Ocak 2014'de Türkiye'nin İşsizlik Şeması
Ocak 2014 itibariyle Türkiye’nin nüfusu 74.947 bin kişi. Aynı
tarih itibariyle Türkiye’nin işsizlik şeması şöyle çıkarılabilir.
İşsizlik Oranı =
(İşsizler / İşgücü) x 100 = (2.841bin
/ 28.036 bin) x 100 = 10,1
Not: Kayıtdışı istihdam, herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna tabi olmaksızın çalışanları gösteriyor.
Not: Kayıtdışı istihdam, herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna tabi olmaksızın çalışanları gösteriyor.
Hocam elinize sağlık. Sanırım başlık da 2014 olacaktı.
YanıtlaSilSaygılarımla.
Düzelttim, teşekkürler.
SilKısa ve net yazınız için teşekkürler
YanıtlaSilBurada dikkatimi çeken istihdam edilenler arasında kayıtdışı istihdamı nasıl hesaplıyorlar? Bilgilendirirseniz sevinirim.
Kayıtdışı istihdamdan kastedilen herhangibir sosyal güvenlik kuruluşuna tabi olmadan çalışanlar.
SilBildiğim kadarıyla anket yoluyla hesaplanıyor. TÜİK'in işgücü anketindeki sorulardan bir tanesini "bu işten dolayı bir sosyal güvenlik kurumuna kayıtlı mısınız" sorusu oluşturuyor. Pek çok kayıtsız çalışan da bu soruyu "başıma bir iş gelir" endişesiyle "evet" olarak işaretliyor ve bu nedenle de kayıtdışı istihdam olduğundan bir miktar düşük gözüküyor. Bkz: http://www.tuik.gov.tr/MicroVeri/Hia_2012/turkce/metaveri/kayit-deseni/index.html
SilBu arada yine gayet güzel özetlemişsiniz Mahfi Bey, emeğinize sağlık...
Kayıtdışı istihdam yasal mı? Kayıtdışı içine primi ödemeyenler (bağ-kur) dahil midir?
SilEvet zaten bütün işsizlik verisi 40 binden fazla aile üzerinden yapılan anketlerle belirleniyor. Sosyal güvenlik kurumlarına prim ödemeden işci çalıştımak ve çalışmak yasal değil. Ne var ki bu primlerin peşine düşünce işveren karım düşüyor gerekçesiyle adam çıkarıyor o zaman da işsiz sayısı artıyor. Bu yüzden çok fazla üstüne gidilemiyor. Bir ara oran yüzde 50 dolayındaydı şimdilerde 40'ın altına geldi.
SilKısa ve öz anlatım için teşekkürler hocam. İş gücüne katılım oranının artmaması için dua etmek lazım sanırım :)
YanıtlaSilAynen. Kadınlar iş talep ederse işsizlik oranı yükselir. Çünkü kadınların işgücüne katılım oranı çok düşük.
SilHocam İşsizlikle Mucadele Etmek Icin Ne Tür Politikalar Izlemeliyiz? Tesekkurler...
YanıtlaSilBurada özetlenemeyecek kadar uzun bir konu. İleride ayrı bir yazı konusu yapmayı düşüneceğim.
SilHocam elinize sağlık, işgücüne dahil plmayanların ayrıntısı varsa paylaşabilir misiniz?
YanıtlaSilHocam işsiz tanımlamasında bir düzeltme yapılması gerektiğini düşünüyor musunuz ? çünkü hesap "son 3 ay içerisinde iş arayıp 15 gün içinde işe başlayabilecek bir kişinin işsiz olduğunu " söylüyor. Yani düne kadar çalışabilecek durumdan olup iş aramayanları kabul etmiyorlar. bu sizce doğru bir tanımlama mı olmalıdır ? işsizlik rakamları siyasi terminolojide de çok kullanıldığı için siyaset malzemesi yapıldığı görüşündeyim, onun için fikrinizi almak istiyorum.
YanıtlaSilSon üç ay işinde iş arayıp iki hafta içinde işe başlayabilecek durumda olanlar diye tanımlanınca anketin yapıldığı tarih itibariyle olay saptanmış oluyor. Anket ayda bir yapılıyordu şimdi haftada bir yapılacak. Bu durumda işsizlik verisinin yayınlandığı günden bir hafta önceki durum belirlenmiş olacak.
SilSayın hocam öncelikle yazınız için teşekkürler...
YanıtlaSilBazı hükümet yetkilileri Türk ekonomisinin sağlam temeller üzerine konumlandırılğını ifade ediyor..
işsizlik oranı: 10.1 olunca bu sağlam temeller gerçekten sağlam mı yoksa yatırımclara ve piyasaya güven telkin etmek için mi ekonomimiz iyi gittiği ifade ediliyor...ayrıca işsizlik oranı 10.1'i ekonomimiz açısından nasıl yorumlamalıyız.... Saygı ve selam ile...
Yüzde 10,1 geçmişimizle karşılaştırılınca yüksek bir işsizlik oranı. 2001 krizi öncesinde bizde işsizlik oranı yüzde 7 - 7,5 aralığında bir yerdeydi.
SilSiyasetçilerin dediklerine fazla inanmayın. Muhalefette olsalar farklı iktidarda olsalar farklı açıdan bakarak yorum yapıyorlar. Türkiye, denilenin tam tersine çatısı fiyakalı ama temelleri çok sağlam olmayan bir binaya benziyor. Bu bloktaki Nabukadnezar'ın Rüyası yazımı okumadıysanız okumanızı öneririm. O yazıdaki heykel gibi bizim ekonomi. Üst tarafı parlak alt tarafı zayıf.
Teşekkürler sayın hocam.
SilHocam bu da kendi blog'umdan Türkiye'deki işsizliğe ilişkin alternatif bir yazı.
YanıtlaSilhttp://goo.gl/2IeLnQ
Gökyüzü, 2015'te işsizlik artmaya başlayabilir, 2015'in son çeyreği ve 2016'da ise TL'de sert değer kayıpları ve enflasyon olabilir, bunlar da istihdama olumsuz yansıyabilir diyor. Bakalım neler olacak?
Astroloji anladığım bir alan değil. Ama yazıyı beğendim. Çünkü gökyüzü benim düşüncelerime paralel sonuçlar veriyor.
SilAylin Durmaz'dan alternatif bir bakış açısı:
YanıtlaSilYARATICI OLUP SÜRÜNMEK: Elit Sınıfın Yeni Lüksü
Yazan: Aylin Durmaz
12 Nisan 2014, Karşı Gazetesi
Link: http://www.karsigazete.com/yaratici-olup-surunmek-elit-sinifin-yeni-luksu-makale,315.html
* * *
=== Sevdiği işte çalışmak adına! ===
Ev kirasını zar zor ödeyen
Arkadaşlarıyla tatillere gidemeyen
Yeni sezon kıyafetleri ancak vitrinden takip eden
Gece çıktığında birayı en ucuz içki olduğu için tercih eden
Festivallere katılmak için beleş bilet dilenen arkadaşlar
Size soruyorum; sizce de bu işte bir yanlışlık yok mu?
=== Sevdiğim İşte Çalışıyorum Kandırmacası ===
“Sevdiğim işte çalışıyorum” cümlesi artık öyle bir arabesk etki yaratıyor ki bende, kamyonetim olsa arka camdaki nazar boncuğu çıkartmasının hemen yanına iliştireceğim. Uzun mesai saatleri, iki kuruş maaş ve önünü göremediğin bir gelecek; “Sevdiğim işte çalışıyorum”
Yaratıcılık gerektiren sektörlerde çalışmanın ön koşulu para beklentisinin olmaması. O yüzden zaten birçoğumuz; sanat, moda, tasarım veya reklam gibi sektörlerde ya bir karşılık beklemeden ya da bizi kıt kanaat geçindirecek maaşlar karşılığında çalışıyoruz. Çünkü “yaratmanın ve ortaya çıkan biricik ürünün karşılığının madiyatla ölçülemeyeceğini biliyoruz!” Hadi yaa!!!
Çok fena kandırılıyoruz arkadaşlar. Koskoca bir sektör dönüyor yaratıcı insanların üzerinden. Hatta buna dönmek de denemez, ezip geçmek denir. Sektörün ezip geçtiği ve o yüzden tası tarağı satıp Londra'ya taşınan reklamcı bir arkadaşım, ilginç bir makale gönderdi. Pennsylvania Üniversitesi'nden Miya Tokumitsu, “Do what you love” (Neyi seviyorsan onu yap) kandırmacası üzerine uzun uzadıya bir çalışma yapmış; kişinin işiyle kurduğu ilişkiyi romantik bir aşk ilişkisine çeviren zihniyeti mercek altına almış. Yeni nesil sömürge kültürünün yoluna halı seren “neyi seviyorsan onu yap” söyleminin en büyük temsilcisi olarak da Steve Jobs'u hedef göstermiş.
=== Steve Jobs Romantizmi ===
Steve Jobs'un 2005 yılında Stanford Üniversitesi mezuniyet töreninde yaptığı o etkileyici konuşmayı eminim bir çoğunuz hatırlayacaksınız.
“Devam etmeme sebep olan şeyin yaptığım işe olan aşkım olduğuna ikna olmuş durumdayım. Neyi sevdiğinizi bulmanız gerek. Bu aşklarınız için geçerli olduğu gibi işiniz için de geçerli. İşiniz hayatınızın büyük bir kısmını kaplayacak. Gerçek anlamda tatmin olmanın tek yolu harika bir iş olduğuna inandığınız şeyi yapmanız. Harika bir iş yapmanın tek yolu ise yaptığınızı sevmenizden geçiyor. Henüz bulamadıysanız, aramaya devam edin. Durulmayın. Tüm gönül meseleleri gibi, onu bulduğunuz zaman anlayacaksınız. Her büyük ilişki gibi, o da seneler geçtikçe daha da güzelleşecek. Yani bulana kadar devam edin. Yılmayın.”
Durum keşke Steve Jobs'un bu konuşmasında anlattığı gibi basit olsa. Keşke iş ile yaşanan bu aşk ilişkisini sürdürürken değirmenin suyu nereden gelecek, onu da bir açıklasa. Ayrıca -ben gazetelerde çıkan haberlerin yalancısıyım- Apple'dan ayrılıp da şirketin iç yüzünü anlatan birçok çalışan; Jobs'un konuşmasında savunduğu değerlerin Apple gerçekliğiyle örtüşmediğini iddia ediyor. Yaratıcı olmaktan çok uzak ve ağır koşulların hakim olduğu bir hayat sunuyor rahmetli Jobs çalışanlarına.
Tüm bu tabloya bakıldığında; sistem sömürüsüne rağmen ayakta kalmak ve yaratıcı olmaya devam etmek için ensenin kalın olması gerekiyor. Sürünmek için dahi, aileden veya başka bir kaynaktan maddi destek almak şart! O desteği almıyorsan eğer; sürünmek bile sana lüks! Acısız, ağrısız, kestirmeden ölüp gidiyorsun adını kimselere duyuramadan. Öyleyse yaratıcı olup sürünmenin gelin hep beraber sosyolojik adını koyalım. Adı “elit sınıfın yeni lüksü” olsun.
Anlattığınız gibi yaklaşımda bazı yanlışlar olabilir. Ne var ki bunlar bu yaklaşımın yani işini sevmek yaklaşımının yanlış olduğu sonucunu çıkarmaz. Çok para kazandığı halde işini sevmeden yapan ve ilk fırsatta sevdiği işi yapmaya dönen ya da daha çok para kazanabileceği işler olduğu halde az para kazanarak sevdiği işi yapan çok örnek var.
SilAma az para ile çok para nedir derseniz bir şey diyemem. Bu kişiden kişiye değişir. Buna karşılık sevdiği işi yapan lişinin başarıya ulaşması ve ileride daha çok para kazanması olasılığı öteki kişiden daha fazladır diye düşünüyorum.
Hesaplama yöntemi %10 un hikaye olduğunu asıl oranın çok daha yukarılarda olduğunu ortaya koyuyor.
YanıtlaSilÇalışanların toplam nüfusa oranı gelişmiş dünya ortalaması %60-65 Türkiye %33
Yani yarısı :D Ama işsizlik her ülkede aşağı yukarı %10 civarı çıkıyor ne hikmetse
Toplumların isyan etmeden kabul ettikleri oran %10 olsa gerek :D
Evet çünkü bizde kadınların iş yaşamına katılma oranı çok düşük.
Silhocam konunun dışında ama moratoryum ve konsolide arasındaki fark nedir. ben moratoryumu hep devletin borcunu ödeyemeyeceğini ilan etmesi olarak biliyordum fakat bazı yerlerde borç erteleme olarak yazıyor. bu durumda konsolide ile aralarındaki fark nedir. bu konuda beni aydınlatırsanız çok sevinirim. şimdiden teşekkür eder iyi çalışmalar dilerim.
YanıtlaSilMoratoryum, borçlunun borçlarını ödeyemeyeceğini ilan etmesi halidir. Bunun sonucunda borçlu ile alacaklıları oturup bu borçları hem miktar hem vade hem de faiz açısından yeniden yapılandırarak ödeme sorunlarına çözüm bulmaya çalışırlar.
SilKonsolidasyon ise bir borçlunun alacaklılarıyla anlaşarak borcunun ödenme vadelerini ertelemesi işlemidir.
Hocam elinize saglik...hocam şöyle bir sorun yokmu sizce; Kayit dişi istihdam rakami 8 milyon küsür olarak saptanmis . peki bu veri nasil elde ediliyor. Kayitdisi=kayitli calisan - issiz olarak bulunuyorsa. Aslında bu pek saglikli bir veri olmaz.
YanıtlaSilKayıt dışı çalışandan kasıt herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna tabi olmadan çalışanlardır. Bunlar anketlerle saptanıyor.
SilMahfi Bey, 2 bölümden oluşan aşağıdaki açıklamaları, yazınızı yazdığınız gün göndermiştim, çok kısa bir süre blogunuzda yayınladınız; sanırım yanlışlıkla silmiş olabilirsiniz. Bu nedenle tekrar gönderdim.
YanıtlaSil* * *
[1. BÖLÜM]
Mahfi Bey,
Hem size, hem bu blogu ziyaret eden herkese bir hatırlatma mahiyetinde:
Jonathan Swift’in 1729’da yazdığı ve günümüze ışık tutmaya devam eden hiciv metni.
18. yüzyıl başlarında Kuzey Avrupa’da iki algı ortaya çıktı:
- Halk, sadece ve sadece bir ülkenin zenginlerinden ibarettir.
- “Çalışan-emekçi-işçi sınıfa” düşük ücret ödenmesi gayet doğaldır; çünkü ücretler arttırılırsa bu insanlar daha az çalışmaya başlar.
Swift hem bu ekonomik yozlaşmayı gözlemleyerek hem de İrlanda’nın o dönemdeki durumunu temel alarak meşhur hiciv metnini yazar:
“ Mütevazı bir öneri: Çocuklarımızı niçin bir yiyecek olarak zenginlere satmalıyız? ” : http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=663
* * *
Prof. Dr. Yankı Yazgan (Psikiyatr) ile Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği Boğaziçi Dergisi’nin Mart 2013’de yaptığı röportaj.
Röportajın tam metni: http://yankiyazgan.blogspot.com.tr/2013/03/rekabet-yars-vs.html
“Rekabet & Yarış üzerine”:
Röportajdan bir bölüm:
Günümüzde bir başka egemen yaklaşım; “her şey ancak bir işe yarayacaksa öğrenilir, kullanılırlık değeri var ise öğrenilir”.
“Ne işime yarayacak?” sorusu bunu körüklüyor. Bu şekilde düşündüğünüzde, sınav sistemleri vs. rekabetten ziyade “ayıklamacı mantık” var. Toplumda işe yarayanlar ve yaramayanları ayırmak amaçlı bir bakış açısına; biz de ne kadar işe yarar olduğumuzu ispatlamak için bu sınavlara giriyoruz. Hepimiz girdik. Çoğumuz iyi puanlar aldı. İşe yarayanlar arasında yer alan birisi olduğumuz için, kazananlar grubundayız. Bunun rahatlığıyla konuşabiliyoruz. En azından kazananlara karşı bir kıskançlıktan konuştuğumuz söylenemez.
Her şeyin kazanmak ve kaybetmekten ibaret görüldüğü, kaybetmenin bir felaket sayıldığı bir durumda insanlar kaybetmeye tahammülsüz hale geliyorlar, kaybetmeyi dünyanın sonu gibi yaşayabiliyorlar.
Günümüzdeki sosyo-ekonomik düzen bizi birbirimizin önüne geçmeye teşvik edici ya da tahrik edici bir şekilde işliyor olabilir; rekabet denilince ilk aklımıza gelenin başka birilerinin sırtına, omzuna basarak yükselmeye benzer bir durum olması biraz bundan.
Oysa, spordan örnek alırsak, rekabetin ilkesi olarak belden aşağıya vurmamak, başka birisi zayıf düştüğünde üstünlüğü o anda ele geçirmek için uğraşmamak, yerdekine vurmamak ya da boş kaleye gol atmamak gibi bazı centilmenlik ilkeleri var.
Kıyasıya, öldüresiye, yok edesiye olan bir rekabetten bahsediyorsak, bunun insanlardaki zaman içerisinde bir değişimden ziyade, insanların önemli bir bölümünü bu rekabete girmek zorunda hissettiren, insanı bu yönde iteleyen bir sosyal düzenden de söz etmeliyiz.
(Devamı 2. bölümde)
[2. BÖLÜM - SON]
YanıtlaSilDiğer yandan, “düzen” eleştirisi yapmadan önce şu soruyu sorabiliriz: Bu rekabete girmek zorunda mıyız? Kendimize başka bir yol bulmak, bize önerilen kaynaklar ve erişim yolları dışında dünyada var olmanın yollarını aramak çok mu zor?
Çoğu kişi bu soruyu kendisine sormadığı için mevcut itiş kakış içerisinden kendisine bir yer açmaya çalışıyor. Bu başka yolları arayanlara; gerçekçi olmayan, ütopik, romantik denilebilir; zira ütopik ya da romantik olarak yaftalanan arayışlar hemen o anda bir tatmin yaratmaz, arzunun hemen doyurulmasından öte bir arayış içinde olmayı, beklemeyi, yokluğa ya da darlıklara dayanabilmeyi gerektirir.
Biz ise hem hemen istiyoruz, hem de hepsini istiyoruz. Hemen ve hepsini elde etmek için, pek centilmence olmayan, kuralların sıkça bozulduğu, koşulların kendinize doğru büküldüğü, güçlünün haklı olduğu bir rekabet ortamına dalıyoruz.
“Ben neyim ve benim sınırlarım nereden geçiyor?” Güvenin belirleyicisi biraz da bu sorunun yanıtında. Ama biraz önce konuştuğumuz rekabet türü; açık vermemek, zayıf gözükmemek, daha aşağıdaymış hissi uyandırmamak üzerine bir kültür ve davranış silsilesi oluşturduğu için sınırlarımızı bırakın başkalarına belli etmeyi, kendimiz bile öğrenmek istemiyoruz. Dolayısıyla “sınırsız ve müthiş gücü olan birisi izlenimi vermek makbul olandır” algısı maalesef yaygın.
Reklamlarda, iş başvurularında, CV’lerde, herkes neyi ne kadar müthiş ve mükemmel yaptığını gösterme çabasında.
Hiç mi başarısız olmuyorsunuz, hiç mi bir şeyinizin işe yaramadığı olmuyor? O nedenle, en çok satan kitaplar başarı öyküleri; en çok okunan, dinlenen gurular, konferansçılar nasıl müthiş şeyler yarattıklarını anlatıyorlar devamlı. Böyle bir güven enflasyonu söz konusu.
O nedenle rekabet başlığı altında; kazanmak için her şeyi mübah gören anlayış bizim ruhlarımızı kemiriyor ve zehirliyor. Hepimiz belki de istemediğimiz tipte insanlar oluyoruz. Sonra da, 50-55 yaşına gelince, Budist tapınaklarına gidip yahut başka dinsel arınma gelenekleriyle bugüne kadar yaşadıklarımızdan kurtulmaya çalışıyoruz.
Hayatı bu şekilde yaşamaya nereye kadar devam edebiliriz ?!
* * *
Birkaç kitap & belgesel tavsiyesi:
* KİTAP 1: Karakter Aşınması / Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri
Yazan: Richard Sennett
Çeviren: Barış Yıldırım
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
* KİTAP 2: Beyaz Yalaka
Yazan: Sarp Mogan
Yayınevi: Okuyan Us Yayınları
* KİTAP 3: "Boşuna mı Okuduk?" Türkiye'de Beyaz Yakalı İşsizliği
Hazırlayan: Necmi Erdoğan & Tanıl Bora & Aksu Bora & İlknur Üstün
Yayınevi: İletişim Yayınları
* KİTAP 4: Oblomov
Yazan: İvan Gonçarov
(Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)
* KİTAP 5: İşsizlik Hakkı
Yazan: Ivan Illich
Çeviren: Deniz Keskin
Yayınevi: Yeni İnsan Yayınevi
* KİTAP 6: Dönüşüm
Yazan: Franz Kafka
(Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)
* KİTAP 7: Germinal
Yazan: Emile Zola
(Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)
* KİTAP 8: Modernite Nasıl Unutturur
Yazan: Paul Connerton
Çeviren: Kübra Kelebekoğlu
Yayınevi: Sel Yayınları
* BELGESEL: The Century of the Self (Bencillik Devri ~ Ben Devri)
Hazırlayan: Adam Curtis (İngiliz belgesel ve film yapımcısı)
Yayın yılı: 2002
Bölümler:
1. Bölüm: Happiness Machines (Mutluluk Makineleri)
Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/22918234
2. Bölüm: The Engineering of Consent (Rıza & İkna etme mühendisliği)
Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/23204840
3. Bölüm: There is a Policeman Inside All Our Heads: He Must Be Destroyed (Herbirimizin kafasının içine birer polis yerleştirilmiş: Bütün bunları kafamızdan kovmalıyız)
Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/23485787
4. Bölüm: Eight People Sipping Wine in Kettering (Kettering’de şarap yudumlayan sekiz kişi)
İngilizce video: http://vimeo.com/70388245
(Not: Türkçe altyazılar tarafıma ait değil. Videolarda telif hakkı sorunu yoktur Mahfi Bey. Blogunuzda linkleri rahatlıkla verebilirsiniz.)
Saygılarımla
Evet ne yazık ki yanlışlıkla silindi. Silinince geri almak da mümkün olamadı. Tekrar yolladığınız için teşekkür ederim.
SilAyrıca bu güzel yorum ve katkılarınız için de teşekkür ederim. Sizinle aynı şeyleri düşünüyorum. Ben işe adam olacak olsam başarılarının yanında başarısızlıklarını da anlatan kişiyi tercih ederdim. Çünkü o başarısızlıklardan alınmış nice dersler vardır.
Selamlar,
YanıtlaSilhiç bir insan aynı biyolojik niteliklerle doğmaz; kimi çok güzel kimi çok çirkin, kimi çok zeki kimi değil (tabi o toplum normlarına göre) benzer şekilde de sosyo-ekonomik olarak ta eşit değilizdir. Sen çok kültürlü ve varlıklı bir aile de dünyaya gelirsin diğeri meksikanın varoşlarında adım atar hayata. Biri bilkentte paralı okuyabilirken,siirtteki kardeşim dağ ile fındık toplama arasında kararsız kalır. velhasıl milletler ve devletler bünyelerindeki adaletsizliği ortadan kaldırmadıkça ve kaldırmayı seçmedikçe işsizlik,başarı,rekabet,başarısızlık hem konuşulan ve yarışılan hem de zincir olarak insanların boynunda olan şeyler olacak. Sınırlı kaynaklar konusu ekonomide hem bir gerçek ,hem de ilk ders olarak sunulmakta hem de tüm bu olan biteni haklı göstermekte kullanılmakta. Bense kendi adıma sınırlı kaynakları kullanarak "üstün insan" ülküsü peşinde koşmanın, isteyen kişileri çok daha hızlı "özgürleştireceğine" inanıyorum. "üstün insan" 'ı bir çok filozof,peygamber,tanımlamaya çalışmış hangi tanımı seçmeniz gerektiğinden değil, bunu ilke edinmenizden bahsediyorum.
saygılar
Hasan
[1. BÖLÜM]
YanıtlaSilSadece Türkiye özelinde söylemiyorum: İnsanları "aç bırakarak" nizama sokmak; ne yazık ki, günümüzüde hâlâ devam ediyor! Bu kısır döngünün kırılması için sadece "ezilen!" olarak tanımlanan kitlelerin ayaklanması yetmez!
Ayaklanma; ortalığı galeyana getirmek, mağaza camlarını indirmek, iç savaş çıkarmak, şiddete başvurmak değildir!
Burada mesele iktidar partisini savunmak/savunmamak, "sağcılık" yapmak / "solculuk" yapmak değildir!
Tansiyon yükseliyor!
Felaket tellallığı yapmak başka şey, gerçekleri görüp susarak bile bile ateş çemberine doğru hızla koşmak başka şey!
Mahfi Bey ve nice iktisatçımız yıllardır haykırıyor: "Yapısal reformları geciktirmeyin!", "Yapısal reformları ertelemeyin!" diye; dillerinde tüğ kalmadı artık!
Dünya toplumları içinde -- iktisat literatüründe son aylarda sıkça tekrarlanan "Orta Gelir Tuzağı" -- özellikle 1965-1975 arasında ve sonrasında doğan her kişi; "bireysel başarı, bireysel hırs, bireysel kurumsallaşma, bireysel pazarlama, şirketleşme, sürekli kâr marjını yükseltmeyi hedefleme, piyasalarda tanınır olmayı sürekli sağlama" vd. semboller üzerinden hayatlarını kazanmaya zorlanıyor!
Hangi mesleği yaptığınız farketmiyor! Bir perakende elektronik mağazasının genel müdürü de olsanız, tıp fakültesinden yeni mezun olacak bir beyin cerrahı da olsanız; "kişisel pazarlama" denilen kesif bir duvar önünüze dikiliyor!
Eğer "eğitim!" üzerinden konuşacak olursak; ülkemizin nadide jeologlarından Prof. Celal Şengör şöyle demişti: "Üniversiteler artık bilginin üretildiği değil, üretilmiş bilginin nasıl maddi kazanca çevrileceğinin öğretildiği yerler haline geldi!"
"Çin Halk Cumhuriyeti" ile "Amerika Birleşik Devletleri" her ne kadar 21. yüzyılın ezeli iki kutbu olarak lanse edilse de, bu iki ülkenin "ekonomi" yönünden pek de farkı yok! ABD'deki şirketlerin ekseriyetinin Çin'de fabrikaları var; çünkü orada en başta iş gücü maliyeti düşük! Ve bu fabrikaların içinde minimum 70.000 işçinin kalacağı yurtlar inşa edilmiş! Çünkü bu Çinli işçiler kiralık eve çıkmak istese aylık kira ücreti pahalı veya "ev sahibi olmak için" ev aramaya çıksa, ömürleri para biriktirmeye yetmeyecek; bu nedenle bu işçilerin çok büyük bir kısmı "karın tokluğuna" bu yurtlarda kalmaya mecbur bırakılıyor!
ABD'de içinde bir fabrikada çalışan işçinin ise sendikal hakları var, evine kendi arabasıyla gidip geliyor, özel ve/veya kamu sağlık sigortası var. Aynı/benzer haklar Çin'deki işçi için de olabilir. Fakat arada bir fark var: ABD içindeki işçinin bağlı olduğu özel şirketin sahibi, yönetim kurulu, CEO'su veya "İnsan Kaynakları Müdürü!"; artık ABD'li işçinin kendisine aşırı maliyet çıkardığını, mali tablolardan gördüğü için, fabrikayı kapatıyor ve Çin'e, Güney Kore'ye, Tayvan'a, Kamboçya'ya veya Hindistan'a giderek; ya orada en baştan fabrika kuruyor ya da var olan fabrikalarla anlaşıp ürünlerini bu tesislerde ürettiriyor.
Sonuçta: ABD içinde işsizlik yükseliyor; Çin'de ise istihdam yükseliyor! ABD'deki insan işsizlikten perişan halde; Çin'deki insan ise "karın tokluğuna" çalışacak bir iş bulabildiği için "ev-araba-tüketim-tatil yapmak-seyahate çıkmak" vb. çoktan unutmuş; o da üç kuruşa çalışmaya mecbur bırakıldığı için perişan halde!
(Devamı 2. bölümde)
[2. BÖLÜM - SON]
YanıtlaSil"Avrupa Birliği (AB)" çerçevesinden bakacak olursak; AB'ye göre Tükiye'nin aslında bir Çin'den, bir Güney Kore'den farkı yok! Bizim Çin'den en temel farkımız: Türkiye ekonomisi, özellikle "mavi yaka" çalışanlarımız için, henüz, fabrika tesisleri içinde inşa edilmiş yurtlarda kalacak kadar dar boğaza girmedi! "Sıcak para"ya morfin gibi bağlanmaya devam edersek; yakında bu yurtları da göreceğiz!
Bu blogu takip edenler arasında İngiltere'yi ziyaret edenler mutlaka vardır. Fazla açılmaya gerek yok; Londra şehir merkezinden uzakta, il sınırının bitimine yakın yerlere giderseniz; orada geniş otoban köprülerinin çevresinde, mezralarda, küçük-küçük el yordamı köy benzeri yapılar görürsünüz. Eski minibüs, eski karavan, eski otobüs vb. her yerde vardır. Buralarda İngiltere'ye bir şekilde girmeyi başarmış, özellikle "Doğu Avrupa!" işçileri yaşıyor. Üstelik azımsanamayacak bir kısmı geldikleri ülkelerin en iyi üniversitelerinden yüksek derecelerle mezun olmuş! İngiltere'de bir umut; para biriktirmek ve/veya vatandaşlık elde edebilmek için, bir tekstil atölyesinde, bir "ihracat müdür yardımcısının evinde!" muazzam bir biyolog olduğu halde çocuk bakıcısı olarak "karın tokluğuna" yaşamaya hazır nice insanlar var!
Bizim vatandaşalarımız da var, merak etmeyin! Benzer manzarayı Tekirdağ/Çorlu'da "Avrupa Serbest Bölgesi" çevresinde de görebilirsiniz; İstanbul/Zeytinburnu da olabilir veya Kars/Kağızman!...
"Rekabet" kelimesini "başkalarının ayağını kaydırmak" olarak anlamaya devam edersek, ve "yapısal reformları" bile bile unutursak; o zaman bırakın "mavi yaka"yı, her yaka dan kesim hallaç pamuğu gibi etrafa savrulacak!
"Okumuş & eğitimli" olmak kusursuzluk mu? İyi maaşlı bir iş bulup, yukarıda yazılanları ömür boyu görmezden gelmek mi? Gölgeler içinde saklanarak yaşamak mı?
"Okumamış & eğitimsiz" olmak bir kusur mu? Küçümseme ve küçümsenme sebebi mi?
"Gelir dağılımı adaletsizliği" denen çok tehlikeli bir hastalığın kol gezdiğini niçin görmezden geliyoruz? Bu hastalığın tedavisi var ama nedense bu tedaviye, çok küçük bir azınlık hariç, kimse yanaşmıyor!
Bu sorulara herkes, kendi meşrebince, cevap arayabilir. Bir kurtarıcı hiçbir zaman gelmeyecek. Pusula, kendi aklımız ve kendi vicdanımız olmalı!
Çözümler hemen gelmez; azim gerekir!
Bu soruları acilen sormaya başlamazsak; deprem sonrası enkaza ağzımız açık bakarak "biz nerede hata ettik?!" diye sormanın bir hikmeti kalmayacak!
Hocam yazılarınız teşekkür ediyorum.hocam türkiyede yapısal işsizlik hesaplanip yayınlanıyor mu bilmiyorum ama sizce hesaplanması sizin de her fırsatta dile getirdiğiniz yapısal reformlar yapılması icin siyasetçilerin dikkati ni bu konuya çekmek icin yararlı olmaz mi.
YanıtlaSilSayın Hocam merhaba,
YanıtlaSilTürkiye de açılan bir çok üniversite ve bu üniversitelere yerleştirilmek için her türlü kolaylığın sağlanması (puanların düşürülmesi, sınav içeriğinin değiştirilmesi vs vs vs) işsizliği önemli bir şekilde etkilediğini düşünüyorum. Nitekim özellikle üniversiteye gitme yaşına gelmiş potansiyel işgücünü işsiz bırakmak yerine üniversitelerde öğrenci olarak işsizlik verilerinden arındırmak, sosyal adaletsizliklere de karşı tepki verme yaşında olan bu kesimi üniversitelerde 300 500 liralarla kontrol altına alıp pasifize etmek de bir politika olsa gerek. saygılarımla