündeki engelleri net tanımlamak gerekir.

    [Devamı 35. bölümde]

    YanıtlaSil
  39. [35. BÖLÜM]

    Soma, Mecidiyeköy, Ermenek ve Isparta’da yaşanan toplu işçi katliamlarında açıkça ortaya çıktığı gibi siyasi iktidar kendi yaptığı yasal düzenlemeleri hayata geçirmemektedir. Tüm iş cinayetleri kazaya özgü detaylarla açıklanmaya çalışılmakta ve hükümetin açıkça sermaye yanında almış olduğu tavır gizlenmek istenmektedir.

    İşçi sağlığı sürecini “emek/sermaye çelişkisi” üzerinden okumadığımız sürece konu hükümetin manipülasyonlarına açık hâle gelmektedir.

    Mesele sadece;

    “Aşırı kâr hırsından”,

    Ve

    “Yetersiz denetimlerden” ibaret de değildir!

    HER ŞEYİN “ REKABET ! ” ÜZERİNE KURULDUĞU KAPİTALİST SİSTEMDE; İŞÇİ SAĞLIĞI VE İŞ GÜVENLİĞİNİN MALİYET UNSURU OLMASI VE BURADAN HER FIRSATTA KESİNTİYE GİDİLMESİ SON DERECE DOĞAL BİR TAVIRDIR. SİSTEM, BU KESİNTİLERİ YAPMANIZI ŞART KOŞMAKTADIR!

    Devlet ve iktidar tüm kurumlarıyla hâkimiyetini ve hegemonyasını, sermayenin tahakkümü üzerinden kurmaktadır. Hükümet, sosyal devlet kamuflajı altında kendisine hakem rolü biçerek, yerli & küresel sermaye ve onun patron kulüpleriyle iç-içe geçme hâlini gizlemeye çalışmaktadır.

    Türkiye’de her yıl en az 1500 işçinin iş cinayetlerinde öldüğü ve meslek hastalıklarına bağlı beklenen ölümlerin bu sayının 6 katı olduğu (yılda en az 9000 işçi ölümü) bilinmektedir!

    ILO (International Labour Organization ~ Uluslararası Çalışma Örgütü) verilerine göre Türkiye’de çalışan sayısı üzerinden değerlendirme yapıldığında her yıl 200 binin üzerinde meslek hastalığı tanısı koyulması beklenmektedir. SGK’nın son verilerine göre ise tanı konan meslek hastası sayısı 500 civarında iken meslek hastalığına bağlı bir yılda sadece bir kişi hayatını kaybetmiştir.

    Bugün milyarlarca dolar “artı değer!” üreten seramik fabrikalarının silikozisle işçi katliamı yapmasına siyasi iktidarın göz yumması ve meslek hastalıkları istatistiklerinin dahi üzerinin kapatılması ancak “iktidar↔sermaye arasındaki göbek bağı”nın mevcudiyetiyle açıklanabilir.

    “İşçi sınıfı” açısından mücadele gündemi apaçık ortada:

    Sistem içi tüm mücadele yöntemlerini kullanarak kazanım elde etmeyi amaçlayan,

    Ancak;

    Temel sorunu; “üretim araçlarının mülkiyeti”nde gören,

    Ve

    “Emekçi↔Demokrasi↔Özyönetim” i içselleştirmiş bir örgütlenme mücadelesi kelimenin tam anlamıyla “hayati”dir!

    İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi

    Bozüyük 9 Kasım 2014 Panel ve basın açıklaması:

    https://www.youtube.com/watch?v=orHGwSHgjW8

    Kaynak:
    http://www.sendika.org/2014/11/seramik-iscilerinde-silikozis-bozuyukte-binlerce-isci-silikozis-tehdidiyle-karsi-karsiya-coskun-canivar/

    [Devamı 36. bölümde]

    YanıtlaSil
  40. [36. BÖLÜM]

    NE İŞLE MEŞGULSÜNÜZ?

    Soruya “İşsizim!” yanıtını vermek kolay değil!

    Ama Türkiye’de milyonların cevabı bu!

    Aslında Eurostat’ın 2013 rakamlarına göre Türkiye’de işsizlik birçok Avrupa ülkesinin gerisinde. Fransa dahil AB üyesi 10 ülkeden daha iyi durumda. Buna rağmen Türkiye’de 2.5 milyondan fazla işsiz var!

    BELİRLİ BİR KONUDA UZMANLIĞINIZ YOKSA

    VEYA

    ÇALIŞMA YAŞAMINA KATILMAYA ADAY BİR GENÇSENİZ RİSK BÜYÜK!

    İYİ EĞİTİM ALMIŞ OLMANIZ, BİRKAÇ YABANCI DİL BİLMENİZ DE YETERLİ OLMAYABİLİYOR!

    Tarih: 27 Temmuz 2014

    Yazan: Sadık Güleç

    HER GÜNE İŞSİZ BAŞLAMAK

    Özgür Gülsoy, daha iş hayatının başında işsiz kalan “beyaz yakalı” binlerce gençten biri.

    İstanbul Üniversitesi İşletme mezunu. İyi derecede İngilizce ve İspanyolca biliyor. 2006’da üniversiteye başlamış. Dört yılda bitirdiği okulun ardından önündeki en büyük engellerden “askerlik sorununu” da hemen hâlletmek istemiş.

    Askerlik kararı alırken bir yandan da, okulu zorunlu tutmadığı hâlde, stajını tamamlamaya girişmiş. İlk hayal kırıklığını da bu kısa süreli iş arama döneminde yaşamış:

    “Mesleğim nedeniyle, ‘satışa yönelik’ işler aradım. Muhasebe, denetim, hazine, insan kaynakları… Staj için eleman alıyorlar ama çok az sayıda. Mesela denetim şirketleri; öğrenci tecrübe kazanacağı bir yer ararken, şirketler az da olsa tecrübe istiyor. Mühendisliklerin işi biraz daha kolay… Çünkü zorunlu stajları var.”

    Bu süreçte tecrübe kazanacağı bir iş bulamayan Gülsoy, 2011’de kısa dönem yaptığı askerliğin ardından artık ciddi iş başvuruları yapmaya başlamış. Uzun süreli iş arama çabası ummadığı kadar kısa sürede sonuç vermiş: “Büyük bir banka geri dönüş yaptı. Bir test yaptılar. Başarılı oldum. Altı ay içinde iş bulmuştum. Dört ay Unkapanı, dört ay da Bakırköy şubesinde çalıştım.”

    Ailesiyle birlikte yaşadığı Bakırköy’de hayalindeki iş olan bankacılık sektöründe çalışmaya başlayan Özgür Gülsoy’un iş yaşamı hiç ummadığı bir anda kesintiye uğramış.

    Önce “geçici gişe” denen göreve atanmış. Bunun anlamı ise, izne ayrılan personelin yerine çalışmak. Bunu şöyle anlatıyor Gülsoy:

    “Düzenli bir şubede çalışırsanız şirketlerle görüşüyorsunuz, toplu satış oluyor. Şirketlerin bir aylık faturasını alınca ‘satış’, yani ‘performans hedefi’ni tutturmuş oluyorsunuz. Oysa ben bir gün sonra hangi şubede çalışacağımı dahi bilmiyordum. Bu, İkitelli ya da Kavacık olabilirdi…”

    Uyum sağlayamadığı bu “geçici görevlendirme” altı ay kadar sürmüş. Sonra performans düşüklüğü gerekçesiyle işine son verilmiş:

    “Bölge genel müdürlüğüne çağırdılar. ‘Çıkışınızı veriyoruz. Tazminatınız yatacak.’ dendi. Bir kâğıt imzalattılar. O dönem sadece ben değildim çıkarılan.”

    Özgür Gülsoy, KISA İŞ DENEYİMİNİN ARDINDAN; 15 AYDIR İŞ ARIYOR.

    Başlangıçta, edindiği tecrübe nedeniyle bir başka bankada iş bulabileceğini düşünürken zamanla her türlü şirkete başvuru yapmaya başlamış: “Denetim firmaları, bankalar ve şirketlerin hazine, muhasebe bölümleri ile görüşerek iş aramaya başladım. Bazıları hiç geri dönüş yapmadı. Bazıları da mail atıp ‘Sizinle çalışmayı uygun görmedik.’ veya ‘Bir başkası ile çalışacağız.’ şeklinde dönüyorlardı.”

    Her yeni güne iş başvurularının sonuçlarını görmek için maillerine bakmakla başlıyor: “Her gün kariyer ve iş bulma sitelerini, bankaların personel alımlarını takip ediyorum. Her Bakırköylünün âdetidir; mutlaka ‘havaalanı’na başvuru yapar. Ben de başvurdum. Ama henüz sonuç yok.”

    27 yaşındaki Özgür Gülsoy ailesinin tek çocuğu. Emekli anne ve babasına daha fazla yük olmak istemiyor: “ARTIK ‘MAVİ YAKALI’ BİR İŞ BULSAM DA TERCİH ETMEK ZORUNDAYIM. ÇÜNKÜ İŞSİZ KALMA GİBİ BİR LÜKSÜM YOK. AİLEMİN MADDİ DURUMU BELLİ. BİR BUÇUK YIL İŞSİZ KALMAK BANA ÇOK AĞIR GELDİ !...”

    [Devamı 37. bölümde]

    YanıtlaSil
  41. [37. BÖLÜM]

    BİR ZEYTİNBURNU BİR DİLOVASI

    Bir mesleği olmayanların en büyük sorunu; “sürekli çalışacakları iş” bulamamak!

    Onlar da ekmeğini; işçi arayanların kendilerini bulabileceği “kahvehane” ya da “amele pazarları”nda arıyor. Hüseyin Yıldırım ile İstanbul’un varoşlarından Ümraniye’de bir kahvehanede buluşuyoruz…

    Aslında geniş bir iş alanı var 30 yaşındaki Hüseyin Yıldırım’ın. İnşaatlarda çalışıyor, malzeme taşıyor, kaynakçılık yapıyor ve doğalgaz tesisatından anlıyor. Hayatında en uzun çalıştığı iş bir yıl sürmüş. Onu da şöyle anlatıyor: “Sivas’ta doğalgaz işiydi. Bu işi sürekli yaptığımız için bir sürü kişide telefonum vardı. Şuraya 10 kişi isteniyor diye arıyorlardı; gidiyorduk.”

    Kahramanmaraş’tan göç eden bir ailenin yedi çocuğundan biri Yıldırım: “Hep Mustafa Kemal mahallesinde yaşadım. Sürekli boru taşıyordum. ESKİDEN SU VEYA DOĞALGAZ BORULARINA DİŞ AÇARDIM. ARTIK ONU DA ‘MAKİNE’LER YAPIYOR.” diyor.

    Eskiden daha uzun süreli işler bulabildiğini söyleyen Hüseyin Yıldırım o dönemi şöyle anlatıyor: “Bunlar parça parça işlerdi. Bir dairenin işini alıyorsun. Bir bakıyorsun Zeytinburnu’nda, bir bakıyorsun Dilovası’nda çalışıyorsun. 250 liraya alıyorsun işi mesela. İstersen bir günde bitir istersen bir haftada.”

    Artık eskisi kadar uzun süreli işler gelmiyor. Daha çok taşımacılık ya da yıkım işleri yapıyor Hüseyin Yıldırım. Bu tür işlerde günlük olarak alabildiği en fazla ücret 50 lira.

    Güvencesizliğin yanı sıra, bir yandan da sık sık iş kazaları yaşanıyor. Böyle birçok kaza yaşamış Hüseyin Yıldırım: “Yıkılan eski bir hastanenin kazan dairesini söküyorduk. Kesme işleminde kullandığımız kaynak makinesinde arıza varmış. Bir anda büyük bir patlama oldu. Kolum neredeyse yerinden kopacak kadar parçalandı.” Sigortası da olmayan Yıldırım, uzun süre hastanede kalmış: “Başlangıçta bizi götüren taşeron şirket biraz ilgilendi; yani dava filan açmayalım diye. Biraz iyileşince unuttular. Şu anda bileğimi kıvıramıyorum.”

    Kısa süreli, günübirlik işlerde çalışan bu işçileri daha çok taşeron şirketler tercih ediyor. Tamamlanmayan ya da eksik kalan bazı işleri birkaç günlüğüne çalıştırmak için getirdikleri bu işçiler yapıyor:

    “Taşeronun→taşeronunun→taşeronunun→taşeronu yanında çalışıyoruz. 200 bine aldıkları işi son taşeron 80 bine yapıyor. Bu da işçinin aldığı ücrete doğal olarak azalarak yansıyor.”

    Günübirlik çalışan bu işçilerin çalışma saatleri ise çoğu zaman belli değil: “Sabah hava aydınlanır çalışmaya başlarsın, akşam hava kararır çalıştırırlar. Bazen boru gelir. Tonlarca boruyu taşırsın. Devrilir ayağın ezilir. Sol ayağımın üzerine düştü. Hâlâ acısını çekiyorum.” diye anlatıyor çalışma koşullarını.

    Daha çok doğu illerinden gelen işçilerin artık bu pazarda rakipleri var: Suriyeliler, Afrikalılar, Ermenistan, Gürcistan ya da Nahçıvan’dan gelen işçiler de artık günübirlik işleri kovalıyor.

    Hüseyin Yıldırım onların koşullarının daha kötü olduğunu söylüyor: “KİME NE PARA ÖDENDİĞİ BELLİ DEĞİL. İŞÇİLER ARASINDA BİRLİK YOK. BİR İNŞAATTA BİRKAÇ AYLIK İŞ BULMUŞTUK. BENİM YANIMA ÇIRAK OLARAK BİR GÖÇMEN İŞÇİ VERDİLER. ÇIRAK DEDİĞİM; EVLİ, İKİ ÇOCUĞU VAR. ALDIĞI PARA 600 LİRA. ACIDIM, ŞANTİYE ŞEFİNE; ‘BU ADAMIN PARASINI YÜKSELTİN’ DEDİM. ‘SEN KENDİ İŞİNE BAK’ DEYİP BENİ İŞTEN ÇIKARDILAR. KAÇA TUTTURABİLİRLERSE ÇALIŞTIRIYORLAR.”

    Geçici işlerde çalışan işçilerin en büyük sorunlarından biri güvencesiz çalışmaları: “15 yıldır bu şekilde çalışıyorum. Bazen bir iş alır birkaç ay çalışırsın. Sürekli sigortan yok. En son baktım; 1000 gün falan sigortam var.”

    Yıldırım artık uzun süreli bir iş umudunun kalmadığını söylüyor:

    “Evlilik falan bizim için çok zor. Burada babamlarla kalıyorum. Bereket onların bir evi var; kira ödemiyorum. Yoksa hayatım daha da zor olurdu.”

    [Devamı 38. bölümde]

    YanıtlaSil
  42. [38. BÖLÜM]

    İŞÇİ KALİFİYE; PEKİ YA ÜCRET?

    Bursa ve çevresinde çok sayıda otomotiv ve gıda fabrikası bulunuyor. Bu işletmeler önemli sayıda kalifiye elemana ihtiyaç duyuyor. Ancak buna rağmen işsizlik bu bölgede de önemli sorun. Mehmet Mercan’la Bursa’nın Karacabey ilçesi yakınlarında büyük bir gıda fabrikasının çevresindeki kahvede buluşuyoruz.

    İki çocuk babası 38 yaşındaki Mercan 2012’ye kadar 13 yıl süreyle bu fabrikada çalışmış:

    “Babam ‘Bir mesleğin olsun.’ deyip Endüstri Meslek Lisesi elektrik bölümüne yazdırdı.” diyor.

    Meslek lisesini bitirmesinin ardından memleketi Karacabey ve çevresinde bulunan küçük elektrik atölyelerinde çalışmış Mehmet Mercan. Askerliğin ardından iş aramaya başlamış. Türkiye’nin sayılı süt ve süt ürünleri fabrikalarından biri olan işletmenin işçi aradığını duyunca hemen başvurmuş:

    “Ben elektrik ile ilgili bir iş bekliyordum. Ama ‘makine operatörü olacaksın’ dediler. O zamanlar kalifiye elemana çok ihtiyaç duyuluyordu. İşi kısa sürede öğrendim. Makinelerin gramajlarını ayarlıyordum; yani kutuya konacak ayran ya da sütün miktarını belirliyordum. Makineleri kontrol ediyordum. Bir de bantta çalışan işçilerin kontrolü bana aitti. Yani şefler ile işçiler arasında yer alıyordum.”

    Kalifiye olmalarına rağmen aldıkları ücretin çok az olduğunu aktarıyor Mehmet Mercan: “Zaten asgari ücretle işe başlıyorsun. 19 yıllık makine operatörünün aldığı 1100 lira.14 yıldır burada çalışan kalifiye olmayan bir işçinin eline bazen mesaiyle birlikte 840 lira para geçiyor.”

    Çalışma koşullarının ağır olduğunu belirten Mercan: “Makineler sürekli çalışıyor, işçiler banttan ayrılamıyor. Bazen yıllık izinleri dahi kullanamıyorsunuz.” diyor.

    2012’de, bin yüz kişinin çalıştığı fabrikada zam yapılmaması işçilerin iş bırakmasına yol açmış. O günleri şöyle anlatıyor Mehmet Mercan:

    “Sendika falan yoktu. Bölüm şefleri bizi sıkıştırdı. Ben de ‘İşçi çalışmıyor ne yapabilirim?’ dedim. Galiba o günkü tavrım hoşlarına gitmedi. Patron geldi; ‘Paranız düzenli ödeniyor. Daha ne istiyorsunuz?’ dedi. O gün öyle geçti. Birkaç ay sonra benim ve bazı işçilerin işine son verildi. Gerekçe göstermediler.”

    13 yıl emek verdiği işinden bir çırpıda atılan Mercan bir süre aldığı tazminat ve işsizlik parası ile geçinmiş. Aynı fabrikada çalışan eşi de bir süre sonra işten atılınca iş arama süreci başlamış:

    “Çocuklarımın biri 12, diğeri 2,5 yaşında. Aldığımız tazminat ve işsizlik parası bir süre yetti. Yaşadığımız ev kendimizin. O yüzden başlarda çok zorlanmadım. Ama sonuçta çalışmaya alışmışız. İş yapmamız lazım.”

    Önce sahiplerini tanıdığı küçük atölyelerde eski işi olan elektriğe dönmüş. Fakat aldığı işlerin sürekli olmaması nedeniyle kazancı düşükmüş. Bu yüzden çevre fabrikalara başvurarak iş aramaya başlamış:

    “Bir yıl birçok yere başvurdum. Fabrikalarda eskisi kadar iş yok. Belki bir yerlerden çıkar ama eskisi kadar da aramıyorum. Ek işler yaparak idare etmeye çalışıyorum. Çok borçlanmamaya çalışıyorum.”

    Kaynak:
    http://dergi.aljazeera.com.tr/2014/07/27/ne-isle-mesgulsunuz/

    [Devamı 39. bölümde]

    YanıtlaSil
  43. [39. BÖLÜM]

    ===KİTAP TAVSİYESİ #1===

    Kitap: BEYAZ YAlaKA “Kariyer İçin Hayat Feda Etme Sanatı”
    Yazan: Sarp Mogan
    Yayınevi: Okuyan Us Yayınları

    Parıltılı üniversite diplomanız,

    Her geçen sene daha da göz kamaştırıcı hâle gelen “ CV ! ” niz,

    Sizi her fırtınadan sağ çıkaracak hırslarınız ve ideallerinizle başarı merdivenlerini birer birer tırmanırken bir anda kanser olduğunuzu öğrenseniz ne yapardınız?

    “Ölümcül bir hastalığınız var. İyileşmek için tek seçenek olarak size önce radyoaktif maddeler yükleyip, sonra da kurşunla kaplı bir kutunun içine koyacağız.

    Bir köşede tuvaletiniz olacak; kurşun bir tuvalet. Ve özel ambalajlar içerisinde günde üç öğün yemeğiniz de hazır olacak. Yemek atıklarınız ise astronot kıyafetli adamlar tarafından toplanıp imha edilecek.

    Kurşun bir kutunun içinde, sadece birkaç hafta sabredeceksiniz.”

    Durun bir dakika! Bunu planlamamıştınız…

    Kariyerinin en parlak zamanlarında;

    Tam da iki sene içinde “genel müdür!”,

    Beş sene içinde “C-Level Yönetici!”,

    Ondan sonra da artık kısmette hangi “ mevki ! ” varsa o olmayı hedeflerken;

    Kendisine konulan hastalık teşhisiyle hayata bakışı değişen Sarp Mogan, tamamen kurşunla kaplı birkaç metrekarelik bir odada yazdığı bu kitapta;

    “Mutluluğun parlak bir kariyerle tanımlandığı günümüz iş hayatı!”nın pratiklerini mercek altına alıyor,

    “Okullarda öğretilmeyen kirli başarı reçetelerini!” bir bir ortaya döküyor!

    Sen artık sen değilsin! Sen artık bir “ürün”sün!

    Kendini bir “ürün!” gibi görmezsen kariyer yapmayı unut gitsin!

    Kariyer yapmak, asla ve asla “kendin olmamak!” demektir. Bir roldür. Bir “markalaşma!”, “pazarlama!” ve “halkla ilişkiler!” çalışmasıdır!

    Üzülme:

    Yaz tatilinde anneannenin yazlığında kayısı marmelatlı katmer yerken parmak arası terliğinle kendin olabilirsin.

    Yılda beş-altı gün ama, daha fazla değil;

    Kalan 360 gün bize lazımsın!

    Sarp Mogan;

    İnsanların yaşadıkları muhitin kalitesi,

    Kullandıkları arabanın modeli,

    Ve

    Banka hesaplarındaki rakamlar kadar varolduğu bir dünyada;

    Zirvelere tırmanmak için hangi yolları izleyeceğimizin,

    Nelerden vazgeçeceğimizin,

    Ve

    Bu yolculukta “neye!” dönüşeceğimizin betimlemesini yapıyor!

    Adres:
    http://www.okuyanus.com.tr/kitap/beyaz-ya-la-ka/

    [Devamı 40. bölümde]

    YanıtlaSil
  44. [40. BÖLÜM]

    ===KİTAP TAVSİYESİ #2===

    Kitap: Prekarya “Yeni Tehlikeli Sınıf”
    Yazan: Guy Standing
    Çeviren: Ergin Bulut
    Yayınevi: İletişim Yayınları

    (Guy Standing; çalışma ekonomisi, istihdam piyasasının esneklik dereceleri, işgücü politikaları, işsizlik ve sosyal güvenlik konularında uzman iktisat profesörüdür.)

    “Prekarya”… Bu “yeni” kelime, yeni zamanların toplumsal gerçekliğinin çarpıcı bir yüzünü tanımlıyor:

    Alabildiğine “esnekleşmiş!” bir istihdam dünyasında sürekli değişen işlerde, adeta hep geçici bir statüde çalışanlar… Düzenli olarak “düzensiz işlerde!” çalışanlar…

    Bütün dünyada giderek genişleyen bu kitleyi;

    “Çalışan yoksullar”

    Veya

    “Güvencesiz işçiler” diye tanımlayanlar da oldu.

    İngiliz iktisatçı Guy Standing; “prekarya”yı teşhis edebilmek için onların kimliksizliğini göz önüne almak gerektiğine dikkat çekiyor:

    “Bir geleceği olmayan ve ‘toplumsal hafızadan yoksun’ işlerde çalışmaya mecbur bırakılıyorlar…” uyarısını yapıyor.

    Guy Standing’in “prekarya” olgusu ve kavramı üzerine referans olan kitabı; “yeni tehlikeli sınıf” alt başlığını taşıyor.

    Birçok düşünür ve sosyal bilimci; “prekarya”yı zamanımızın “proletarya”sı olarak tanımlıyor. En azından, günümüzde “prekarya gerçekliği”ni ve kavramını hesaba katmadan; “işçi sınıfı”, “proletarya” üzerine düşünmek mümkün değil.

    Standing bu kitabında; “küreselleşmenin çocuğu!” dediği “prekarya” olgusunun nasıl meydana geldiğini, gündelik yaşamını ve çelişkilerini büyük bir sarahatle tasvir ediyor.

    “Prekarya”nın iç ayrımlarını, tâbi olduğu sömürü mekanizmalarını zengin bir örnek dökümüne dayanarak inceliyor. “Yeni bir emek hareketi” için ipuçları çıkartmaya da yarayan bir analiz sunuyor.

    “İktisatçı Guy Standing, kullanım süresi geçen ‘proletarya’ ve ‘orta sınıf’ terimlerinin yerine; ‘prekarya’yı koyarak hedefi tam on ikiden vuruyor.”

    Zygmunt Bauman (Sosyolog)

    “‘Prekarya’ fikrinin teorik ve ampirik açıdan eksikleri var;
    Fakat doğru anlaşıldığında bir çoğunluk inşa edecek yeni bir radikal projeye temel oluşturabilir.”

    Richard Seymour (Marksist yazar, aktivist ve yayıncı)

    (Kitaptan kısa bir bölüm okumak için adres:
    http://www.iletisim.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/prekarya1.pdf )

    [Devamı 41. bölümde]

    YanıtlaSil
  45. [41. BÖLÜM]

    ===KİTAP TAVSİYESİ #3===

    Kitap: Modernite Nasıl Unutturur
    Yazan: Paul Connerton
    Çeviren: Kübra Kelebekoğlu
    Yayınevi: Sel Yayıncılık

    “Olayları”, “yerleri” ve “şeyleri” neden unuturuz?

    “Modernite”, hatırlama yetimizi nasıl etkiler?

    Antropolog Connerton modern toplumun belleğimizi nasıl aşındırdığını ele alıyor:

    İnsanüstü hız,

    Öğrenilemeyecek denli büyük megakentler,

    Emek süreciyle bağı kopmuş tüketicilik,

    Nasıl ve kimin ürettiğini bilmediğimiz nesneler,

    Kent mimarisinin kısa ömrü,

    Geçici işler,

    Sürekli maruz kalınan görüntü bombardımanı,

    Toplumsal ilişkilerin bulanıklaşması…

    Söz konusu olan sadece “bellek yitimi” değil; “kişisel hatıra” ve “alışkanlık” bile edinememek. Sherlock Holmes’un Watson’a sürekli olarak dediği gibi: “Görüyorsun ama gözlemlemiyorsun.”

    Aşina olduğumuz toplumsal ilişkilerle örülmüş bir yaşam ve çalışma deneyiminin mümkün olmadığı modern dünyada hayatın ölçüsü “insan” değildir!

    Bu bellek yitiminin yol açtığı tedirginliğe, geçmiş zaman modalarına ya da anıtlara duyulan tuhaf bir ilgi eşlik ediyor ve bu ilgi “nostalji tacirleri” tarafından sömürülüyor!

    Belleğimizi, çağımızı kuşatan kolektif amneziden (hafıza kaybından) kurtarmanın yolu:

    “Nostalji aşkı” ya da “anı yaşamak sarhoşluğu”ndan değil;

    Modern kapitalizmin unutturduklarını hatırlamaktan geçiyor!

    Adres:
    http://www.selyayincilik.com/kitaptanitim.asp?kod=798

    [Devamı 42. bölümde]

    YanıtlaSil
  46. [42. BÖLÜM]

    ===KİTAP TAVSİYESİ #4===

    Kitap: İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum
    Yazan: Vincent de Gaulejac
    Çeviren: Özge Erbek
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

    Otuz yılı aşkın bir süredir çalışmanın örgütlenmesinde esaslı bir dönüşüm yaşandı. Esneklik ilkesi ve ağ imgesi etrafında şekillenen yeni yönetim paradigması, risk iştahıyla ve müteşebbis (girişimci) ruhuyla sürekli beşeri sermayesini artıran bir işçi tipi oluşturmayı hedefliyor. Üstelik bu paradigma artık sadece işyerini ve çalışma yaşamını değil; benliğimizi, gündelik hayatımızı ve toplumsal kurumları da biçimlendirmeye başladı!

    Klinik sosyolog “Vincent de Gaulejac”, İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum’da “işletme ideolojisi” ve “yönetsel tahakküm” olarak kavramsallaştırdığı bu paradigmanın yarattığı bireysel ve toplumsal tahribatı ele alıyor.

    İşletme; araçların, prosedürlerin, “bilgi-iletişim araçları”nın arkasında işleyen dünya görüşü ve inanç sistemi olarak bir “yanılsama”yı sürdürüyor, bir “hâkimiyet projesi”ni toplumun geniş bir kesiminden gizliyor!

    Bu ideolojinin temelinde:

    Her şeyi ölçülebilir hâle getirmeyi amaçlayan bir “nesnelcilik”,

    (Örneğin “iş arama siteleri”ne kaydedilen CV’lerin içinde yazılmış olan özelliklerin, geliştirilen algoritmalarla birbirinden ayıklanması ve sektörel bazda tasnif edilip şirketlerin “damızlık merkezleri!” olan “İnsan Kaynakları!” birimlerine sunulması durumu;

    Sadece “robotizm”, “kusursuz otomasyon” ve “hızlı üretim” temelleri üzerine kurulmuş bir kapitalist sistemde, “insan” adlı varlığı bir tür "barkodlu sağmal inek!” yerine koymaktan ibarettir. “Ölçümleme yapmak!” kelimeleri, ifadeyi şirin göstermek çabasından başka birşey değildir!

    Nihai hedef: “İnsan”ı minimum duyguya sahip bir cisme dönüştürmek ve mekanikleştirip sisteme karşı çıkamaz hâle getirmektir!

    “Duygu”yu tam manasıyla yok etmek istememelerinin nedeni ise; aynı özelliklere sahip diğer “cisim!” lerle dert ortaklıkları kurmamızı sağlamak; böylece birbirimizi teselli ederek “sistemin devamlılığını!” korumaktır!)

    Yapıyı, organizasyonu, örgütü, topluluğu, şirketi vb.’lerini; “amaçları önceden tanımlanmış veri” olarak kabul eden bir “işlevselcilik”,

    Uzmanlığın tartışılmaz konumuna dayalı teknokratik bir “araçsalcılık”,

    Ve

    İşçiyi firmanın etkinliği için (yani; “sömürmek için!”) “insan kaynağı!” olarak gören bir “faydacılık!” bulunmakta!

    Gaulejac’a göre hızla yayılan ve son derece tehlikeli bir salgın hastalıkla karşı karşıyayız! Şayet haklıysa; doğru bir teşhis ve etkili bir tedavi için kaybedecek vakit yok!

    “İşkolik; çalışmaya karşı uyuşturucu bağımlılarıyla aynı semptomları gösteren bir bağımlılık ilişkisi geliştirir. İlk zamanlar hiperaktivizmin, performansı uyarıcı etkileri olur: Aşırı duygusal uyarılma, narsistik ödüllendirmeler, firma üzerinde güçlü bir grup desteği, ‘benlik’ ile ‘ideâli’ bütünleştirme hayali vs.

    Ancak çok hızlı bir biçimde gevşemenin imkânsızlığı, durdurulamaz faaliyet ihtiyacı, hafta sonu migreni, tatil sıkıntısı, yaratıcılık ve hayalgücü kapasitesinde azalma gibi başka etkiler de hissedilir!

    İş bağımlılarında yoksunluk duygusu, firmadan kopma durumunda dramatik bir hâl alabiliyor: İşten çıkarıldıktan altı ay sonra bile hergün şirkete gitmeyi sürdüren bir yönetici gibi!”

    [Devamı 43. bölümde]

    YanıtlaSil
  47. [43. BÖLÜM]

    ===KİTAP TAVSİYESİ #5===

    Kitap: Makine Kırıcılık “Ned Ludd ve Queen Mab”
    Yazan: Peter Linebaugh
    Çeviren: Deniz Esen
    Yayınevi: Otonom Yayıncılık

    Kapitalist modernleşmenin şafağı...

    “Mülksüzleştirmek” ve “işçileştirmek” pratiklerine karşı direnenlerin tarihi.

    Çitlemelere, üretimin makineleşmesine, yoğun “köle emeği” kullanımına karşı;

    Efsanelerden, mitolojik figürlerden, kehanetlerden beslenen,

    Kapitalist üretimin tahakkümüne girmeyi reddeden,

    Ve en önemlisi de;

    Ortak olandan yoksun bırakılmaya ve değersizleştirilmeye meydan okuyan bir başkaldırı tarihi.

    Proleter isyanların; en doğrudan, en tehditkâr ve ilk küresel biçiminin;

    “ Makine Kırıcılar ! ” ın gerçek öyküsü!

    “Sanayi Devrimi”nden sonra özellikle İngiltere’de 19. yy’ın ortalarına doğru; el yordamıyla geçimini sağlayan küçük tekstil atölyeleri bir bir kapanmaya başlar.

    Buharla çalışan devasa makineler, “fabrika” denen geniş kompleksler içinde kurulmaya başlayınca; bu tekstil atölyesi sahipleri ve onların yanında çalışanlar “ekmeğimizle oynuyorsunuz” diyerek fabrikaları basar. Yepyeni teknoloji ile çalışan dokuma ve envaiçeşit tezgâhı parçalar.

    Bu kişilere, o dönemde (tahmini tarih; 1779-1811 arasında) bu makineleri kıran ilk kişi olması sebebiyle “Ned Ludd (Edward Ludlam)” isminden türetilmiş “Luddites ~ Luddit’in takipçileri” ismi verilir.

    Bu olay büyüyerek diğer sektörleri de kapsayacak şekilde bir tür greve evrilir. Fransa’da 1789’da yaşanan ihtilâlin bir değişik versiyonu İngiltere’nin de başına çatmasın diye “hükümet” ve “büyük sermaye sahipleri” bir araya gelerek, toplumda ara ara tsunami kadar yükselen muhalefet dalgalarını dizginleyebilmek için, onların temsilcileri ile masaya oturmak zorunda kalır.

    Ve bu masadan çıkan kararlar ile, şu anda, 21. yy, Aralık 2014 itibariyle dünya çapında devam etmekte olan “çalışma hayatı” genel kurallarının ilk adımları atılır:

    *Sendikaların kurulmasına ve objektif bir şekilde emekçinin hakkını gözetmesine,

    *“Sosyal sigorta”, “sağlık/sigorta/süreklilik için bir resmi güvenlik kurumu” ve “emeklilik sistemi”nin kurulmasına,

    *Günlük çalışma süresinin 8 saatten fazla olmamasına,

    *Günlük/haftalık/aylık/yıllık periyotlar hâlinde “dinlenme & tatil süreleri”nin ortak karar alınarak belirlenmesine,

    *“Meslekleşme” ve “uzmanlaşma”nın bir an önce yaygınlaşması için gerekli tüm kararların alınmasına,

    ... sayabileceğimiz diğer tüm değerler.

    Adres:
    http://www.otonomyayincilik.com/index.php?option=com_k2&view=item&id=81:makine-k%C4%B1r%C4%B1c%C4%B1l%C4%B1k&Itemid=105

    [Devamı 44. bölümde]

    YanıtlaSil
  48. [44. BÖLÜM]

    ===KİTAP TAVSİYESİ #6===

    Kitap: Karakter Aşınması “Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    Yazan: Richard Sennett
    Çeviren: Barış Yıldırım
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

    Yeni ekonomik düzenin büyülü sözcüğü “değişim”in doğası nedir, insanlara nasıl yansıyor?

    Her zaman “kısa vadeye odaklı” bir ekonomide kişi nasıl kalıcı değer ve hedeflere sahip olabilir?

    Her an “parçalanan” veya “sürekli yeniden yapılanan” kurumlarda, kişi kendi kimliğini ve yaşam öyküsünü nasıl oluşturabilir?

    Küreselleşme olgusunu makro düzeyde inceleyen birçok kitap yayımlandığı hâlde, bu sürecin “mikro” düzeyi, “insan karakteri üzerindeki etkileri” pek az incelendi.

    Sosyolog Richard Sennett; “Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”nde bunu yapıyor.

    Sennett’ın araştırmaları sonucu ortaya çıkan verilere göre;

    “Sermaye” adlı mefhumun, günümüz ekonomisinin bütün dünyaya yayılmış dalgalı denizlerinde “hızlı kâr”ın dışında başka bir amacı yok:

    “Sermaye”:

    *Şirketlerini piyasadaki anlık değişimlere müdahale edecek biçimde esnekleştirip, yeniden yapılandırıyor.

    *Kişilerden; “sürekli kendisini yenilemesini”, “seyyar olmasını”, “risk almasını”, “takım çalışmasında uyumlu olmasını”, “ rekabet becerisini geliştirerek yırtıcı bir karakter edinmesini ! ” bekliyor.

    Ancak eski kapitalizmin “rutin” ve “monoton” yapısına karşı savunulan bu yeni politikaya yakından bakıldığı zaman sadece eski iktidar yapılarının rengini değiştirdiği görülüyor. Renk değişiyor ama öz hâlâ aynı: Sömürmek! “İnsan Karakteri”ni un ufak ettikten sonra arta kalanları kendisine benzetmek!

    Çalışanlar için “esnekliğin anlamı” ise:

    *Yaşam boyu iş güvencesinin yok olması,

    *Sürekli iş ve şehir değiştirerek yön duygusunu kaybetmek,

    *“İstikrarlı işler”in yerini → “geçici projeler”e bırakması ve bir işten diğerine, dünden yarına sürüklenen yaşam parçacıklarından beslenen, rekabetin körüklediği “güvensizlik” ve “kayıtsızlık” duygusu...

    Ve bir de “karakter aşınması” !...

    Oysa “insan karakteri”; duygusal tecrübelerimizin uzun vadeli olması ve başkalarıyla kurduğumuz ilişkilere yüklediğimiz etik değerler üzerinden gelişir.

    Karakter;

    “İçsel bütünlük”,

    “İlişkilerde karşılıklı bağlılık”,

    Ve

    “Uzun vadeli bir hedef için çaba harcamak” biçiminde kendini gösterir.

    Yeni kapitalizm ise “güvenmeyi”, “bağlanmayı” ve “uzun vadeli planlar yapmayı” KÂRLI BULMAZ, REDDEDER!

    SENNETT “KARAKTER AŞINMASI”NDA;

    GELİŞMİŞ BİLGİSAYARLARLA ÜRETİLEN EKMEĞİN KALİTESİNDEN ÇOK,

    EKMEĞİ YİYENLERİN HAYATINA BAKIYOR VE SORUYOR:

    “BU SİSTEM İNSANIN YAŞAMINA DEĞER VE ANLAM KATIYOR MU?”

    VE EKLİYOR:

    “ İNSANLARI BİRBİRLERİ İÇİN KAYGILANMAZ HÂLE GETİREN BİR REJİMİN, MEŞRUİYETİNİ UZUN SÜRE KORUYAMAYACAĞINDAN EMİNİM ! ”

    “Sennett ikna edici bir biçimde, işçilerin gittikçe daha fazla yaşadığı güvensizliğin; ahlâki bir kimliğin oluşmasını imkânsız kıldığını savunuyor...

    ‘Karakter Aşınması’ keskin ampirik gözlemin ve yoğun etik tartışmaların mükemmel bir sentezi.”

    Richard McKay Rorty, Stanford Üniversitesi

    “Sennett’in okurun içine işleyen çarpıcı kitabı ‘esnek’ ve ‘istikrarsız’ istihdama geçişi ele alıyor...

    Yazar, şirketlerin ambalajlarının şıklaşırken hainleşmesi meselesini değerlendirmemizi istiyor!”

    Robert Merton Solow, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü

    [Devamı 45. bölümde]

    YanıtlaSil
  49. [45. BÖLÜM - SON]

    “...
    Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar.

    Bilimi yarı yolda bırakmayın; olur mu çocuklar?!

    Oppenheimer gibi hissediyorsanız; bırakın yüksek binaları başkası yapsın, büyük barajlarda başkası çalışsın!

    Bazılarına çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir;

    Bırakınız bu işleri öyleleri yapsın!

    Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirası ile yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir;

    Bırakınız parayla da onlar uğraşsın!

    Sizin kuvvetli olmak gibi bir derdiniz yoksa,

    Siz de Leonardo Da Vinci gibi ‘Kuvvet nedir?’ diye merak ediyorsanız:

    Buyrun sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim.

    Çünkü:

    Bazılarına göre ‘kuvvet’; ‘para’ ile ‘organizasyon’un çarpımına eşittir!

    Bize göre de ‘kuvvet’; ‘ivme’ ve ‘kütle’yi ilgilendiren bir büyüklüktür!

    Bu iki formülü birbiriyle karıştırmayın; olur mu çocuklar?!

    ‘Kürsü’ ile ‘ticarethane’yi birbirine karıştırmayın; olur mu çocuklar?!
    ...”

    [Prof. Dr. Mustafa İnan
    İnşaat Mühendisi
    1911-1967
    “Bir Bilim Adamının Romanı”
    Oğuz Atay
    1975]

    * * *
    Aşağıda sayın Eğilmez’in yazdıkları ile beraber yorum pencerelerini sonuna kadar lütfen acele etmeden ve dikkatle okuyunuz.

    Okuma esnasında karşılaşacağınız “referans bilgiler”i, bir köşeye kaydediniz ve imkânınız el verdiği müddetçe bu bilgilere ulaşmaya çalışınız:

    1. Ahbap Çavuş Kapitalizmi
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/05/ahbap-cavus-kapitalizmi.html

    2. Temel Yanılgılarımız
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/05/temel-yanlglarmz.html

    3. Girişimcilik
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/06/girisimcilik.html

    4. İİBF’de Bölüm Seçimi
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/07/iibfde-bolum-secimi.html

    5. Küresel Krizin Çözümü İçin Maliye Politikasına İhtiyaç Var
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/07/kuresel-krizin-cozumu-icin-maliye.html

    6. Fiyat, Faiz, Kur Derken Asıl Meseleyi Kaçırıyoruz
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/07/fiyat-faiz-kur-derken-asl-meseleyi.html

    7. Büyüme Düştü, Merkez Yandı
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/09/buyume-dustu-merkez-yand.html

    8. İİBF Sorunu
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/09/iibf-sorunu.html

    9. Türkiye Ekonomisinin Bugünkü Sorunları
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/09/turkiye-ekonomisinin-bugunku-sorunlar.html

    10. Reform İllüzyonu
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/09/reform-illuzyonu.html

    11. Üniversite Süresini Nasıl Değerlendirmeli?
    http://www.mahfiegilmez.com/2014/10/universite-suresini-nasl-degerlendirmeli.html

    ===UYARI MESAJI #1===

    Animasyon video:

    “Hayatta herbirimizin görevi var; peki ama bu görevler ne ?!

    El Empleo

    The Employment”

    Süre: 7dk.

    Adres:
    http://vimeo.com/32966847

    ===UYARI MESAJI #2===

    “Sınıf bilinci nedir ?!”

    “Kaç Bize Gel !”

    Süre: 5dk.

    Adres:
    http://vimeo.com/57447092

    “Hayatta kalma rehberi (1)”
    http://kacbizegel.com/wp-content/uploads/Kac-bize-gel-brosur-1.pdf

    “Hayatta kalma rehberi (2)”
    http://kacbizegel.com/wp-content/uploads/Kac-bize-gel-brosur-3.pdf

    ===UYARI MESAJI #3===

    “Bencillik Çağı ~ Ben Çağı (The Century of the Self)”

    Hazırlayan: Adam Curtis (İngiliz belgesel ve film yapımcısı)

    Yayın yılı: 2002

    Bölümler:

    Bölüm 1: Mutluluk Makineleri (Happiness Machines)
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/22918234

    Bölüm 2: Rıza & İkna etme mühendisliği (The Engineering of Consent)
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/23204840

    Bölüm 3: Herbirimizin kafasının içine birer polis yerleştirilmiş: Bütün bunları kafamızdan kovmalıyız.
    (There is a Policeman Inside All Our Heads: He Must Be Destroyed.)
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/23485787

    Bölüm 4: Kettering’de şarap yudumlayan sekiz kişi
    (Eight People Sipping Wine in Kettering)
    İngilizce video:
    http://www.dailymotion.com/video/x17b3nc_the-century-of-the-self-eight-people-sipping-wine-in-kettering-4_news

    ===UYARI MESAJI #4===

    Prof. Dr. Yankı Yazgan (psikiyatrist) ile yapılan röportaj:

    “REKABET” KELİMESİNİ BEBEKLİĞİMİZDEN İTİBAREN BİZE NASIL ÖĞRETİYORLAR ?

    Adres:
    http://www.youtube.com/watch?v=o-0pePCFp4A

    Saygılarımla.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu yorumlar kitap gibi olmuş. Emeğinize sağlık. Katkılar için teşekkürler.

      Sil
    2. Nevzat bey yazdıklarınız bir ütopya, gerçekler ise 20.000 yıldır aynı şekilde devam ediyor. rekabet son yüzyılda ortaya çıkan bir şey değil, kapitalizm adını almış pratikten önce 10.000 lerce yıl süreç ve doğa bu şekilde ilerliyor. esas "ütopya"halkın afyonudur gerçekler ise uyarıcıdır. Adaptasyon realitesi eşitlik ve denklik ilkelerini altüst eder.dediğim gibi binlerce yılın gerçeğini bir yüzyılın ideali ile yıkamazsınız sadece daha da güçlendirirsiniz.

      saygılarımla
      Hasan

      Sil
    3. [1. BÖLÜM]

      (Toplam 2 bölümlük yorum)

      Hasan Bey,

      Yazıları yazan kişi sayın “Nevzat Evrim Önal” ile görüşmek isterseniz; yazıların hemen altında “kaynak” bölümünde verilen adresleri ziyaret ederek iletişim bilgilerine ulaşabilirsiniz.

      Kendisinin yazdıklarının %95’ine katılan, ve yazdıklarından bir seçki hazırlayıp bu blog sayfasında paylaşan biri olarak; “ütopya” kelimesi minvalinde beyan ettiğiniz görüşlerin yanlış olduğunu bildirmek zorundayım.

      “Kapitalizm” isimli sistemin;

      Hayatın doğal akışı içinde kendiliğinden ortaya çıktığı,

      Ve

      Bu sistemin “disipliner zeminde daha işler hâle” getirildiği yıl varsayılan 1776’dan (“The Wealth of Nations ~ Ulusların Zenginliği” adlı eserin yayımlandığı tarih) beri:

      En iyi olmasa bile, en iyiye en yakın sistem olduğu görüşü;

      En hafif tabir ile bir “ dayatma ! ” dan ibarettir.

      “Kapitalizm” isimli sistemin beslendiği yegâne iki kaynak; “rekabet” ve “bencillik” alanlarıdır.

      “İnsan” isimli varlık; diğer türler ile kıyaslandığında, dürtülerini kontrol edebilme yeteneğini daha da geliştirebilmiş olması sebebi ile:

      “Rekabet etmek” eylemini en aza indirgeme ve hattâ bitirme

      Ve

      "Bencilce davranmak" eylemini en aza indirgeme ve hattâ bitirme

      yeteneklerini görece geliştirmiştir.

      Zaman mefhumunu sizin beyan ettiğiniz ölçüt olarak; 10.000 ~ 20.000 yıl alsak bile:

      Onca yıldır süregelen bir sistem artık adım atamaz hâle geldi ise,

      Kendi yarattığı çürümenin en yüksek evrelerinden birini daha yaşıyor ise,

      Bu sistem;

      “ Onca yıldır devam etti, yine devam edecek; değiştirmek mümkün mü ?! ”

      sorusu nedeni ile; “ortadan kaldırılamaz” değildir.

      Hayat;

      Öncülüğünü René Descartes’ın yaptığı; sadece “determinism” bakış açısından ibaret değildir.

      “Hayatın gerçekliği”

      ile

      “Kapitalizmin gerçekliği”

      birbiriyle ilişkisi olmayan iki ayrı kulvardır, karıştırılmamalıdır.

      [Devamı 2. bölümde]

      Sil
    4. [2. BÖLÜM]

      “İktisat” isimli disiplinin düştüğü en büyük hata; bu disiplinin muhtevasının sadece ama sadece “kapitalizm” isimli sistemin dayattıklarından ibaret olduğunu zannetmesidir.

      Günümüzde devam etmekte olan “gerçekçilik” kavramı; birbirinden ayrı düşünülmesi imkânsız olan “siyasi” ve “iktisadi” sütunlara dayanır.

      Niccolò Machiavelli,

      Thomas Hobbes,

      Charles Maurice de Talleyrand-Périgord,

      Carl von Clausewitz,

      Otto von Bismarck,

      Joseph Stalin,

      Hans Joachim Morgenthau,

      George Frost Kennan,

      Henry Kissinger

      gibi isimler:

      “Hayatın gerçekliği” üzerine kafa yormuş kişiler değil;

      “Devlet kapitalizminin gerçekliği”

      ile

      “Özel sektör kapitalizminin gerçekliği” arasında gidip-gelen kişilerdir.

      Gerçekte, “devlet kapitalizmi” olan “komünizm” isimli sistem nasıl yıllarca “önkoşul!” olarak dayatıldı ise;

      Gerçekte, “özel sektör kapitalizmi” olan “serbest piyasa ekonomisi” isimli sistem de yıllardır “önkoşul!” olarak dayatılıyor.

      Lütfen dikkat buyurunuz:

      “Hayat”; sadece ikisinden ibaret değildir!

      Bu tuzakları görmek, ve önlemler almak için derhâl eyleme geçmeye mecburuz.

      Görüşlerinin büyük bir bölümüne katılmıyor olmakla birlikte;

      Karl Marks’ın şu uyarısı unutulmamalıdır:

      Türkçe:
      “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; aslolan sorun ise onu değiştirmektir.”

      İngilizce:
      “The philosophers have only interpreted the world, in various ways. The point, however, is to change it.”

      Almanca aslı:
      “Die Philosophen haben die Welt nur verschieden interpretirt; es kommt aber darauf an, sie zu verändern.”

      (Kaynak:
      “Feuerbach Üzerine Tezler”,
      11. tez,
      Yazıldığı tarih: 1845,
      Yayımlandığı tarih: 1888)

      Lütfen dikkat buyurunuz:

      Bu uyarı bir ütopya değildir!

      “Hayatın gerçekliği” ile “Kapitalizmin gerçekliği” birbiriyle ilişkisi olmayan iki ayrı kulvardır, karıştırılmamalıdır.

      Yukarıda yazılanları daha iyi anlamak için:

      Aşağıda sayın Eğilmez’in yazdıkları ile beraber yorum pencerelerini sonuna kadar lütfen acele etmeden ve dikkatinizi vererek okuyunuz.

      Okuma esnasında karşılaşacağınız “referans bilgiler”i, bir köşeye kaydediniz ve imkânınız el verdiği müddetçe bu bilgilere ulaşmaya çalışınız:

      1. Ahbap Çavuş Kapitalizmi
      http://www.mahfiegilmez.com/2014/05/ahbap-cavus-kapitalizmi.html

      2. Temel Yanılgılarımız
      http://www.mahfiegilmez.com/2014/05/temel-yanlglarmz.html

      3. Girişimcilik
      http://www.mahfiegilmez.com/2014/06/girisimcilik.html

      4. İİBF’de Bölüm Seçimi
      http://www.mahfiegilmez.com/2014/07/iibfde-bolum-secimi.html

      5. Küresel Krizin Çözümü İçin Maliye Politikasına İhtiyaç Var
      http://www.mahfiegilmez.com/2014/07/kuresel-krizin-cozumu-icin-maliye.html

      6. Fiyat, Faiz, Kur Derken Asıl Meseleyi Kaçırıyoruz
      http://www.mahfiegilmez.com/2014/07/fiyat-faiz-kur-derken-asl-meseleyi.html

      7. Büyüme Düştü, Merkez Yandı
      http://www.mahfiegilmez.com/2014/09/buyume-dustu-merkez-yand.html

      8. İİBF Sorunu
      http://www.mahfiegilmez.com/2014/09/iibf-sorunu.html

      9. Türkiye Ekonomisinin Bugünkü Sorunları
      http://www.mahfiegilmez.com/2014/09/turkiye-ekonomisinin-bugunku-sorunlar.html

      10. Reform İllüzyonu
      http://www.mahfiegilmez.com/2014/09/reform-illuzyonu.html

      11. Üniversite Süresini Nasıl Değerlendirmeli?
      http://www.mahfiegilmez.com/2014/10/universite-suresini-nasl-degerlendirmeli.html

      Saygılarımla.

      Sil
  50. Yaziniz icin cok tesekkurler. Hocam aklima uzun zamandir takilan soruyu size sorayim. Ornekten yola cikarsak yemek yemenin alternatif maliyeti sadece sinemadan vazgecmek midir? Tiyatroya gitmemek veya futbol maci izlememek de olabilir. Bunu gibi binlerce ornek cogaltamaz miyiz? Peki bu durumda alternatif maliyet biraz soyut kavram olmuyor mu? Iktisadi kar hesaplamasinda alternatif maliyeti hesaba kattigimiza gore Nasil hesaplayabiliriz ki kacirdigimiz firsati? Tesekkurler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Eğer o anda kafanızda sinema veya tiyatro ya da futbol maçı varsa bunlar da alternatif maliyete girer tabii. Ama yatırım yaparak bir üretim işine giren bir kişi için örneğin alternatif maliyet parasını bu işe yatırmak yerine mevduat ya da tahvile yatırıp faiz kazanmak ve bir işe girip ücret elde etmektir. Yani yatırımı sonucunda elde ettiği kazancı hesaplarken bunları da düşmesi gerekir. Eğer muhtemel faiz ve ücret gelirlerini düştüğünde hala kazançlıysa o zaman ekonomik anlamda kar etmiş sayılır.

      Sil
  51. Hocam, şu Kaçak Saray ne pahasına yapıldı ? ona da bir açıklama getirseydiniz sevinirdik doğrusu..İlk verdiğiniz örnekte iki simit alıp filmi izleyerek alternatif maliyetleri eşitlemek de vardı..Sizin yazılarınızı okumanın da bir maliyeti var ama biz severek katlanıyoruz bu maliyete. Okumadan edemiyoruz, varsın yatsın öteki işler,ziyanı yok

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkürler.
      Sözünü ettiğiniz saray birçok açıdan sorunlar yaratan bir yatırım. İktisatçı gözüyle tümüyle israf.

      Sil
  52. Hocam Merhaba,
    Tahvil piyasaları faiz oranları üzerinde Hicks'in gösterdiği kadar etkili mi? Ayrıca Hicks'in önerdiği modelde tahvil fiyatlarındaki artışın faiz oranını düşürdüğü söyleniyor. Tahvil piyasalarını incelerken ise faiz oranındaki düşüşün tahvilin fiyatını düşürdüğünü görüyoruz. Hangisi bağımlı hangisi bağımsız?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Tahvil fiyatı düşerse faizi artar ya da tahvil fiyatı artarsa faizi düşer. 100 TL'lik bir yıl vadeli bir tahvil düşünün. Bunu 90 TL'ye satıyorlar. Faizi (100 - 90) / 90 = % 11. Şimdi bu tahvile talep olduğunu ve tahvili 92 TL'ye aldıklarını düşünün. Bu durumda tahvilin fiyatı artmış olur (90 TL'den 92 TL'ye.) Buna karşılık faizi düşer (100 - 92) / 92 = % 8,7. Hesap budur. Faiz bağımlı değişken.

      Sil
  53. Değerli Hocam, merhaba ,ellerinize sağlık çok güzel bir yazı olmuş. Yazıyı okuduktan sonra kullanmış olduğunuz başlık beni şu düşüncelere sevketti.Malumunuz İstanbula yapılmasına başlanan yeni havalimanı. Projenin maliyeti sadece yaplmakta olan gözle görülen çıplak proje maliyeti değil , ulaşım, altyapı şehirin gelişme aksının çok ileriye ötelenerek tarımsal alanlara sıçreması, merkeze olan uzaklıktan dolayı kişilerin zaman kayıpları ve benim bir mühendis olarak göremediğim yığınla negatif etki.Hocam,devlet planlama teşkilatı en ufak bir baraj yapılırken dahi fizibilite açısından projeleri etüt ederken neden bundan çok daha büyük mega projeler için kamuoyuna görüş deklare edemiyolar yada bu bahsettiğim konu göreceli bir kavram mıdır yoksa benmi yanlış düşünüyorum. Bu konu ile ilgili Sayın Ege CANSEN abimizin ısrarla belirttiği üzereki bence çok haklı bu konu siyaset dışında değerlendirilecek bir konu değilmi?NE PAHASINA böyle yeni bir havalimanına sahip olacağımız konusunda kısa da olsa bir analiz yaparsanız en azından bizlerde olayı net ve tarafsız bir açıdan görmüş olacağız. Saygı ve Hürmetlerimle

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkürler.
      Evet çok doğru. Bu tür yatırımlar çevreyi öldürerek yapılıyor ne yazık ki. Tabii bu tür yatırımlar bu şehre göçü daha da arttırıyor ve yenilerini yapmak gerekiyor.
      Aslında bu yazımda belki havaalanını örnek vermedim ama bunları anlattım.

      Sil
  54. Hocam bugün yazı beklemiyordum ama yine de bi bakayım dedim bloga.
    İyi ki bakmışım.
    Düşünüp te dillendiremediğim birçok şeyi kapsamlı ve anlamlı olarak gayet iyi yazmışsınız.
    Hocam herkes her alanda büyümek istiyor. Sokaktaki bakkaldan , tekelci şirketlerden tutun devletlerin kendilerine kadar. Bu böyle nereye hocam?
    Bir de örneğin ben Bodrum'da yaşıyorum ve işçiyim. 3-4 sene önce ev fiyatları merkezde 120 bin civarından başlıyordu. Şimdi 220 bin den başlıyor. Sürekli talep olduğundan artmaya da devam ediyor. Ben maaşımla asla bu hıza yetişemem. Bu ülkede yaşamaya devam edersek ; gelir adaletsizliği , vergi adaletsizliği falan derken ben ve benim gibiler hep yerinde mi sayar yoksa daha da geri mi gider?
    Bazı ekonomistler konut balonundan bahsediyor umarım öyledir.
    Bu arada yazılarınızı merak ve keyifle takip ediyorum. Çok aydınlatıcı bilgi ve birikimler için teşekkürler.
    Ayrıca her yoruma ilgi ile cevap vermeniz de harika , bütün yorumları merakla okuyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim.
      Ne yazık ki sabit gelirliler bu ülkede her zaman sıkıntıyı çeken kesim oluyor. Ben çocukken de öyleydi şimdi de öyle.

      Sil
    2. Hocam, bu konuya da bir değinseniz çok güzel olur. neden sabit gelirliler bu kadar sıkıntı çekiyor?sebepleri nedir? çözüm ne olabilir?
      çok aydınlatıcı bir yazı olacağından eminim, şimdiden teşekkürler ))

      Sil
  55. Güzel bir yazı olmuş hocam. Yazdıklarınıza katılmamak elde değil. İktisatçılar, şirket yöneticileri, politikacılar; bazen büyüme / kar artışı gibi hedeflere o kadar odaklanıyorlar ki aslında bunların amaç değil araç olduklarını unutuyorlar. İnsanlar için esas amaç mutlu, refah içerisinde bir hayat sürmek ve sonraki nesillere çok fazla tahrip tahrip edilmemiş, daha güzel bir dünya bırakmak olmalı. Ekonomik büyüme araç değil amaç olsa çalışma saalerini 8-17'den 6-19'a çıkarır, ekonomik olarak büyürdük; kişi başına milli gelirimiz artardı ama bu bizi daha mutlu yapmazdı.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok doğru. Bütün mesele eskilerin deyimiyle izan veya ölçüyü kaçırmamak. Büyümek iyidir ama aşırı büyüme arzusu ve zoru çevreyi bitirmeye kadar itiyor insanoğlunu. Kendi yaşam alanlarını bitirdiğini farkedemiyor.

      Sil
  56. Hocam yazılarınızı beğenerek okuyorum öncelikle teşekkürler.
    Bu haftaki teziniz biraz kafamı karıştırdı.
    Kapitalizmin en büyük kar maximizasyonu ve büyüme.
    Fiyatlar düşüp Fakir halk lüks ürünlere fiyat düştüğü için ulaşabiliyor ise bu refahı arttırmaz mı?
    Ya da fiyatlar aynı kalıp fakir halk zenginleşip bu ürünlere ulaşabiliyor ise bu refahı arttırmaz mı?
    Iki durumda da fakir halkın refahı artıyor, fakir halk zenginleşmesin doğa mahfolur tezi kapitalizmi yenerken övmüyor mu?(sosyal eşitlik imkansızdır tezi gibi olmuş sanki)
    Yazılarınız için teşekkürler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Fiyatlar düştüğünde bilin ki o mal lükslükten çıkmış yerine pahalı mallar yani yeni lüks mallar gelmiştir.

      Sil
  57. Merhaba hocam, öyle güzel yazılar yazıyorsunuz ki iktisat doktora öğrencisi olarak imreniyorum ve ilerde umarım sizin gibi iyi bir iktisatci olabilirim. Bugün yazdığınız yazının ana teması bence "abd yi yeniden keşfetmeye gerek yok" önemli olan bundan sonraki süreçlerde biz yeni ne katabiliriz hem ülkemize hem dunyaya.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim.
      Umarım istediğinizi yapma fırsatı bulursunuz.

      Sil
  58. Hocam selamlar,

    yazınız doğa ve dünyamız açısından çok iyi bir yere değinse de biraz "duygusal" bir yazı olmuş iktisatçılar için, zira uçak üretmeyi sadece maliyet olarak kıyaslarsanız, bir ülkenin "know-how" elde etmeme maliyetini de katmanız gerekir. Inovasyonun veya icat'ın bir maliyeti vardır ve bu maliyeti ödemezseniz ileri ülkeler konumuna geçemezsiniz aynı zamanda bu inovasyon maliyeti evet okul yapımı hastane vb. maliyetleri göze almayı gerektirir.

    Kısacası başka ülkeler çok daha ucuza savaş uçağı yapıyor diye veya entegre devreler yapıyor diye bu işlere girişmez isek peki nasıl gerçekten bilim ve mühendislikte orjinal ve karlı ürünler yapabiliriz? çin yıllarca batının ürünlerini taklit ederek maliyetli bir şekilde ürünleri çıkardı ve ta ki orjinal ve ucuza getirmenin yolunu bulduklarında dünyaya açıldılar.

    "daha ucuzu var sizin yapmanız anlamsız ve maliyetli" demek bilim ve mühendisliğe uymaz ama ticarete pekala uyar.

    iyi çalışmalar.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Dediğiniz doğru tabii ama 200 yıldır tekstil sektöründe en az 60 yıldır da otomotiv sektöründe bulunduğu halde her iki sektörden de bir tek dünya markası çıkaramamış bir ülkenin bunlarla uğraşıp buradan katma değer elde etmek yerine hiç bilmediği bir uçak işine girip milyarlarca doları yatırması akıllıca bir seçim olur mu? Ben bu seçimin bilim ve mühendisliğe uyacağını düşünemiyorum. Çünkü bilim de mühendislik de gerçeğin karşısında olamaz.

      Sil
  59. Hocam merhaba. CNBC deki yorumlarınızda sürekli olarak Türkiyenin önümüzdeki dönemlerde %5 lik potansiyel büyümenin altında bir büyüme göstereceğini tahmin ettiğinizi söylüyorsunuz. Bunun temel nedeni nedir hocam? Türkiye şu anda tam olarak nasıl bir büyüme modeli izliyor hocam bu konuda bilgi verirseniz çok sevinirim. Şimdiden çok teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bunun temel nedeni cari açığın frenlenmesi gereğidir. Türkiye cari açık vererek büyüyebilen bir ekonomi. Bunu durdurunca büyüme de düşüyor. Yalnız bu petrol fiyatları düşüşü durumu biraz lehimize çevirecek gibi.

      Sil
  60. Kapitalizmin kurallarıyla oyunu oynamayı kabul etmiş bir ülke olduğumuz gerçeğini unutmayarak kendimizi eleştirmemiz gerktiğini düşünüyorum. Bu noktada getirdiğimiz eleştiriler kendi bacağımıza sıkıp yarışta geri düşmemize sebep olmamalı. Yok ben farklı paradigmaları savunuyorum diyenlere saygı duyarım. Mesela yazının başındaki sözü söyleyen kızıl derili sisteme içinden bir eleştiri getirmiyor, o paranın yani kapitalizmin varlığına toptan bir karşıtlık sergiliyor. Sisteme içinden getirilen eleştiriler ise üretilen konfor ve refahtan vazgeçemeyen fakat bazen de doğanın tüketildiği gerçeğini hatırlayıp hayıflanan bireylerin veya doğayı bir asset olarak gören ve sistemin sürdürülülebilirliği için bu eleştirileri yapan aklın karşı çıkışları olabilir ancak. Burada ikinci sınıfa giren eleştiriler paragrafın başında yazdığım gerçeği de göz önünde bulundurarak ülkemizin bu yarışta geri düşmesine sebep olmayacak dengeyi tutturmuş olmalı.

    YanıtlaSil
  61. hocam 99-01 arası uygulanan döviz çapası uygulamasına bir nevi sabitr kur politikası diyebilir miyiz?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu uygulamaya sabit kur denmek yerine daha çok 'bir bant içinde dalgalanma rejimi' deniyor. Yani kur bandın üst veya alt limitlerini geçmeye yöneldiğinde MB müdahale ederek kuru yine bant içine sokuyor.

      Sil
  62. Tekrar merhabalar Hocam,

    uçak üretme örneğinden yola çıkarak bir soru sormak istiyorum.
    dışarıda 50, bizde 100 milyona üretiliyor diyelim.
    Ama dışarıdan EURO cinsinden alınabilmekte, yurtiçinde ise TL cinsinden üretilebilmekte, ve biz 5-10 sene sonra kurun nerelerde olacağını bilemiyoruz.
    bu açıdan nasıl yaklaşabiliriz?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. O zaman iş değişebilir. Ama gerçek durum böyle değil. Çünkü bırakın uçağı biz ürettiğimiz malların yüzde 60'ını ithal mallar kullanarak yapıyoruz. Bugün ihraç ettiğimiz her 100 dolarlık malın 60 - 70 doları ithal mallardan oluşuyor.

      Sil
    2. Mahfi Bey günaydın,

      "İhraç ettiğimiz her 100 dolarlık malın 60-70 doları ithal mallardan oluşuyor." tespiti bir araştırmaya mı dayanıyor? Bu çalışmayı kim yapmış? Bu araştırmayı okuyabilme imkanımız var mı?

      Bir başka köşe yazısında, bu rakam %40 olarak yazıldı. Doğrusu nedir anlamında sormuyorum, böyle bir araştırma var ise okumak isterdim.

      Bildiğim kadarıyla dahilde işleme rejimi vasıtasıyla ihraç edilmek kaydıyla aramalların ithal edilmesi söz konusu. Ve bu sonuca göre bu oran, ne kadar aramal ithal edildi (bölü) bu kapsamda yapılan ihracatın oranıdır. Ki o zamanki çalışmada % 80 gibi bir rakam ortaya çıkmıştı. Şimdi bu oran %60 indiyse bir gelişme var demektir.

      Yalnız bizim tüm ihracatımız bu rejim kapsamında olmuyor, bir de bu rejim vasıtasıyla yapılan ithalatlarda ne yazık ki hepsi ihracat için kullanılmıyor. İç tüketime de gidiyor. Burda bir vergi kaybı söz konusu aslında. Dolayısıyla bu oranda sağlıklı bir oran olmadığı ortaya çıkıyor.

      Ama bu bir başka ciddi bir çalışmanın ürünüyse, dediğim gibi okumak isterim.

      Sil
  63. Bazı tercihlerin sonuçları bugüne bir faydası olmayabilir, hatta anlamsız ve ekonomik olmayabilir de. (Hindistan örneği) Ama bu çalışmalar kesintiye uğramaz, gelişim göstermeye devam ederse gelecek nesillerin çok duasını alır bugünkü tercihler. Tıpkı zamanında Devrim arabalarında yaşadığımız süreci bitirmeseydik, şimdi biz de çok müteşekkir olacağımız gibi.

    Uçak burada ileri düzey teknolojiyi temsil ediyor. Aslında örneğinizde eksik kalan husus, uçak üreteceğimize, şu ileri düzey teknolojiye yatırım yapmalıyız olmalıydı. Çünkü daha evvelki yazılarınızda da yüksek katma değerli ürünlere yönelmemiz gerekliliğini yazıyorsunuz zaten.

    Ve bence asıl yönelmemiz gereken alan enerji olmalı. Enerji alanlarında teknoloji üreten, bilim üreten bir ülke olmalıyız. Aksi halde bugünkü enerji bağımlılığımızı ileride arar duruma gelebiliriz. Bu konuda fazla bilgim olmadığından soruyorum, fosil yakıtlar bitince, bu gemiler, uçaklar, tırlar hangi yakıtla, hangi teknolojiyle hareket edecekler? İhraç edeceğimiz malları ne ile taşıyacağız? Bu Çin o yüzden mi bir tren hattı döşemek istiyor avrupaya kadar?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Devrim arabasının yapıldığı zaman ile bugün çok farklı. Ayrıca arabayla uçak aynı şey değil. Bugün bir şey yapacaksanız mevcudu aşacak ya da mevcuttan ucuza çıkacak şey yapmalısınız ki ticari açıdan bir anlamı olsun. Bizim illa kendi uçağımızı yapacağız diye mevcuttan geri, daha pahalı ve dolayısıyla başkalarına satış şansı olmayan bir uçak yapmamızın bir anlamı yok. Benim anlatmaya çalıştığım budur. Sizin de vurguladığınız gibi asıl olarak bizim yeni teknoloji üretecek işlere yatırım yapmamız lazım. Buna hiç bir itirazım yok. Ama bunu yapabilmek için önce o teknolojiyi düşünecek, planlayacak insanlar yetiştirmemiz lazım. Bugünkü eğitimle bunu yapmamız mümkün görünmüyor.
      Çin niye bu düzeye geldi? Kore bu işi nasıl yaptı? Bu soruları yanıtlamak için önce bizim eğitim sistemiyle onlarınkini karşılaştırmamız lazım.

      Sil
    2. Güney Kore'nin bir avantajı vardı, okuduğum kadarıyla söylüyorum, araba sektörünü desteklemek için gümrük vergilerini çok arttırmıştı zamanında. Herhalde yeni bir Güney Kore vakası ortaya çıkmaması için Dünya Ticaret Örgütü bu uygulamayı kısıtladı. Mesala bizim elimizde böyle bir opsiyon yok şuanda.O dönemde Güney Kore'nin de olmasaydı bu alanda varolamazdı belki de, değil mi?

      Eğitim uzun vadeli bir yatırım, bizim kısa vadede de birşeyler yapmamız lazım. Eldekinleri de kullanacağız :) 15 sene bilimsel eğitimle yetişmiş nesli bekliyelim dersek de olmaz.

      Yalnız Mahfi Bey, neden peşin hükümlü oluyoruz " illa kendi uçağımızı yapacağız diye mevcuttan geri, daha pahalı ve dolayısıyla başkalarına satış şansı olmayan bir uçak yapmamızın bir anlamı yok " diyerek. 2 seçeneğimiz yok ki, iyisini yapacağız ya da kötüsünü. Şuan taşıt sektörümüz de var değil mi? Markamız yok, ama üretiyoruz, burada üretilenleri satın alıyoruz, ihraç da ediyoruz. Ve bu sektörde de ciddi bir istihdam var. Aynı metod uçak sanayinde neden olmasın ki? Zaten kimseninde kısa vadede %100 yerli, kendi markamız olan bir uçak üreteceğiz dediği yok. Bu uzun vadeli bir hedeftir. Ama bizim bu sektörde ciddi harcamalarımız var, uçak ile iç ve dış hatlarda yolcu taşımacılığı gibi.

      Sil
  64. Mahfi Bey,
    Atatürk çocuğuyum... Yakında mirsaı açıklanacakmış (açıklanmayan mirası)... Bu konudaki düşüncelerinizi önmesiyorum. Saygılar...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İsterseniz açıklanınca bir daha konuşuruz bu konuyu. Şimdi ne desek spekülasyondan öteye gitmez.

      Sil
    2. peki Mahfi Bey, teşekkürler....

      Sil
  65. Tünaydin hocam. Öncelikle yaziniz icin tesekkür ederim.

    Ucak ve araba konusunda Ricardo'nun karsilastirmali üstünlük (comparativ advantage) teorisi bize yanit vermeye yeterli mi? (Bu baglamda Singer-Prebish tezini dikkate almadigimizi varsayalim.)

    Biliyorsunuz hocam, The Club of Rome 1970'li yillarin basinda Dennis ve Donella Meadows yönetiminde (Proje timinde yanilmiyorsam Türkiye'den Ilyas Bayar'da vardi) bilimsel bir calisma yapildi. Ölcüt olarak cevre, nüfus ve kit olan kaynaklarin dagilimi esas alindi. Meadows büyümenin sinirlari adli kitabi yazdi. Makroekonomik derslere büyüme hadleri ve sürdürülebilirlik kavramlari katildi. Aradan yaklasik 45 yil gecti.

    Peki durum ne? En gelismis ekonomiye sahip olan ABD Kyoto Protokolünü imzalamiyor. Dünya nüfusu 7 milyari asti. Afrika'dan tekneler ile Avrupa'ya gitmek isteyip de Akdeniz'de bogulan mülteciler. Insanlar bogulmayi göze aliyor, cünkü alternatifi ise ya savastan ya da acliktan ölecek! Güncel olan ve gündemden cikan, kit kaynaklarin paylasimi icin yapilan, savaslari da dikkate aldik mi, hic de bir ic acici tablo ortaya cikmiyor.

    Bilmiyorum konuyla ne kadar baglantisi vardir, fakat aklima Bertolt Brecht'in su deyimi geliyor, önce ekmek sonra ahlak!

    Hocam, mutlu hafta sonrali dilerim. Saygilarimla.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Haklısınız.

      Özellikle bugün:

      “ İnsan ! ” faktörü; “iktisat” disiplini içinde, geçmişte hiç olmadığı kadar unutulmaya yüz tuttu!

      Şu kökü unuttuk:

      “EKONOMİ”, İNSAN İÇİNDİR;

      “İNSAN”, EKONOMİ İÇİN DEĞİLDİR!

      Daha acı olan ise:

      Özellikle İ.İ.B.F.’lerin;

      İktisat,

      İşletme,

      Uluslararası finans,

      Çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri

      bölümleri başta olmak üzere, neredeyse hepsinde, öğrencilerin beyninde bu kök (çok küçük bir azınlık haricinde) artık hiç yetiştirilmiyor!

      Saygılarımla.

      Sil
  66. Çok güzel bir yazı olmuş, hocam soru şu Venüs projesi (kaynak bazlı ekonomi) inceleme fırsatınız oldu mu ilk bakışta çok mantıklı geliyor, bir bilginiz varsa değerlendirmenizi merak ederim, sevgiler. Barış.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet inceledim. Hoş bir proje ama hayata geçirilme şansı çok düşük. Ancak kapitalist sistem çökerse hayata geçirilebilir. Kapitalist sistem çökerse başka şeyler gündeme geleceği için yine bu sisteme sıra gelmeyebilir.

      Sil
  67. Hocam,

    Ne hükümetin, ne paralelin ne de başka bir grubun tarafındayım.

    Şu yazının, objektif bir bakış açısı ile yazıldığı kanaatindeyim.

    Özellikle, ülkede kronik hale gelmiş ‘dual (ikili) harcama yapısı’, ‘AKP’nin iktisadi hedefi’ başlığı altında ikinci paragrafta yazılanlar (‘Artık iktisat literatürü bile’ ile başlayan kısım) ve ilerleyen paragraflarda geçen ‘yeniden dağıtım (re-distributional)’ düzeninin niçin uzun vadede ülke ekonomisi için yeterli olmayacağını çok iyi ifade etmiş.

    Sizin bu yazınızın konusu ile yakından ilgili hocam. Umarım dikkate alırsınız.

    *
    AKP’NİN GÜCÜ NEREDEN GELİYOR?

    Öner Günçavdı

    4 Aralık 2014, t24.com.tr

    Genellikle bizim gibi ülkelerdeki beklenti, aşırı vergileme nedeniyle özel kesimin vergiye tabi gelirlerini düşük gösterip, daha az vergi vermesi ve bunun için de gelirlerinin bir kısmını kayıt dışına taşımasıdır. Bu hususta Türkiye’nin özgünlüğü ise, özel kesim gibi kamu kesiminin de, uzun yıllar amaç edinilen mali disiplin gereği kamu bütçesine getirilen kısıtlamalar sebebiyle gelir ve giderlerini bütçe dışına çıkarması ve böylece bir çeşit kayıt dışılığı tercih etmesidir.

    Bu şekilde kamu kesimi, tıpkı özel kesim gibi tahmin edilenden çok daha yüksek düzeyde harcama kabiliyeti kazanabilmektedir. Bir yandan, bütçe kapsamındaki harcamaların sınırlandırılmasıyla sağlanan ‘mali disiplin’ ile uluslararası kurum ve yatırımcılar nezdinde önemli bir makroiktisadi hedefe ulaşılmakta ve ülke kısa vadeli sermaye yatırımları için cazip hale gelmektedir. Öte yandan bütçe dışı hacamalar yoluyla, kaynak kullanımları açısından kamu kurumlarına ‘denetimsiz bir özgürlük’ sağlayabilmektedir.

    Bu noktada merak edilen husus, Türkiye’de uygulandığı şekliyle mali disiplinin amaçladığı gibi kamuyu harcamaktan alıkoyup koymadığı ve/veya bu harcamaların rasyonel bir şekilde yapılabilmesine olanak sağlayıp sağlamadığıdır.

    Uzun yıllar boyunca devam eden uygulamalar neticesinde bu yöntem, giderek kanıksanmış ve çok büyük miktarlara varan kaynakların kayıt dışına çıkarılmasına vesile olmuştur. Günümüzde önemi artık yadsınamaz nitelik taşıyan bu konu, ekonomideki mali kaynakların nasıl kontrol edileceği, kimin tarafından ve hangi amaçlarla kullanılacağı noktasında düğümlenmiştir.

    Bu sorulara verilecek yanıt ise, aynı zamanda mali kaynakların kullanımını belirleyecek modelin temel unsurlarını oluşturacaktır. Bu unsurlar AKP iktidarının uyguladığı finansman modelinin sağladığı mali kaynakların kullanımına yön vermektedir.

    Borçlanarak elde edilen kaynakların ekonomide yarattığı ‘likidite bolluğu’ ve yüksek harcama kapasitesi, özel kesime olduğu kadar kamu kesimine de, gerek bütçe dahilinde gerekse bütçe dışında informel yollarla yüksek harcama kabiliyeti kazandırmıştır. Özellikle kamu kesimi harcamalarının bütçe dışı harcamalar haline dönüşmesi AKP iktidarı açısından ciddi bir siyasi avantajın doğmasına da vesile yaratmıştır.

    Son yıllarda gerçekleşen kayıt dışı harcamaların ulaştığı boyut ve işaret ettiği yüksek refah düzeyi artık TÜİK başkanının bile dikkatini çekmiş ve milli gelir hesaplama yönteminde yapacakları revizyona dayanak teşkil eder duruma gelmiştir.

    =====>

    YanıtlaSil
  68. =====>

    MALİ DİSİPLİN VE DUAL (İKİLİ) HARCAMA YAPISI

    2002-2007 yılları arasındaki birinci döneminde IMF ile daha önce varılan anlaşma gereklerine uyan AKP iktidarının önüne, ekonomi alanında önemli yeni fırsatlar çıkmıştır. Enflasyon ve faiz büyük oranlarda düşüş kaydetmiş, dışardan gelen sermaye içeride enflasyonla mücadele politikasının yarattığı mali kısıtların etkisini azaltarak döviz kurunun düşmesine imkan sağlamıştır.

    Ekonomideki kaynakların etkin kullanımının bir göstergesi olarak değerlendirilen ‘mali disiplin’ performansı yabancı sermayenin ülkeye girişini teşvik etmiş ve ekonomideki harcamaların artışını sağlayan likidite bolluğuna sebep olmuştur. ‘Daha fazla mali kaynak, amacı ne olursa olsun daha kolay harcanabilir duruma gelmiştir.’

    Tüm bunların psikolojik etkisi AKP iktidarının popülaritesinin artması sonucunu doğurmuştur. Ekonominin borçlanarak elde ettiği büyük mali kaynaklar ‘formel’ ve/veya ‘informel’ yollarla geniş halk kitlelerinin hizmetine sunulabilmiştir. Bu makroiktisadi başarıların sürdürülebilmesi ise ancak enflasyon, faiz ve kur düzeyinde elde edilen istikrarın devamıyla mümkün olmuştur. İstikrarın devamlılığı ve ihtiyaç duyulan sermaye girişlerinin sürekliliği için de ‘mali disliplinin’ gözetilmesine ve bununla bağlantılı olarak kayıt altındaki harcama hedeflerine getirilen sınırlamalara uymaya özen gösterilmiştir.

    2001 öncesinde yüksek faiz ve iç borçlanma yoluyla, kamunun ihtiyaç duyduğu kaynakları kolaylıkla temin eden iktidarların, gözetilen yeni makroiktisadi hedefler nedeniyle ihtiyaç duyulan kaynakları 2001 sonrasında da aynı şekilde elde edebilme imkanı kalmamıştır. İster kayıtlı sistem içindeki kaynaklar olsun, isterse kayıt dışında oluşan bu kaynaklara iktisadi sistem içinde hala ihtiyaç bulunmaktadır. Ne var ki ‘mali disiplin’ adı altında harcama hedeflerine yönelik kısıtlamalar, AKP iktidarının da kendine göre ulaşmak istediği birtakım iktisadi amaçları bulunduğu ve bu amaçları gerçekleştirecek kaynaklara ihtiyaç duyduğu gerçeğini değiştirmemiştir.

    ‘Mali disiplin’ koşulu ile ekonomideki mali kaynakların kullanımına getirilen sınırlama gerçekten AKP kadrolarının pragmatizmi sayesine kolayca çözülebilmiştir. Bir yandan kamu kesiminin kayıt içindeki faaliyetlerinin oluşturduğu bir mali disiplin performansı ile dış dünyanın duymak istediği mesajlar verilirken, bütçe dışı kaynak kullanımları yoluyla da, dışarıya verilen mesajla çelişen kendi siyasi amaçlarına yönelik harcamaları gerçekleştirebilmiştir. Öncelikleri farklı iki harcama yapısı birbiriyle çelişen iki farklı mesaj içermektedir; birisi dışarıya olumlu bir makroiktisadi yönetim mesajı verirken, diğeri içeride geniş halk kitlelerine yönelik popülist bir mesaj vermektedir.

    Bu durum, büyük bölümü ticaret hayatından gelen AKP kadrolarının çok da yabancısı olmadıkları bir uygulamadır. Zira ülkemizdeki, özellikle küçük esnafın ‘ikili bir mali kayıt sistemine’ sahip olduğu bilinmektedir. Bunlardan biri vergi matrahlarının hesabı için resmi olarak tuttuları defterlerdeki, diğeri ise beyan edilmeyen iktisadi faaliyeleri içeren ve sadece ilgili kişiye özgü bir anlam ifade eden mali kayıt sisteminin bulunmasıdır. Gündelik hayatımızda bir norm haline gelmiş olan bu tarz uygulamalar, AKP iktidarı döneminde gerçekleşen birtakım harcamalara kaynak yaratılmasında mahirane bir şekilde kullanılmıştır.

    =====>

    YanıtlaSil
  69. =====>

    AKP’NİN İKTİSADİ HEDEFİ

    Günümüzde küreselleşmenin en önemli etkisi, dünya zenginliklerinin geniş halk kitleleri tarafından daha görünür hale gelmesine yol açması ve bu zenginlikten daha fazla insanın yararlanmasının sağlanmasıdır. Yalnız Türkiye değil, aynı zamanda Türkiye’ye benzer birçok gelişmekte olan ülkedeki siyasi sıkıntıların kaynağı, bir yönüyle küreselleşmeyle ortaya çıkan refaha erişim mücadelesidir. Arap Baharı’nı doğuran nedenler ve sonrasında yaşananlar hem siyasiler, hem de iktisatçılar tarafından bu yönüyle değerlendirilmektedir.

    Artık iktisat literatürü bile, sadece büyüme sağlayıcı politikaların ve uygulamaların peşinde değildir. Aynı zamanda elde edilen büyümeyle birlikte ortaya çıkan refaha geniş halk kitlelerinin erişiminin nasıl sağlanacağının üzerine de kafa yorulmaktadır. Bütün ülkeler büyüme sürecinin beraberinde getirdiği refahın tabana yayılmasını sağlayan bir büyüme arayışı içine girmiştir.

    Bu tarz bir büyümenin gereksinim duyacağı mali kaynaklar konjonktürel olarak dünya ekonomisinde ortaya çıkmış ve dünya likiditesi 2002 sonrası dönemde önemli artışlar göstermiştir. Bu artışta hem ABD, hem de Avrupa Birliği ekonomilerinde yaşanan ekonomik darboğazların etkisi yadsınamaz. Böylece gelişmekte olan ülkeler mali kaynaklara daha önce olmadığı kadar kolay erişim olanağı elde etmiştir. Dahası aynı erişim kolaylığı yurtiçi mali piyasalar üzerinden geniş halk kitlelerinin kredi imkanlarına erişimleri için de sağlanmıştır. En azından bu genişleme döneminde, mali kaynaklara erişim kolaylığı olan halkın refahında önemli oranda artışlar gerçekleştirilebilmiştir.

    Türkiye örneğinde 2001 sonrası reformlar ve mali kesimde sağlanan istikrar vasıtasıyla, geçmişe göre daha geniş halk kitlelerinin krediye kolay erişimi sağlanabilmiş; çok daha önemlisi, bu kolaylığın sürekliliği olumlu dış konjonktürün etkisiyle oldukça uzun bir süre temin edilebilmiştir. İktidar için böyle bir durum, geniş halk kitlelerinin ülkenin genel ekonomik gidişatı hakkındaki olumlu algısının ve desteğinin alınmasına yetmiştir. Ancak bu politikanın uzun dönemde sürdürülebilirliği son zamanlara kadar hiçbir şekilde gündeme gelmemiştir.

    Düşük gelir gruplarının krediye erişimleri bu kadar kolay olmasa da, bu kaynakların bir bölümü, kamu eliyle üretilip ortak kulanıma sunulan hizmetlerin miktarının arttırılması ve kalitelerinin iyileştirilmesinde kullanılmıştır. Böylece, kredi imkanlarına erişim kolaylığı olmayan düşük gelirli kesimlerin bile bu likidite bolluğunun yarattığı refahtan yararlanması sağlanmıştır. Altyapı imkanlarının iyileştirilmesi, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve sosyal yardımlaşma gibi konulardaki projeler bu amaçla hayata geçirilmiş projelerdir.

    Dikkat edilirse AKP döneminde iktisaden amaçlanan, uluslararası likiditenin sağlayacağı harcamalardan geniş halk kitlelerinin yararlanabilmesine imkan vermek ve bu şekilde mevcut kaynaklara mali kesim üzerinden doğrudan ve/veya devlet üzerinden dolaylı yoldan erişimi sağlayarak refah artışı temin etmektir.

    Amacın bu niteliği nedeniyle, AKP’nin izlediği iktisadi politikalar değerlendirilirken, bunların daha çok üretim yoluyla kaynak yaratan politikalar değil, aksine mevcut kaynakların geniş kitlelerce kullanımını temin etmek üzere oluşturulan ‘yeniden dağıtım (re-distributional) politikaları’ olduğuna dikkat etmek gerekmektedir. Dolayısıyla 12 yıl boyunca AKP politikalarının ağırlıklı olarak mevcut kaynakların kullanımına yöneldiği, aksine ülkenin öz kaynaklarının artışını sağlayacak üretim kabiliyetinin geliştirilmesine öncelik vermediği görülmektedir.

    =====>

    YanıtlaSil
  70. =====>

    Popülizm unsurları taşıyan bu iktisat politikalarının temel noktalarını şu şekilde ifade etmek mümkündür. Öncelikle ‘düşük kur’ vasıtasıyla halkın fazladan bir satınalma gücü ve refah artışı elde etmesi sağlanacak; ardından bu satınalma gücünün bugün kullanılması ve refah artışından bugün yararlanılması için ‘düşük faiz’ yoluyla harcamaların ertelenmesinin önüne geçilecek; ve nihayet elde edilen yüksek satınalma gücü ve refah düzeyinin istikrarı da ‘düşük enflasyon’ ile temin edilecektir.

    Bu hedeflere ulaşılabilmesi büyük ölçüde dışarıdan gelecek olan mali kaynak akımına ve buna yol açacak iyi bir makroiktisadi yönetime bağlıdır. Aslında 2002 sonrası uluslararası gözlemcilerin övgüyle karşıladığı makroiktisat uygulamalarını bu açıdan değerlendirmekte yarar vardır. Dahası böyle bir makroktisadi yönetimin vazgeçilmez unsuru ise kamu kesiminin, harcamalarını belli bir bütçe disiplini içinde yapma gereğidir. Durum bu olunca, ‘siyasi sonuçlar elde etmeye yönelik harcamalarının yetersiz bütçe imkanlarıyla gerçekleştirilebilmesi mümkün olmazken, bu harcamaları yapmakta kararlık gösteren iktidarın yeni finansman imkanları yaratmaya çalışması bir zaruret haline gelmektedir.’

    Kaynak yaratma konusunda önümüzdeki günlerde yaşanacak herhangi bir başarısızlık, toplumsal talepleri karşılamakta yetersiz kalan iktidarın ilerleyen günlerde giderek otoriterleşmesine neden olacaktır. Özellikle son zamanlarda ABD ekonomisinde görülen iyileşmelerin neticesinde giderek azalan uluslararası likidite, Türkiye gibi ülkelerin kaynak taleplerinin karşılanmasını güçleştirmektedir. Bu durum iktidardaki kadroların iddialı siyasi ihtiraslarıyla birleşince, toplumsal talepleri baskılayıcı otoriter bir yönetim şeklinin ortaya çıkmasına yol açacaktır.

    Ülke ekonomisindeki harcamaların dual (ikili) yapısı iktidara aday bir muhalefete de çok fazla hareket alanı bırakmamaktadır. Zira 12 yıl boyunca bütçe dışı yollarla finanse edilen birtakım harcamaların bütçe kapsamı içine alınması, ‘mali disiplinden’ sapmadan aynı düzeyde harcamanın yapılabilmesi bütçe kapsamında kaynak yaratılmasını zorunlu kılmaktadır.

    Ancak bu, önümüzdeki dönem maruz kalacağımız dış konjonktür ve ülke ekonomisinin karşı karşıya kalacağı düşük büyüme performansıyla gerçekleştirilebilecek bir durum olmayacaktır.

    ( http://t24.com.tr/yazarlar/oner-guncavdi/akpnin-gucu-nereden-geliyor,10754 )

    YanıtlaSil
  71. Hocam türev ürünleri, swap, futures ve diğer piyasalar için bir yazı yazsanız çok iyi olurdu.

    YanıtlaSil
  72. Mahfi Bey,

    Lütfen şimdi okuyacağınız kelimenin zıttını şahsınız için kastettiğimi sanmayın.

    Tüm samimiyetimle söylüyorum:

    -Vicdanlı- bir yazı kaleme aldığınız için size minnettarız!

    Galiba iktisatta -vicdan- kelimesinin hangi teorem içinde bir değişken olarak kullanıldığını gösteren bir formül, [Case/Shiller index]e benzer bir şablon henüz geliştirilmedi. -İnsan davranışları- gibi daha genel bir değişken kullanılıyor olabilir ama -vicdan- daha spesifik. Ve bunun ölçümünün yapılması neredeyse imkansız!

    Umarız bir gün -vicdanı- göz ardı etmeyen bir teori günyüzüne çıkarırlar da, bu çabaya destek olan kişilerden biri olarak sizi de her zaman anarız.

    Saygılarımızla...

    YanıtlaSil
  73. hocam şuan kapalı kapılar ardında olan şeyler nedir? petrol düellosu demiş msn http://www.msn.com/tr-tr/finans/ekonomi/petrol-d%C3%BCellosu/ss-BBgmVU2?ocid=mailsignout#image=1

    YanıtlaSil
  74. Kızılderili öyküsünün ülkemizdeki karşılığına gelen söz; "Namazda aklı olmayanın ezanda kulağı olmaz." olsa gerek.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kapitalizm

Paradan Para Kaybetme Dönemi

Faizin Doğuşu ve Yasaklanışı