Biz Dört Kişiydik
Rüşdü Saraçoğlu, Ali Tiğrel, ben ve Ercan Kumcu. Özal’ın başbakanlığı döneminde ekonomi yönetiminin en üst kademelerinde görev almış dört kişi. Rüşdü Saraçoğlu Merkez Bankası Başkanı, Ali Tiğrel Devlet Planlama Teşkilatı Başkanı, ben Hazine Müsteşar Yardımcısı ve Ercan Kumcu Merkez Bankası Başkan Yardımcısı. Hepimiz otuzlu yaşların sonlarında kırklı yaşların başlarındaydık. Bu kadar üst düzey görevler için genç sayılacak yaşlardı. Birbirimizi birkaç yıldır tanıyorduk. Hepimiz, birbirimizden bağımsız olarak bu kurumları siyasetten uzak tutmayı kendimize ilke edinmiştik. Bizi göreve getirenler dâhil olmak üzere dönemin siyasetçilerinin yaptıkları hataları, yanlışları söylemekten ve eleştirmekten hiç çekinmedik. Ama yiğidi öldürüp hakkını teslim edeyim onlar da zaman zaman bize kızsalar da, sinirlenseler de hiç birimizi görevden almadılar.
Özellikle Rüşdü Saraçoğlu ve ben,
hükümetin yanlışlarını yalnızca kendilerine söylemedik, kamuoyuna da anlattık.
Bazen gazetelerin baş sayfalarına çıktı eleştirilerimiz. Bir defasında iktidar
partisi milletvekilleri bizi Özal’a bu eleştirilerimiz nedeniyle şikâyet
etmişler, Özal, ayda bir kez ekonomiyle ilgili bakanların ve üst düzey
bürokratların katılımıyla yaptığı ekonomi toplantısının birisini bu konuya
ayırmıştı. Yarım saat bize “aynı gemide olduğumuzu, dışarıdan eleştirmek gibi
bir hakkımızın ve hükümeti halka şikâyet etme gibi bir lüksümüzün olmadığını”
olabildiğince kibar bir dille başlayıp giderek sertleşen bir üslupla anlatmıştı.
O toplantıda kimse konuşmamış, aramızdan belki de Özal’ın en sevdiği bürokrat
olan Rüşdü Saraçoğlu söz alarak yanıtlamak istemişti. O zaman Özal’ın yüzünün
adeta siyaha döndüğünü görmüştüm. Sesinin tonunu iyice sertleştirerek “sen
Bundesbank Başkanı değilsin, inşallah onun gibi olacaksın ama onu da biz
yapacağız” demişti.
Ali Tiğrel ve Ercan Kumcu ile
OECD Bakanlar Konseyi toplantılarına giderdik her yıl. Faik Öztrak da gelirdi
toplantılara. Türkiye’nin ekonomik durumunu anlatırdık. Daha doğrusu Ali Tiğrel
anlatırdı, bizler de ona gereken bilgiyi verir, soruları yanıtlamasında gerekli
verileri hazırlayıp uzatırdık. İngilizcesi mükemmeldi, İngiliz delegeden bile
daha iyiydi diyebilirim. Londra’da Imperial College’da kimya mühendisliği
okumuş, aynı okulda yüksek lisans yapmış ve matematiksel modelleme üzerine
doktorasına da orada başlayıp Ankara Üniversitesinde tamamlamıştı. Ekonomik
konuları iyi bilmesinin yanı sıra dile olan hâkimiyeti herkesi hayran bırakır,
bazen soracakları soruları sormaya cesaret edemezlerdi.
Rüşdü Saraçoğlu, Türkiye’ye merkez
bankasının bağımsızlığı düşüncesini getirmiş, para politikasını bugünkü
çerçevede uygulamaya koymuş, merkez bankasının çağdaş normlara uygun bir yapıya
geçmesinde büyük rol oynamıştı. Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden ekonomi ve
istatistik lisansı aldıktan sonra ABD’de Minnesota Üniversitesinde ekonomi
doktorası yapmış, Nobel ödüllü Thomas Sargent ile rasyonel bekleyişler kuramı
üzerine çalışmış, birlikte makaleler yazmıştı. Aileden gelen (dedesi eski
başbakanlardan Şükrü Saraçoğlu idi) bir yöneticilik yeteneği vardı. Çok
konuşmazdı ama konuştuğu zaman herkes dikkatle dinlerdi.
Ercan Kumcu, merkez bankasının çağdaş
yapıya kavuşmasında çok çaba göstermişti. Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirdikten
sonra ABD’ye gitmiş, Boston College’de doktora yapmış bir süre Boston College,
University of Eastern Michigan ve New York Devlet Üniversitesi’nce (SUNNY) ders
verdikten sonra Türkiye’ye dönerek Merkez Bankası’nda görev almıştı. Son
derecede zeki, ilkeli ve bilgili bir teknisyendi. Aramızda en genç olan oydu.
Bu dörtlü içinde benim en fazla birlikte çalıştığım kişi Ercan Kumcu’ydu.
Birlikte iki kitap yazdık (Krizleri Nasıl Çıkardık ve Ekonomi Politikası),
yaklaşık on beş yıl süreyle üniversitelerde birlikte Ekonomi Politikası dersi
okuttuk. Ortak kitabımız Ekonomi Politikası, üniversitelerde ders kitabı olarak
okutuldu, referans gösterildi. Bugün hala ders kitabı ve yardımcı kitap olarak
kullanılıyor.
Bu dört kişi arasında eğitiminin
tamamını Türkiye’de almış tek kişi bendim. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi’nde (Mülkiye) iktisat ve maliye lisansımı aldıktan sonra Maliye
Müfettişi olarak kamu kesiminde göreve başladım ve doktoramı görevdeyken Gazi
Üniversitesinde kamu maliyesi üzerine yaptım. Babamdan öğrendiğim birkaç önemli
şey vardı: “Hangi amaca hizmet edildiğini bilmediğin hiçbir işe girme”,
“arkasında kim olursa olsun aklına yatmayan işlere onay verme”, “hatayı
başkasında aramadan önce kendini sorgula.” Bu üç önemli tespit benim için
yaşamımda en az üniversitede ve doktora derslerinde edindiğim bilgiler kadar
önemli oldu.
Özellikle Yüksek Planlama Kurulu,
Para Kredi Kurulu, Cumhurbaşkanının ekonomi toplantısı gibi siyasetçilerle
bürokratların birlikte katıldığı toplantılar öncesinde gündemdeki konulara
bakar ve sonra ekonomiyi bozacak, dengeden çıkaracak kararlar varsa hep
birlikte itiraz ederdik. Bazılarını gündemden çıkarmakta başarılı olurduk,
bazılarında olamazdık. Siyasetçilerin bir bölümü bize çok kızardı. Defalarca
Özal’a şikâyet edildik. Bir defasında toplantıya katılanlardan birisinin sonradan
bana anlattığına göre iktidar partisinin milletvekillerinden bir grup bizi
Özal’a şikâyet etmiş. İsteklerini yerine getirmediğimizi öne sürerek görevden
alınmamızı istemişler. Özal “adamlar görevlerini yapıyor, içlerinden rüşvet
alanı, yolsuzluk yapanı varsa söyleyin soruşturma açtırıp görevden alayım ama
bunlar yoksa benden bir şey yapmamı beklemeyin” demiş. Benim görevden alınmamı
isteyenlerin ileri sürdüğü gerekçe müteahhitlerin devletten alacaklarını
zamanında ödetmediğim iddiasıydı. Özal beni telefonla aradı ve bu durumu sordu.
Ben de kendisine “bütçe imkânları doğrultusunda alacakları sıraya koyuyoruz ve
sırayla ödüyoruz, bazı milletvekilleri ve bakanlar bu sıraya bakmaksızın bazı
müteahhitlerin ödemesine öncelik verilmesi istiyor, biz bunu yapamayız efendim”
dedi. Kısa süren bir sessizlikten sonra Özal, bana “Haklısın, bildiğiniz gibi
yapın” dedi. Buna benzer talepler hepimize geliyordu ve yapmayınca da şikâyet
ediliyorduk. Şikâyet edilmek hiçbirimizin umurunda değildi. Çünkü buralardan
atılsak da bilgimizle, görgümüzle, yetişmişliğimizle başka yerlerde devlete
göre çok daha yüksek imkânlarla iş bulacağımıza emindik.
Bilim, teknik, analiz yeteneği,
yorumlama yeteneği gibi şeyler büyük ölçüde okullarda öğretiliyor. Biz hepimiz
iyi okullarda okumuştuk. Bir tek ben Türkiye’de okumuştum ve İngilizceyi de
büyük ölçüde kendi başıma öğrenmiştim. Buna karşılık benim de o tarihte
okuduğum Mülkiye’nin yurt dışındaki iyi okullardan pek farkı yoktu. Çok üst
düzey hocalar vardı ve sınıf geçme koşulları çok zordu. Hepimiz belirli bir
analiz yeteneğine sahiptik. Farklı alanlarda uzmanlaşmıştık. Rüşdü Saraçoğlu ve
Ercan Kumcu asıl olarak para teorisi ve politikası konusunda uzmanlaşmıştı. Ali
Tiğrel mühendis olsa da matematiksel modelleme doktorası yaptığı için ekonomik
konuları kolaylıkla izleyip analiz edebiliyordu. Uzmanlık alanı reel ekonomi ve
makro programlamaydı. Ben de kamu maliyesi ve maliye politikası konusunda
uzmanlaşmıştım. Hepimizin ortak uzmanlığı ise makrokenomi ve makro dengeler
konusuydu. Uzmanlıklarımız birbirini tamamlıyor, bir araya geldiğimizde ortak
çerçevenin bütün kenarlarını tamamlayarak resme öyle bakabiliyorduk.
Ahlâk, namus gibi kavramlar ve
bakış açıları okullarda öğretilmiyor. Bunlar aileden alınan terbiye ve
disiplinle öğreniliyor. Rüşdü’nün dedesi eski başbakanlardan Şükrü
Saraçoğlu’ydu. Babası da Yargıtay üyesiydi. Ali Tiğrel’in babası Fahir Tiğrel
Maliye Bakanlığı müsteşarlığı yapmış saygın bir bürokrattı. Benim dedem orman
mühendisiydi ve İstanbul Orman Fakültesinin ilk dekanıydı ( o zamanlar müdür.)
Babam da yüksek bürokrattı. Ercan Kumcu’nun babası doktor, ağabeyi işletme
profesörüydü. Hepimiz ailelerimizin üçüncü ya da ikinci kuşak yükseköğrenim
görmüş bireyleriydik. Ailelerimiz bize en önemli şeyin para olmadığını, asıl
önemli şeyin yüksek ahlâk olduğunu öğretmişlerdi. Onun için devletin bir
kuruşunun bile Hesabını doğru yapmaya çalışırdık. Babamın çalıştığı kurumdan
kendisine tahsisli şoförü ve arabası vardı. Yalnızca işe gidip gelirken
binerdi. Bizler o arabaya bir kez bile binmedik. Bazen eve dönerken yolda bizi
görür el sallayıp geçerdi, arabaya alınmazdık. Şimdi resmi arabayla eşlerini,
çocuklarını bir yerlere yollayan bürokratlara veya siyasetçilere bakıyorum ve
“biz buraya hangi ara geldik” sorusunu sormaktan kendimi alamıyorum. Biz mi
deliydik yoksa bunlar mı uyanık çıkaramıyorum.
Dördümüzün bir araya geldiği resmi toplantılardan birisi de IMF heyetinin ülke incelemesini bitirdikten sonra ve ABD’ye dönmeden önce yaptığı görüş alış verişi toplantısıydı. IMF heyeti yaptıkları inceleme ve görüşmelerde edindikleri bilgileri yazacakları raporun bir özetini tartışmak için gelirlerdi. IMF ile görüşmeleri düzenlemek ve yönetmek Hazine’nin göreviydi. Bu toplantılarda bizim tarafa ben başkanlık ederdim. Devlet Planlama Teşkilatından Faik Öztrak ve arkadaşları, Merkez Bankasından da Ercan Kumcu ve arkadaşları katılırlardı. Hazine’den de uzman arkadaşlar toplantılar da bulunurlardı. Son toplantı ise Türk tarafından dördümüzün, IMF tarafından da heyet başkanıyla yardımcısının katıldığı bir toplantı olurdu. Bu toplantıda IMF heyeti temsilcileri bize yaptıkları inceleme ve görüşmelerden elde ettikleri sonuçlara ilişkin görüşlerini anlatırlar ve bizim vereceğimiz yanıtları dinlerlerdi. Zaman zaman bu toplantılarda bizim tarafın sert itirazları olur, IMF tarafı da bunları yazacakları rapora koymak üzere not alırlardı. IMF’nin değerlendirmeleri bazen oldukça ağır eleştiriler içerirdi, o nedenle de bu notlar ve görüşmeler basına açıklanmaz aramızda kalırdı. Verdikleri notu Ekonomiden Sorumlu Bakana ben götürür durumu anlatırdım. Sonra birlikte Özal’a gider ona da anlatırdık.
Şimdi oturmuş geçmişle bugünü
karşılaştırınca aklıma hep şu soru düşüyor: “Önce bürokratlar mı bozuldu yoksa
kurumlar mı?” Sanırım ikisi zaten iç içeydi. Ama önce kurumları oluşturan
bürokratlar değişti Şimdi düşününce Türkiye’de bürokrasiyi, yargıyı,
üniversiteyi ayakta tutan gücün ordu olduğunu anlıyorum. Ordu zayıflayınca
yargının, bürokrasinin ve üniversitenin çöküşü de ardından kendiliğinden geldi.
1997’de özel kesimde çalışırken
müsteşarlık teklifini kabul etme nedenim en başta bu bozulmayı durdurabilir
miyim sorusuna olumlu yanıt vermiş olmamdı. Ne yazık ki umduğum gerçekleşmedi.
Siyasetçiler bana verdikleri sözleri tutmadılar. Onların programları başkaydı.
Baktım ki bizim programlarımız hiçbir zaman eşleşmeyecek beş ay kaldığım müsteşarlıktan
istifa ederek ayrıldım. Böylece bu dörtlüden devlette kimse kalmamış oldu.
Yalnızca hala var olan dürüst ve idealist bürokratlarda kulaktan kulağa yayılan
anılar kaldı.
Rüşdü Saraçoğlu’nun cenaze
töreninde bir ara gözlerimi kapadım ve bütün bunlar bir film şeridi gibi hızla
akıp geçti zihnimden.
Biz dört kişiydik. Bürokraside bir
araya gelişimiz bizim istemimizle olmamıştı. Ama sonrasında ülke için bir
şeyler yapabilme ortak çırpınışları kendi isteğimizle oldu. Ülke için uğraşıp
didinsek de umduğumuz sonucu alamadık, savunduklarımızı kabul ettiremedik. Ettirebilseydik
belki bugün buralarda olmayacaktı ülke. Yazık oldu.
Gelecek için umudunuz var mı? 5-10 yıl içerisinde ekonomik durumumuzda iyileşme olabilir mi?
YanıtlaSilBöyle gidersek olmaz, geçici iyileşmeler görebiliriz ama hepsi o.
SilSayın Hocam, üniversitede öğrenciyken sizi ilk kez bir konferansta dinlemiştim. Ekonomi politikası kitabınız bizim için çok aydınlatıcı olmuştu. o günden beri tüm yayımlarınızı okudum, öğrendim. Şimdi üniversitede öğretim üyesiyim ve sizin kitaplarınızı öğrencilerime öneriyorum, derslerimde kaynak olarak kullanıyorum. Yazınız çok duygulandırdı. Umuyorum ki ülkemiz güzel ve huzurlu günler görecektir. Emekleriniz, emeklerimiz boşa gitmeyecek. Saygılarımla
SilHocam kaleminize sağlık. Benim babam da kgm de değerli bir mühendis idi. Bahsi geçen görgü ve iş ahlakı onda da vardı. Kendisi müdürlük beklerken, birini görev yerine paraşütke bırakmışlardı ve babam hayata küsmüştü. Bürokrasi de gelenek çok önemlidir. Bürokratlar belli bir kalitede olmalıdır. Bugün yozlaşmanın dibini sıyıran bir bürokrasi var.
YanıtlaSil👍
SilSu an baslasak eski kazanimlari geri getirmek icin kafadan 30 yil gerekli. Egitim hukuk ve aile yapisi bozuldu. Yapiyi duzeltmek icin radikal kararlar gerekli. Bu zamandan sonra benim omrum bunu gormeye yetmez.. 😞
SilYazınızı okuyup sonunu gözümde bir damla yaşla bitirdim hocam. Yazınızdaki sihirli cümle şu: "Çünkü buralardan atılsak da bilgimizle, görgümüzle, yetişmişliğimizle başka yerlerde devlete göre çok daha yüksek imkânlarla iş bulacağımıza emindik." Mutlu Bayramlar dilerim.
YanıtlaSilTeşekkürler, iyi bayramlar.
SilMahfi Eğilmez hocanın anılarından yola çıkarak, onun ve arkadaşlarının Turgut Özal dönemindeki ekonomi yönetimindeki dürüst ve ilkeli bürokratik duruşunu takdirle anmak gerekiyor. Onlar, siyasi baskılara rağmen doğru bildiklerini söylemekten çekinmeyen, kamu çıkarını ön planda tutan ve dönemin hükümetinin yanlışlarını eleştirmekten imtina etmeyen bir kuşaktı. Eğilmez'in, "Biz mi deliydik yoksa bunlar mı uyanık" sorusuyla dile getirdiği sitem, aslında kurumsal yozlaşmanın ve liyakatsizliğin zaman içinde nasıl kök saldığına dair acı bir gözlemdir.
YanıtlaSilAncak, bu idealist bürokratların içinde bulunduğu 24 Ocak Kararları, her ne kadar Türkiye ekonomisi için dışa açılma ve serbest piyasa ekonomisine geçişin miladı olsa da, beraberinde önemli sosyal maliyetler getirmiştir. Bu kararların temelinde yatan liberalleşme ve ihracat odaklı büyüme hedefleri, ne yazık ki gelir dağılımında derin eşitsizliklere yol açmıştır. Reel ücretlerin baskılanması, yüksek enflasyon karşısında dar gelirli kesimlerin alım gücünün düşmesi ve artan işsizlik gibi sorunlar, ekonomik büyümenin nimetlerinden tüm toplumun eşit şekilde faydalanamadığını göstermiştir.
Dahası, bu kararların 12 Eylül 1980 askeri darbesinin hemen öncesinde açıklanması ve darbe sonrası dönemde "süngü zoruyla" uygulanabildiği eleştirileri de göz ardı edilemez. Darbenin yarattığı anti-demokratik ortam, sendikaların kapatılması ve işçi haklarının kısıtlanması gibi uygulamalar, 24 Ocak Kararları'nın sosyal faturasını katlayarak artırmıştır. "Bankerler Krizi" gibi finansal çalkantılar da, serbestleşmenin kontrolsüzlüğünün getirdiği riskleri açıkça ortaya koymuştur.
Mahfi Eğilmez'in sitemi, sadece o dönemin bürokratlarının vicdan rahatlığıyla yaptıklarına değil, aynı zamanda bu tür köklü ekonomik dönüşümlerin sosyal boyutlarının yeterince düşünülmemesine ve ardından gelen nesillerin taşıdığı ahlaki ve kurumsal erozyona yöneliktir. Zira, ülkeyi bir üst lige çıkarma iddiasıyla atılan adımlar, eğer sosyal adaleti ve kurumsal sağlamlığı göz ardı ederse, uzun vadede telafisi zor yaralar açabilir.
🙏🙏🙏
SilÖyle sık bir araya gelirdiniz ki Değerli Hocam.
YanıtlaSilRüşdü Bey: Mahviler geliyo Ali bey. Dediğinde,İlk yaptığımız bol miktarda kahve stoklamamız olurdu. Rüşdü Beyin tabiri(A takımı) idi.
🙏
SilDevletin her kademesinde idealist kişiler mevcut ancak ödenecek bedel konusunda herkes o kadar şanslı olmuyor
YanıtlaSilDoğru.
SilÇok üzücü..Keşke bu yazıyı hiç okumasaydım.Saygılarımla,R.Reha Bilgin
YanıtlaSil:(
SilHocam sadece yargıyı,bürokrasi değil demokrasiyi ayakta tutanında ordu olduğu anlaşıldı.
YanıtlaSilEvet.
SilHocam, bundan sonra devleti tekrar millete iade etme çabasına, doğru olanı dile getirmeye devam etmek lazım. Başka çate yok. İyi bayramlar….
YanıtlaSilKendi çapımızda hala anlatmaya çabalıyoruz. iyi bayramlar.
SilHocam bu değerli otobiyografik paylaşımınız için teşekkürler ileride daha fazlasını okuyabilmek dileğiyle.
YanıtlaSilTeşekkür ederim.
SilHocam orduyu zayıflayınca cumhuriyetin değerleride kaybolup gitti.
YanıtlaSilNe yazık ki öyle oldu.
SilGüzel ve değerli anılar. Ders alınacak çok şey var. Umarım bugünkü olumsuzluklar, yerini yeniden doğrulara bırakır…
YanıtlaSilUmarım öyle olur.
SilBazılarına hiç yazık olmadı hocam. Çok mesut ve mutlular
YanıtlaSilOlan size bize oldu. En kötü senaryoda yurtdışında hazırladıkları yerlere giderler. Biz her zaman buradayız. Ömür bitti bitecek ama sonuna kadar çalışıp yeni Türkiyeyi bunlarsız inşa edeceğiz. Bu milletin aklı varsa bu hata son hataları olur. Bunlar da tarihin karanlık sayfalarına gömülür.
🙏
SilTemel sorun aslında ordunun zayıflatılması değil; demokrasi ve liyakatin bu topraklara bir türlü yerleşememesi, adalet ve ahlaktan da uzaklaşılmasıdır.
YanıtlaSilSayın Mahfi Hocam. Yazı için teşekkürler. Hayatını kaybeden ilkeli ,dürüst bürokratlara allahtan rahmet, size ve yaşayan diğer ilkeli , dürüst bürokratlara sağlıklı ömürler dilerim. Saygılarımla, Önder
YanıtlaSilMahfi Hocam, yazınız için teşekkürler! İyi bayramlar dilerim.
YanıtlaSilİyi Bayramlar Hocam. :)
YanıtlaSilSizin döneminizde kamu büyüklüğü ne kadardı bilmiyorum. Ali koç örneği vereyim yanlış hatirlamiyorsam kendisi yada ömer koç yurtdışında okumuş. Sizin grup yine ailelerinin ünv geçmişi var ve bu nedenle iyi bir eğitim almışsınız. Değişen dünyada herşey ozellestigi gibi eğitimde ozellesti. Orta sınıf çocuklarını özel okullarda okutuyor. Bu dönemin en büyük dezavantajı nüfusun artması, zorunlu eğitim süresi...
YanıtlaSilEski Türkiye'yi özlüyorum. Benim çocuklarım maalesef bu hükümetten başka bir hükümet görmediler. Ama umutsuz değiller, çünkü onlara ışık tutan sizler gibi aydın insanlarda var. İyi bayramlar dilerim.
YanıtlaSilHocam , anlattığınız makam arabası örneğini şuan memlekette uygulayan bir kişi var mı acaba çok merak ediyorum.
YanıtlaSilDevletin başı itibardan tasarruf olmaz derse, alttakiler de itibarlarına halel gelmesin diye gösteriş uğruna devletin kaynaklarını har vurup harman savururlar. Peki, emeklinin itibarı ne olacak? Asgari ücretlinin itibarı ne olacak? Halk aç aç. Milyonlarca insanı açlık sınırının altına mahkum edip zevki sefa içerisinde yaşayan tüm yöneticiler aklını başına almalı; kamuda yapılması gereken sıkı bir maliye politikasını da önce kendilerinden başlatmalıdırlar.
SilDevletin malına el uzatmak demek, 87 milyonun cebine el uzatmak demektir. İnsan devletten harcama yaparken, 40 kere 1000 kere düşünmeli kılı kırk yarmalıdır. Fakat biz maalesef kendimize Müslümanız. Komşusu aç iken tok yatanlardan, adalet ve ahlakı da ayaklar altına alanlardanız. Aksi olsaydı bu kadar açık vermezdik. Ahlakın, bir kaç kişiye bağlı kalması bu sorunu çözmez. Bizim acil şartta kamudaki harcamaları noktasına virgülüne kadar denetleyecek üst bir mekanizmayı kurmamız gerekiyor. Bir dolma kalem alırken bile bunun izahı yapılmalı, eski dolma kalemlerin tükenmiş olduğu da ispatlanmalıdır. Sonuçta bu itibarın sonu yok. Tüm olan halka oluyor. Birilerinin itibarının tüm bedelini halk ödüyor.
Sayın Hocam, yazdıklarınızı düzenli olarak okuyor ve sizden öğrenip kendimizi geliştirmeye hala devam ediyoruz. Öncelikle bunun için, yani hala uğraşıp, çalışıp yazdığınız ve paylaştığınız için teşekkür ediyorum.
YanıtlaSil25 yıl özel sektörde uzman, müdür ve üst düzey yöneticilik gibi sorumluluklar taşıdım. Babam ve annem devlet kurumlarında mühendislik, baş mühendislik ve şube müdür yardımcılığı gibi sorumluluklar taşımış kişiler. Dolayısı ile kamu ve özel sektörü uzunca bir süredir gözlemleme şansım oldu. Hemen her kurumda görevini çok iyi, vasat veya çok kötü yapan kişiler gördüm ancak üzülerek belirtmeliyimki yıllar geçtikçe bu kişiler arasındaki oranların vasat ve kötü performans gösterenler yönünde arttığını görüyorum. Kurumların kültürünü içindeki insanlar oluşturuyor. Kurumlar (karar vericileri, yöneticileri, patronları) içeriye aldıkları yeni kişileri yetkinlik, potansiyel ve role uygunluk bazında seçtikçe kurum yükseliyor ve yükseltiyor. Ne zaman ki seçimlerde ilişki, aidiyetlik, itaatkarlık, katkısından çok gruba uyumluluğu öncelik kazanıyor; bozulma başlıyor. Her kurumun bir direnci, bir istiab haddi var, bir noktada kritik karar alıcılar veya kritik rollerdeki bozulma bu direnci geçiyor, işte ondan sonra bozulma hızlanıyor, çöküş başlıyor. İşin kötüsü bozulmuş bir kurum, bozulduğu hızda düzeltilemiyor. Bir ağaç gibi oluşurken, büyürken yön vermek kolay oluyor, yetişkinken düzeltmek çok zor oluyor. Ya ciddi bir budama gerekiyor ya da kesip yenisini dikmek. Ne yazık ki buda ciddi bir zaman ve kaynak israfı demek oluyor. Türkiye 90’lardaki hatalardan ve zorluklardan öğrendi diye düşünürdüm, çok yanılmışım, hiç öğrenmemiş.
Herkes tarafından, özellikle de konuya yakın olanlar tarafından okunup ders alınacak bir yazı, elinize sağlık. Ben Ordu'nun fonksiyonu konusundaki fikirlerinizi hem üzülerek hem de düşünerek okudum, demek ki dedim, bizim devletimiz veya kurumlarımız kişilere ve prensiplere değil hâlâ gücü elinde tutan otoriter bir kuruluşa muhtaç. Buradan henüz rüştümüzü ispat edememiş olduğumuzu çıkardım. Belki de şu an Ordu'nun vesayetinden çıkışımızın sarsıntılarını yaşıyoruz, bir nevi ergenlikten olgunluğa geçiş çabaları. Sonuç nasıl olacak bilmiyorum, ama şimdilik türbülanstayız. Dün akşam Sözcü TV de Prof. Dr. Sami Selçuk'la nedense kısa tutulmuş çok önemli söyleşi, bugün de bu güzel yazı çok şeyler düşündürdü bana. Emeğinize sağlık, umarım yazınız ilgililerce çok iyi değerlendirilir.
YanıtlaSilHocam , alıntıdır . "İnsanın en değerli anıları aile ocağında geçen çocukluğuna dair
YanıtlaSiloluyor." sözleri aklıma geldi . İkinci değerli anıları da iş yaşamında oluyormuş . 30-47 sene önceki iş yaşamı ve ve 60 sene önceki çocukluk anılarım aklıma geldi . Hüzünlendim .
Anılarınızı paylaşmanız çok değerli. Kaleminize, emeğinize sağlık.
YanıtlaSilYüreğinize emeğinize sağlık hocam. İyiki varsınız. Nice sağlıklı, mutlu, huzurlu bayramlara …
YanıtlaSilMerhaba, yazınızı okuyunca rahmetli babam aklıma geldi. Belediye başkan vekilliği yaptığı dönemlerde annem evde hamur yoğururdu. Makam arabası sabahları onu almaya geldiğinde hamuru arabaya almazdı. Şahsi işimiz olduğundan ben veya kardeşlerimin götürmesini isterdi. Üstelik okumuşta değildi.
YanıtlaSil