[ii] Burada konu edilen batı ve doğu dünyanın batı ve doğusunun yanı sıra sisteme yaklaşım açılarını da ifade ediyor. Örneğin Japonya doğuda yer aldığı halde batıya çok daha yakın bir model içindeyken Küba, batıda yer aldığı halde doğuya çok daha yakın bir model içindedir.
TÜRKİYE İÇİN BİR EKONOMİK İSTİKRAR
PROGRAMI ÖNERİSİ
(1991 Yılında Hükümete Sunulan Rapor, bu rapor 1997 yılındaki hükümete de sunulmuştur)
Dr. A. Mahfi Eğilmez
Ankara, 1991
“Dünya, kitapların öğrettiğinden daha fazlasını öğretir bize” Antoine de Saint - Exupery
ÖNSÖZ
Türkiye uzunca bir süredir ekonomide istikrar arayışlarını sürdürüyor. Zaman zaman belirli ölçüde sonuç alabildiği bu arayışlardan hiç bir zaman kalıcı bir sonuç alabilmesi mümkün olamadı. Bunun pek çok nedeni var kuşkusuz. Her şeyden önce uygulanan istikrar programı toplumun tüm kesimlerine eşit biçimde fatura edilemiyor. Böyle olunca da uzlaşma sağlanamıyor. Üzerinde uzlaşma sağlanamaması sonucu uygulamalar kısa sayılabilecek süreler içinde gevşetilmeye ve popülist politikalara geri dönülmeye başlanıyor. Ekonomik istikrarın oluşumunun önündeki engeller temizlenemediği, kurumsal bozukluklar giderilemediği için uygulama sonucunda ulaşılan nokta bazan başlangıç noktasından daha da geriye düşüyor.
Bütün bu sayılanlara ek olarak ekonomi politikalarının ve özellikle istikrar politikalarının evrenselliği bizce tartışmalıdır. Gelişmiş ülkelerde, onların koşullarına göre geliştirilmiş bulunan politikaların aynı çerçevede Türkiye’ ye uygulanması mümkün değildir. Türkiye’nin sürekli olarak deneyip te sonuç alamadığı evrensel nitelikli kabul edilen istikrar politikalarının yerine genel teorik çerçeveyi baz alarak kendi koşullarına uygun bir istikrar programını yürürlüğe koyması zorunludur. Bu çalışmamızda biz Türkiye için bir istikrar programının genel çerçevesini çizmeyi deneyeceğiz.
Çalışmanın birinci bölümünde genel olarak istikrar politikasını ele alıyoruz. Bu bölüm Türkiye için çizmeyi deneyeceğimiz istikrar politikası çerçevesi için teorik alt yapıya ve onun sınırlarına ayrılmıştır. İkinci bölümde istikrar politikasının genel sınırlarını ve Türkiyede ne gibi engellerle karşılaşacağını değerlendirmeye ayrılmıştır. Üçüncü bölüm Türkiye için istikrar politikasının önceliği, geçmişte yapılan hatalar ve uygulanması gereken önlemlerin tartışılmasına ayrılmıştır. Dördüncü ve son bölüm kısaca ekonomik istikrarın siyasal istikrara olan bağımlılığının vurgulandığı bir bölümdür. Türkiye örneği, siyasal istikrarın, ekonomik istikrar için bir “sine qua non” zorunluluk olduğunu kesinlikle ortaya koymuş olmalı.
Bu çalışmayı ABD de görevli bulunduğumuz sırada yazmaya başladık. Bir kaç kez gözden geçirip yeniden yazdıktan sonra 15 Nisan 1996 günü Hacettepe Üniversitesi İktisat Bölümü öğretim üyelerine sunarak ilk kez bilimsel tartışmaya açtık. Çalışmaya nihai şeklini verirken söz konusu bölüm öğretim üyelerinin katkı ve eleştirilerini dikkate almaya çalıştık. Bununla birlikte evrensellik tartışmasında, düşüncelerine saygı duyduğumuz, öğretim üyelerinin büyük çoğunluğu ile anlaşamadığımızı ifade etmek isteriz. Çalışma, 23 Ocak 1997 günü Finans Kulüpte iş adamları ve profesyonel yöneticilerin tartışmasına sunuldu. Bu tartışma boyunca pek çok katkıdan yararlanma fırsatı bulduk. Katkı ve eleştirileri nedeniyle adı geçenlere teşekkür borçluyuz. Bu katkı ve eleştirilere karşın ortaya çıkabilecek hata ve eksikliklerden yalnızca bizim sorumlu olduğumuzu belirtmekte yarar var.
BİRİNCİ BÖLÜM: GENEL OLARAK EKONOMİK İSTİKRAR POLİTİKASI
1. EKONOMİK İSTİKRAR POLİTİKASINA GİRİŞ
1.1. Ekonomik Dengeyi Sağlamanın Güçlüğü Sorunu
Ekonomi bilimi, bir çok kavramı ve bunlara dayalı analiz aracını fizik bilimlerden ödünç almıştır. Bunlar arasında istikrar konusunu ilgilendirenleri “denge kavramı” ve 'denge analizi'dir. Denge, fizikte, karşıt güçlerin, güçlerinin eşitlendiği nokta olarak tanımlanır. Bunu ekonomi teorisine uyarladığımızda önümüze çıkan ilk örnek arz ve talep dengesidir. İki karşıt güç olan arz ve talep birbirlerine eşitlendiği, ya da ekonomi teorisindeki ifadeyle arz eğrisi ile talep eğrisinin birbirini kestiği noktada piyasa dengesi oluşur. Ekonomi teorisinde piyasa dengesinin yanı sıra, tüketici dengesi, firma dengesi, bütçe dengesi, dış denge, ekonominin genel dengesi gibi pek çok denge analizi yer alır.
Genellikle iki tür dengeden söz edilir. İlki kararlı ya da istikrarlı dengedir. Bu denge durumunda, dengeyi gerçekleştiren karşıt güçlerin birinin ötekine karşı, dengeyi lehine bozacak bir üstünlüğü yoktur. Bu durumda denge, böyle bir bozulma ortaya çıkıncaya kadar sürer, sonra bozulur. Bununla birlikte bir gücün diğerinden daha üstün bir konuma geçerek dengeyi bozması halinde dahi bir süre sonra yeni bir denge oluşur. Oluşan bu yeni denge ya yeniden eski noktada ya da yeni ve istikrarlı bir noktadadır.
İkincisi ise kararsız ya da istikrarsız denge durumudur. Bu durumda karşıt güçlerden birisinin dengeyi kendi lehine bozması halinde yeni denge, eski denge noktasından farklı bir yerde ve muhtemelen yine kararsız olarak oluşur. Bu durumda bu yeni dengenin tekrar bozulma olasılığı yüksektir.
Kararlı ya da kararsız, uzun ya da kısa dönemli denge halleri arzu edilen dengeler olabileceği gibi arzu edilmeyen denge halleri de olabilir. Ekonomide dengesizlik ortaya çıkması sıklıkla ifade edilmesine karşın ekonomi her zaman denge halindedir. Bütün sorun bu dengenin kararlı ve arzu edilen bir denge olup olmadığıdır. Hiç kuşkusuz ekonomi bilimi bir sosyal bilim olduğu için bu noktada fizikten ayrılır. Çünkü fizikte arzular, ya da bir başka deyişle subjektif yaklaşımlar yer almaz. Oysa ekonomi biliminin uygulamaya dönük dalı olan ekonomi politikası subjektif değer yargılarına dayanır.
İşte ekonomik istikrar politikası denildiğinde anlaşılması gereken ekonominin dengelerinin ne şekilde değiştirilmek istendiği konusudur. Bir başka deyişle fizik bilimlerden farklı olarak değer yargılarının etkisi altında objektif bir sonucu bir başka sonuç hedefleyerek değiştirme çabasıdır.
Ekonomide istikrar politikası uygulamanın temel amacı, istikrarsız olan ekonomik dengeyi istikrarlı hale getirmektir. Bunu yaparken de yalnızca istikrarlı değil aynı zamanda arzu edilen bir dengeyi gerçekleştirmek söz konusudur. Ekonomiyi hem arzu edilen hem de istikrarlı bir dengeye oturtmak da yeterli değildir. Bütün bunların yanında istikrarlı dengeyi, giderek daha yüksek tatmin sağlayan dengelere doğru ilerletmek de söz konusudur. Böylece ekonomi politikasının uğraştığı denge fizik dengelerden iki noktada ayrılır; (i)reel denge ile normatif (arzu edilen) dengeyi bir arada yerleştirmeye çalışmak, (ii)böyle bir dengeyi istikrarda tutarken bir yandan da bu istikrarı bozmadan, söz konusu dengeyi daha yüksek toplumsal tatmin sağlayacak yeni ve istikrarlı dengelere doğru yürütmek (ekonomik büyüme).
Buraya kadar yaptığımız açıklamalar ekonomide, arzu edilen istikrarlı bir dengenin sağlanmasının güçlüğünü ortaya koymuş olmalı. Güçlük, yalnızca bu şekilde ortaya çıkmaz, aynı zamanda böyle bir dengeyi sağlamaya yönelik istikrar politikasının önünde bazı engeller de vardır.
1.2. Ekonomik İstikrar Politikalarının Evrenselliği Sorunu
Ekonomi politikaları ve hatta bunların dayanağı olan ekonomi kanun ve teorilerinin her dönem ve her koşulda aynı ölçülerde geçerli olmadığını düşünüyoruz. Eğer evrenselliğin tanımını “her yerde her zaman geçerlilik” olarak verirsek bu yaklaşımımızı doğrulayacak pek çok kanıt ileri sürebiliriz. Örneğin “her arzın kendi talebini yarattığı” şeklindeki Say Kanunu. Klasik iktisatın temel postülalarından biri olan Say Kanunu, uzun yıllar teorinin bel kemiğini oluşturmuş Keynesien iktisatın söz konusu kanunu “her talep kendi arzını yaratır” biçiminde ters yüz etmesinden sonra egemenliğini yitirdiği düşünülerek ekonomi teorisinin biraz da aşağıladığı bir konuma dönüşmüştür. 1980’ li yıllarda bu kez Arz yönlü iktisat yaklaşımı tarafından yeniden eski biçimiyle eski ününe kavuşturulan Say Kanunu üzerine pek çok makale yazılmış ve kanunun geçerliliği yeniden savunulmaya başlanmıştır. Bu örnekten açıkça anlaşılıyor ki ekonomi biliminin hareket noktası olan arz ve talep olayında hangisinin diğerine öncülük ettiği dahi tam olarak açıklanamamaktadır. Kanımızca hangisinin diğerine öncülük ettiği zamana, koşullara ve yere göre değişir. O nedenle ille bir formülasyon gerekiyorsa bunu şöyle ortaya koymak mümkündür: “Bazen arz talebi, çoğu zaman da talep arzı yaratır.” Bir başka örnek zaman ve koşulların değişmesinin ekonomik kanunlarda yarattığı değişiklikle ilgili olarak verilebilir. Gresham Kanununa göre “kötü para iyi parayı piyasadan kovar”. Gerçekten de yalnızca madeni paranın geçerli olduğu bir dünyada aynı nominal değeri taşıyan maden içeriği azalmış olan para dolanımda kalıyor, maden içeriği yüksek olanı ise dolanımdan çekilip eritilerek maden olarak satılıyor ve daha çok aynı nominal değerli ve fakat daha az maden içerikli paraya satılabiliyordu. Kağıt paranın madeni paranın yerini aldığı, dışa açık yüksek oranlı enflasyona sahip günümüz gelişme yolundaki ekonomilerde ise durum tersine dönmüştür. Değerini koruyabilen dolar, mark, yen gibi dövizler sürekli olarak yerli paraya tercih edilmekte, ortaya bir tür dövize endekslenme olgusu çıkmaktadır. Böylece kanun tersine dönmekte ve “iyi para kötü parayı piyasadan kovmaya” başlamaktadır. Bu iki örnek ekonomik kanunların evrenselliğinin en azından tartışma götürür olduğunu ortaya koymuş olmalı. Evrensellik, toplumsal koşullar dikkate alındığında da tartışmalıdır. Bu düşüncemizi aşağıda rasyonel bekleyişler teorisini ele alırken bir ölçüde tartışmaya çalışacağız.
Türkiye için bir ekonomik istikrar politikasının genel çerçevesini ortaya koymaya yönelik bu çalışmaya bir evrensellik tartışmasıyla başlamaktan amacımız Türkiye’ye özgü bir istikrar politikasının niçin gerekli olduğunun altını çizmekten ibarettir. Fiyat artışlarını, işsizliği, ekonomik durgunluğu yaşamadan bunları kanun, teori ve hipotezler çerçevesinde açıklamak ve bu çeşit istikrarsızlıkları giderebilmek için çeşitli ekonomi politikaları ve özel olarak da istikrar politikaları geliştirmek mümkün değildir. Bu teori ve politikalar genellikle gelişmiş ülkelerde ve o ülkelerin deneyimleri çerçevesinde yaratılmıştır. Oysa gelişme yolundaki ülkelerin karşı karşıya bulundukları enflasyon ya da durgunluk, gelişmiş ülkelerin koşullarından farklı nitelikler taşıyabilmektedir. Bu nedenle bütün ülkelerde aynı şekilde uygulanabilecek istikrar politikaları mevcut değildir. Bu çerçevede kanımızca her ülkenin kendi toplumunda yaşadığı ekonomik istikrarsızlıkları, genel teorik çerçeveden yararlanmak suretiyle kendi deneyimleri paralelinde politikaya çevirmesi en uygun çıkış yolu olarak görünmektedir.
Bu düşünceden hareketle Türkiye için bir ekonomik istikrar modelinin genel çerçevesini burada çizmeyi deneyeceğiz. Ancak bunu yapmadan önce ilk aşamada makroekonomik hedefler ve bu hedeflere ulaşmak için kullanılabilecek araçların neler olduğunu, söz konusu hedefler arasındaki çelişkileri ve ekonomik istikrar programının önündeki engelleri ortaya koyarak genel teorik bir giriş yapacak, ikinci aşamada Türkiye’de istikrar politikası uygulamasının başarılı olabilmesi için kurumsal düzenlemelerin gereği ve istikrar programının önündeki Türkiye’ye özgü yapısal engelleri tartışmayı deneyeceğiz. Bu açıklamaların ardından Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik istikrarsızlığın nedenini teşhis edip bu istikrarsızlığın tedavisi için uygulanması gerekli politikaları, ekonomi biliminin çizdiği genel teorik çerçeveden hareketle, Türkiye deneyiminin ışığı altında önermeye çalışacağız.
1.3. Kurallar mı Seçimlik Politikalar mı ?
Ekonomi teorisinin çokça tartışılan konularından birini kurallar mı seçimlik politikalar mı ? (rules vs discretion) konusu oluşturur. Genellikle klasik iktisat okulu ve onun yandaşı olan diğer okulların iddiasına göre eğer bir ülkede kurallar çerçevesinde düzenlenmiş bir serbest piyasa ekonomisi geçerliyse müdahaleye gerek kalmaksızın sorunlar piyasada çözülebilir. Müdahale yalnızca kuralların bozulması yönünde eğilimlerin ortaya çıktığı hallerde konu olabilir. Keynesien iktisatçılara göre ise ekonomiye müdahale şarttır. Müdahale edilmeksizin ekonominin bozulan dengelerinin kendiliğinden onarılması mümkün değildir.
Biz ilk görüşe katılıyoruz. İyi konulmuş kurallar çerçevesinde piyasalar kendisini dengeler. Ancak Türkiye’de kurallar iyi konulmamıştır. Serbest piyasa ekonomisi adı altında yürütülen uygulamalar kuralsız, müdahaleci ve taraflıdır. O nedenle Türkiye’de çözümün bu haliyle piyasaya bırakılması mümkün değildir. Öncelikle ekonomiye bütün yönleriyle müdahale edilip, kurallar konulduktan sonra işin piyasaya bırakılması halinde konunun çözüme kavuşacağını düşünüyoruz. Kuralları koyup siyasal müdahaleyi asgariye indirmeden serbest piyasa ekonomisi uygulamaya kalkışmak bugün Türkiye’de yaşadığımız anarşi ortamının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. O nedenle bizim savunduğumuz şey önce seçimlik politikalar uygulanarak ekonominin düzenlenmesi sonra kuralları konmuş serbest piyasadır.
2. EKONOMİK İSTİKRAR POLİTİKASI UYGULAMASININ ÖNÜNDEKİ ENGELLER
2.1. Makroekonomik Amaçlar, Araçlar ve Çelişkiler
Uygulanacak ekonomik istikrar politikasının seçimi sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Bunun temel nedeni mekroekonomik amaçlar arasında çelişkiler bulunmasıdır. Çoğu makroekonomik konuda karşımıza ekonominin temel sorunu olan kıtlık sorunu çıkar. Kıtlık sorununun ortaya çıktığı her konuda olduğu gibi makroekonomik hedeflerde de tercih yapmak, bir başka deyişle bir hedefi seçerken diğerini feda etmek kaçınılmaz hale gelir.
Bu nedenle iktisatçının görevi, siyasetçiye ulaşılabilecek hedefleri, bunlara ulaşmak için gerekli politika araçlarını ve bu araçların uygulanması sırasında veya sonucunda diğer hedeflerden nasıl sapmalar olacağını açıklamaktan ibarettir. Bundan sonrası, bir başka deyişle tercihin ortaya konması siyasal bir sorundur.
Aşağıdaki şemada makroekonomik amaçlar ve bunlara ulaşmak için kullanılabilecek makroekonomik politika araçlarına yer verilmektedir.
Şema 1. Makroekonomik Amaçlar ve Makroekonomik Politika Araçları
MAKROEKONOMİK AMAÇLAR
|
MAKROEKONOMİK ARAÇLAR
|
1.Üretimin Arttırılması
Yüksek ve sürekli bir GSMH büyümesi
|
1.Maliye Politikası Araçları
Kamu giderleri ve vergi araçları
|
2.İşsizliğin Azaltılması
Yüksek ve sürekli bir istihdam
|
2.Para Politikası Araçları
Para arzı ve faiz oranının denetimi
|
3.Enflasyonun Giderilmesi
Fiyatlar genel düzeyinin istikrarının sağlanması
|
3.Gelirler Politikası Araçları
Heterodox şok önlemler
|
4.Ödemeler Dengesinin İstikrarı
Dışticaret ve cari işlemler dengelerinin ve döviz kuru istikrarının sağlanması
|
4.Uluslararası Ekonomi Politikası AraçlarıTarifeler, kotalar v.b. ile dışticaretin caydırılması veya özendirilmesi, döviz kuru yönetimi
|
Kaynak: Paul A.Samuelson and William D. Nordhaus (1992) s.397 deki tablodan
yararlanılarak hazırlanmıştır. (Tablonun her iki tarafındaki numaralar hedef ve araçların birbirleriyle olan ilişkisinin paralelliğini göstermek amacını gütmemektedir)
Yukarıdaki şemada özetlenen makroekonomik amaçların birbirleriyle olan çelişkilerini genel olarak ortaya koyabilmek amacıyla aşağıdaki şemayı sunuyoruz.
Şema 2: Makroekonomik Amaçlar Arası Çelişkiler
AMAÇ
|
OLASI SONUÇLAR
|
Yüksek GSMH büyümesi
|
Enflasyonda yükselme, istihdam artışı
|
Enflasyonun düşürülmesi
|
GSMH gerilemesi, yüksek oranlı işsizlik
|
İşsizliğin azaltılması
|
GSMH büyümesi, enflasyonda yükselme
|
Dışticaret açığının düşürülmesi
|
İçtüketim ve yatırımda ve dolayısıyla GSMHda düşme
|
Şema 2 de yer alan olası sonuçların her zaman aynı şekilde ortaya çıkmayacağı açıktır. Bununla birlikte Türkiye uygulaması bu şemada yer verilen olası sonuçlara büyük ölçüde uygundur. Görülen odur ki makroekonomik amaçlar arasında çok önemli çelişkiler bulunmaktadır.
Bu nedenle bu hedeflerin hepsini aynı anda gerçekleştirmek mümkün değildir. Mümkün olan, ekonominin birincil öncelikli sorununu belirleyip bunu önlemeye yönelik istikrar önlemlerini alabilmektir. Aslında bu da yeterli değildir. Çünkü birincil öncelik olarak belirlenen sorunun çözümü için alınacak önlemler başka sorunları beraberinde getirecektir. Örneğin yüksek enflasyonla mücadele önlemleri bir süre sonra ekonominin durgunluk ya da stagflasyon içine girmesine yol açabilir. Bu nedenle uygulanacak istikrar politikası bir sorunu çözerken başka bir sorun yaratmamaya göre şekillendirilmek zorundadır.
Makroekonomik amaçlar arasındaki bu çelişkiler genellikle kısa dönemde çok daha açık bir şekilde ortaya çıkar. Zaman geçtikçe, bir başka deyişle kısa dönemden uzun döneme geçilmeye başlandıkça çelişkiler yumuşamaya başlar. Bunun en tipik örneği enflasyon ile işsizlik arasında ters yönlü bir ilişki olduğunu ortaya koyan A.W.Phillips’in İngiliz ekonomisi üzerine yaptığı bir araştırma sonucunda ortaya koyduğu düşünceler çerçevesinde geliştirilen Phillips Eğrisi analizinde görülebilir. Uzun yıllar enflasyon arttıkça işsizliğin azalacağı ya da işsizlik arttıkça enflasyonun düşeceği şeklindeki Phillips Eğrisi analizi ekonomik istikrar politikalarının önündeki en önemli engeli oluşturmuştur. Daha sonra yapılan araştırma ve katkılar söz konusu ilişkinin uzun dönemde bu kadar tersine bir görünüm içinde olmadığını ortaya koyunca enflasyonla mücadelede daha kararlı önlemler alınmasına yol açmıştır.
Son yıllarda ekonomi biliminde kısa dönem - uzun dönem farklılıklarının daha belirgin bir teorik yapıya ulaşması ve özellikle doğal işsizlik oranı teorisinin getirdiği katkılar sonucunda, bekleyişlerin ekonomik karar ve uygulamaların sonuçlarını sanıldığından daha fazla etkilediği görüşünün de yaygınlık kazanmasıyla Phillips Eğrisi analizi yeniden ele alınarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Bu yeni yaklaşım kısa dönemde ortaya çıkan enflasyon ile işsizlik arasındaki çelişkili ilişkinin (trade off) uzun dönemde ortaya çıkmayacağını, doğal işsizlik oranı teorisi çerçevesinde uzun dönemde bu ilişkinin yalnızca enflasyonda artışa yol açacağı ve işsizliği doğal işsizlik oranının altına çekemeyeceğini göstermektedir. O halde bunun tersi olan talep daraltıcı politikaların sonucunda enflasyonda ortaya çıkacak gerilemelerin kısa dönemde neden olacağı geçici istihdam azalmalarının uzun dönemde yine doğal işsizlik oranı etrafında dengeye kavuşacağını söylemek mümkündür.
Bütün sorun burada konu edilen uzun dönemin ne kadar uzun bir dönem olduğu konusunda düğümlenmektedir. Siyasal iktidar kısa dönemde kendisi açısından negatif puan getirecek olan bir uygulamanın olumlu sonuçlarını alabilecek kadar iktidarda kalacakmıdır? Uzun dönemin süresini tam olarak vermek mümkün olmamakla birlikte iktisatçıların kabulünün en az 5 - 10 yıl arasında bir süre olduğunu vurgulayabiliriz. Uzun dönem böyle ortaya konunca bu sürenin demokrasiyle yönetilen ülkelerde siyasal iktidar süresiyle bağdaşmadığı anlaşılmaktadır. O nedenledirki Phillips Eğrisi analizi enflasyonla işsizlik arasındaki çelişkiden çok, siyasal iktidarın kendi oy oranı ile ülkenin çıkarları arasındaki çelişkinin açıklanmasına yarayan bir alet halini almaktadır.
2.2. Siyasal Yaklaşımlar ve Bürokrasiden Kaynaklanan Davranışsal Sorunlar
Siyasal iktidarlar çoğu kez bir ekonomik istikrar programı ile çözümlenebilecek gibi görünen ekonomik sorunları çözmek konusunda önlem almak yerine, tersine, sorunu daha da ağırlaştırabilecek olan subvansiyon arttırımları, enflasyonun üzerinde ücret artışları, kamu teşebbüslerinin fiyat artışlarının ertelenmesi gibi istikrarı daha da bozacak önlemleri niçin tercih ederler?
Bu sorunun cevabını kurucuları arasında James Buchanan gibi Nobel ödülü sahibi bir iktisatçının da bulunduğu
Kamu Tercihi Okulu (Public Choice School) değişik bir şekilde vermektedir. Bu okulun temsilcilerine göre, iş dünyasına uygulanan kurallar, siyasal partiler ve siyasetçiler için de geçerlidir. Nasıl şirketler karlarını azamileştirmek için çaba harcarlarsa, siyasetçiler de oylarını azamileştirme çabasını en öne alırlar. Toplumun pek çok kesimi siyasal partilere, siyasal iktidara ve siyasetçilere kendi yararlarını yükseltebilmek için baskı yapar. Eğer bir toplumda subvansiyonların arttırılması, enflasyonun üzerinde üiret arttırımları vb. siyasal iktidara oylarını arttırma imkanı verecekse, iktidarın o yönde davranması en akılcı yoldur.
Aynı şey muhalefet partilerinin iktidara yönelttikleri eleştiriler için de geçerlidir.
Her bir milletvekilinin kendi seçim bölgesinden alabileceği oy sayısını azamileştirme çabasının da dayanağı
söz konusu bölgenin çıkarlarına göre (bazan ülkenin genel çıkarlarıyla çelişse bile) davranmaktan geçmektedir. Böylece her bir milletvekili kendi partisine o çıkarlar yönünde baskı yapmak görevini üstlenmiş olur.
Dolayısıyla siyasal partiler ve siyasetçilerin bir ekonomik istikrar programını yürürlüğe koymaları zor bir iştir.
Kamu tercihi okulunun bürokrasiye yaklaşımı da ilginçtir. Bürokrasi kar veya oy azamileştirilmesi konusuyla pek fazla ilgili değildir. Buna karşılık temel amacı maaşlarını, emeklilik ücretlerini ve belki de daha önemlisi yetkilerini azamileştirmektir. Bunun da yolu kuşkusuz kamu giderlerinin arttırılması ya da daha doğru bir ifadeyle bütçenin büyütülmesinden geçmektedir. Dolayısıyla bürokrasi de ekonomik istikrar politikası uygulamaları için önemli bir engel oluşturabilir
.
Kamu tercihi okulunun yaklaşımları özellikle Türkiye gibi ekonomik istikrar önlemlerinin oy kaybına neden olacağı görüşünün siyaset ortamında yaygın olduğu ve kamu kesiminin kapladığı geniş yer dolayısıyla bürokrasinin de büyük olduğu ülkelerde daha da önemlidir. Gerçekten de bir bölgenin suyunun dağıtımı veya çöpünün toplanması karşılığında oluşturulaiak tarifeler, örneğin ABD de tümüyle özel şirketler kanalıyla yapıldığı için herhangibir siyasal yaklaşımla değil ekonomik olarak belirlenir. Oysa Türkiye’de bu işleri yapan işletmeler belediyelere bağlı olduğundan, tarife belirlemelerini bağlı bulundukları belediyelerin siyasal kaygılarına göre yaparlar. Bu nedenle söz konusu işletmeler zarar etmek gerçeğiyle karşılaşırlar. Bunun sonucunda bu kez belediyeler siyasal iktidara baskı yaparak Devlet bütçesinden yardım talep ederler. Bu açıdan özelleştirmenin belki de en önemli yararlarından biri ekonomik bir işin fiyatının siyasal yaklaşımla değil ekonomik olarak belirlenebilmesine imkan sağlamasıdır.
2.3. Siyasal Amaçlarla Ekonomik Amaçlar Arasındaki Çelişki
Siyasal partilerin amacı öncelikle iktidar olmak ve ikinci aşama olarak ta iktidarda kalabilmektir. Bunun dışındaki amaçlar ikinci planda kalır. Temel amaç iktidar olmak ve iktidarı korumak olarak ortaya konunca oy kazandırıcı politikalar ön plana gelir. Böyle bir eğilim ortamında bir ekonomik istikrar politikasını orta - uzun dönemde sürdürmek güçleşir. Ekonomileri istikrar önlemlerinin alınıp sürüdürülmesine ihtiyaç gösteren ülkelerde temel sorun siyasal yaklaşımları ekonomik yaklaşımlarla bağdaştırmak sorunu şeklinde ortaya çıkar.
Bunu bir şekil yardımıyla açıklamaya çalışalım.
Şekilde siyasal amaçlarla ekonomik amaçlar arasındaki çelişkiyi ortaya koyabilmek için, siyasal iktidarın oy oranı dikey ve ekonomik istikrar yatay eksende gösterilmiştir.
Buna göre % 50 oranında bir oy ile işbaşına gelmiş bulunan siyasal parti ya da partilerin, oy oranları ekonomik istikrar önlemlerini almaya başladıkça gerileme içine girmektedir. Örneğin ekonomik istikrar önlemlerini a dan b ye genişleten iktidarın oy oranı % 50 den % 40 a düşmektedir. Söz konusu istikrar önlemlerinin uygulanmasında ısrar eden iktidarın, istikrarı b den c ye ilerletmesi halinde oy kaybının durduğu ve istikrarı c den d ye kadar ilerletmesi halinde ise oy oranının yeniden artış eğilimine girdiğine dikkat edilmelidir. Bunun temel nedeni ekonomik istikrar önlemlerinin sonuçlarının alınmaya başlamasıyla birlikte önce enflasyon oranında, daha sonra işsizlik oranında düşmelerin ortaya çıkması ve toplumun ilk anda kaybettiklerini zaman içinde fazlasıyla geri almaya başlamış olmasıdır. Burada önemli olan husus istikrar önlemlerinin doğru ve kararlı biçimde uygulanmasıdır. Yanlış uygulamalar ekonomiyi yeniden istikrarsızlık içine iterse o takdirde C den D ye değil istikrardan sapma anlamına gelen D’ ye geçmek söz konusu olabilir ve bu durumda siyasal iktidarın oy oranı ilk anda gerilemez, hatta tam tersine eski düzeyine yükselir. Bu gelişmenin temel nedeni popülist politikaların, istikrardan bunalmış olan toplum kesimlerine ilk anda sevimli gelmesidir. Bununla birlikte ilk andaki sevimlilik zaman içinde kaybolacağından siyasal iktidar yeniden oy kaybetmaya başlar. Eğer populist politikalara dönüş anlamına gelen D’ noktasına geçiş ile seçim arasındaki süre uzarsa yeni bazı popülist politikaları uygulamaya koymak zorunludur. Böylece populizm batağına giren siyasal iktidar taviz vere vere hem ekonomik istikrarda elde edilen kazanımları hızla kaybettirir hem de oy kaybı süreci içine girer. Üstelik bu oy kaybı istikrar uygulamalarına başlanan noktadan da daha fazla olabilir (E noktası). Burada bütün sorun A D patikasında ilerlemeyi planlayan siyasal iktidarın, uygulamaya koyacağı ekonomik istikrar önlemlerinin kısa dönemde yaratacağı oy kaybını, orta - uzun dönemli olumlu sonuçlarla giderecek kadar iktidar süresine sahip olup olmadığıdır. Eğer böyle bir zamana sahipse ve bu patikada ilerlemeyi başarabilirse o zaman D noktasına ulaşır ve oy oranını arttırabilir.
2.4. Gecikmelerin Yaratacağı Sorunlar
Ekonomik istikrar politikalarının uygulanmasında bir başka önemli engel, gecikme ya da zaman kayıplarıdır. Bunlar üç aşamada ortaya çıkar; sorunun teşhisi, tedavinin belirlenmesi ve karar alınması, uygulama gecikmeleri.
(i) Sorunun teşhisinde ortaya çıkan gecikmeler
Makroekonomik koşulların değişmeye başladığı ve dolayısıyla belirli bozulmaların ya da sapmaların ortaya çıktığının politikacılar tarafından anlaşılması belirli bir zamana gereksinim gösterir. Politikacıların sorunu kabul etmeleri, genellikle, teknisyenlerin teşhisinden daha uzun bir zaman gerektirir.
Örneğin toplam talepte bir artış ya da azalma birdenbire büyük miktarlarda ortaya çıkmaz. Bu gelişme yavaş yavaş kendini gösterir. Dolayısıyla toplam talepte başlayan canlanmanın enflasyonist baskılar yaratacağının anlaşılması ve buna karşılık derhal bir önlem alınması çoğu kez mümkün olmaz. Sorun politikacılar tarafından teşhis edildiğinde genellikle belirli bir boyuta ulaşmış olur. Bu durumda alınacak önlemler, sorunun ilk ortaya çıktığı boyutun gereklerine göre daha fazla ciddileşmiş hale gelir. Teşhis ve kabuldeki gecikmenin yarattığı sorun büyümesi, uygulamaya konulması zaten belirli sıkıntılara dayanan istikrar programı için ek bir engel oluşturur.
(ii) Sorunun çözümü için karar oluşturmada gecikmeler
Sorun bir kez teşhis edildikten sonra hangi makroekonomik politikanın uygulamaya konulması yoluyla çözüme gidileceğinin kararlaştırılması ve eğer gerekiyorsa bu kararın uygulamaya konulabilmesi için yasama organından yetki alınması gecikmeyi arttıran unsurlar olarak karşımıza çıkar.
Örneğin toplam talepte ortaya çıkan artışın yarattığı enflasyonist baskıları; toplam talebi, kamu giderlerini kısmak veya vergileri arttırmak ya da her iki alt politikayı, bir miktar vergi arttırıp bir miktar kamu gideri kısıntısı yaparak, karma olarak uygulamak yoluyla düşürmeyi planlayan bir siyasal iktidarın gereken kanunları hazırlayıp parlamentoya göndermesi ve kanunlaşmasını sağlaması için zaman harcaması gereklidir.
Bunu da teşhisten sonra, tedavi için hangi ilaçların hangi dozlarda kullanılacağının belirlenmesi aşaması olarak düşünmek gerektir.
(iii) Uygulamada gecikmeler
Ekonomik sorunun tedavisi için uygulamaya konulan yeni politikaların ekonomi üzerinde gerekli etkiyi göstermesi de önceki aşamalarda olduğu gibi belirli gecikmelerle ortaya çıkar. Örneğin kamu giderlerinin kısılmasına karar verilmiş olması halinde dahi hukuki nedenlerle uygulamada olan sözleşmelerin iptal edilmesi mümkün olmaz. Bu durumda geçmişte bağlanmış sözleşmelerin etkisi sürerken yeni sözleşmelere girmeyerek kamu giderlerinin kısılması gerekir. Bunun etkisi ise mevcut sözleşmelerin iptali gibi derhal sonuç vermekten çok ileriye yönelik olarak sonuç vermek şeklinde ve dolayısıyla gecikmeli olarak ortaya çıkar. Enflasyonist sorunun vergi arttırımıyla çözümlenmesinin tercih edilmesi halinde ise yürürlüğe konulacak vergi kanunlarının etkileri, geriye dönük uygulanamayacağına göre ancak ileriki dönemleri etkileyecek sonuçlar yaratır. Bu gecikmeyi kısaltmanın tek yolu satış vergisi, katma değer vergisi gibi dolaylı vergilerle bir düzenlemeye girmek olabilir. Çünkü bu vergilerde yapılan değişikliklerin etkisi tüketim üzerinde kısa zamanda ortaya çıkar.
Gecikmelerle ilgili olarak belirtilen çerçeveyi daha iyi gösterebilmek için analizi bir şekil üzerine taşımayı deneyelim.
Şekilde dikey eksende enflasyon oranı (TEFE ya da TFE cinsinden), yatay eksende ise gecikmeleri gösterebilmek üzere zaman yer almaktadır. OT1 zaman aralığında herhangi bir sorun bulunmamakta, enflasyon toplumun kabul edebileceği bir düzeyde seyretmektedir (E1E1 doğrusuyla gösterilmektedir.) T1 noktasından itibaren toplam talepte bir canlanma olduğunu ve bunun fiyat artışlarına yol açtığını varsayalım. T1 noktasından itibaren enflasyonda ortaya çıkan bu artış E1 doğrusundan A doğrusuna geçişle gösterilmektedir. Hükümetin enflasyondaki bu artışı ve nedenini teşhis etmekle kaybettiği zamanı T1T2 zaman dilimi olarak kabul ediyoruz. Bu zaman dilimi içinde herhangi bir önlem alınmadığı için enflasyon A çizgisinde yükselmesini sürdürmektedir. Hükümetin T2 noktasında enflasyonun nedeninin toplam talep artışından kaynaklandığını teşhis ettiğini ve para politikası önlemlerini yürürlüğe soktuğunu düşünelim. T2 noktasından itibaren enflasyon alınan para politikası önlemleri sayesinde hız kesmeye başlayacak ve A doğrusundan B doğrusuna geçecektir. Merkez Bankasının uygulayacağı para politikası önlemleri parlamentonun onayına ihtiyaç göstermediği için derhal uygulamaya konabilmekte ve sonuç vermeye başlamaktadır. Siyasal iktidar bu arada maliye politikası önlemlerini hazırlamış olsa bile bunların uygulama konulması, parlamento onayını gerektirdiği için, ek bir zamana ihtiyaç gösterir. T3 noktasında parlamento onayını tamamlayan siyasal iktidarın maliye politikası önlemlerini de yürürlüğe soktuğunu varsayalım. Bu geçiş C doğrusuyla temsil edilmektedir. Maliye politikası araçları para politikası araçlarına göre daha uzun bir zaman diliminde sonuç veren araçlardır. Buna karşın psikolojik etkileri yüksektir. Enflasyonun eski düzeyine düşürülmesi zaman alacak olmakla birlikte T3T4 zaman aralığında enflasyon denetim altına alınmış ve artış durdurulmuş olacaktır (D eğrisi). Önlemlerin tüm sonuçlarının alınmaya başlamasıyla birlikte enflasyon oranının eski düzeyine (E eğrisi) düşmesi için geçecek zaman dilimi de T4 T5 arasındaki temsili süre ile gösterilmektedir. Bu aralıkta düşmeye başlayan enflasyon oranı D doğrusu üzerindedir. T5 noktasından itibaren alınan tüm önlemler etkisini ortaya koymuş ve enflasyon yeniden normal seyrine dönmüştür (E1E1 doğrusu).
ABD de 1994 yılı boyunca ekonominin canlandığını ve bunun enflasyonist baskı yaratacağını önceden gören FED (ABD Merkez Bankası) para politikası önlemlerini alarak sorunun önüne geçebilmiştir. Eğer para politikası araçları yerine aynı amaca yönelik maliye politikası araçları yürürlüğe konulmaya çalışılsaydı, ABD Kongresinden kanun geçirmenin zorluğu ve zaman alıcılığı uygulamada gecikmeye ve dolayısıyla çözümün uzamasına yol açabilecekti. Gerçekten de ABD yasama meclisi üyelerinin bir bölümü FED’in uyguladığı politikalara karşı çıkmaktadırlar. 1995 yılında bu kez ABD Kongresi bütçe açığının kapatılması için kanun çıkarma girişimine geçmiştir. Böylece enflasyonda ortaya çıkabilecek artışları politikacılar maliye politikası araçlarıyla ve fakat FED’in önlem almaya başlamasından yaklaşık bir yıl sonra çözümleme amacına yönelmişlerdir. Bu, ekonomik sorunu teknik kişilerin politikacılardan daha önce ve açık şekilde görüp çözüm aramaları ile politikacıların konuyu kabul etmeleri arasındaki gecikmenin tipik bir örneğidir.
İşte bu nedenledir ki mali altyapısını kurmuş, vergi, kamu gideri gibi alanlarda disiplin sağlamış olan ülkelerde gecikmeleri en aza indiren ve uygulama kolaylığı olan para politikası, maliye politikasına tercih edilir hale gelmiştir. Ancak Türkiye gibi mali altyapısını henüz kuramamış mali disiplini sağlayamamış ülkelerde para politikası tek başına yeterli olamamaktadır.
2.5. Kişi ve Kurumların Yaklaşımlarından Kaynaklanabilecek Davranışsal Sorunlar
Ekonomi teorisinde, uygulanacak ekonomik istikrar politikasına ilişkin olarak kişi ve kurumların bekleyişleriyle ilgili olarak iki tür yaklaşım vardır. İlki uyarlanmış bekleyişler (adaptive expectations) diye anılan ve kişi ve kurumların, uygulanacak ekonomi politikalarına ilişkin bekleyişlerinin geçmişte uygulanmış politikalara göre şekilleneceğini ileri süren bir yaklaşımdır. Buna göre kişiler ve kurumlar, siyasal iktidarın uygulamaya koyacağı yeni ekonomi politikası önlemlerini, geçmiş uygulamaları göz önünde tutarak tahmin ederler ve ona göre bir davranış içine girerler. Bu yaklaşım çerçevesinde beklenen enflasyon, geçmiş enflasyon oranlarının bir ortalamasından ibarettir. Böyle bir ortalamaya ulaşılırken çoğu kez yapılan, çok yakın geçmişteki fiyat düzeyi değişikliklerine daha fazla ağırlık vermek yönündedir. Eğer ekonomi bir durgunluk içine girmiş ve geçmişte yaşanmış benzeri durumlarda hükümetler yatırımları arttırmak suretiyle durgunluğu aşmayı denemişlerse, bu yeni dönemde de aynı önlemlerin alınacağı beklenir ve kişi ve kurumlar davranışlarını bu beklenti çerçevesinde oluştururlar. Geçmiş deneyimlere dayanan bu yaklaşım, içinde bulunulan andaki olayların analize katılmaması gibi bir eksiklik taşır. Oysa geçmişte durgunluk içine girildiğinde hükümet yatırımları arttıracak parasal politikalar uyguladığı halde bu kez vergilerle ilgili bir maliye politikası uygulamaya girişebilir. Bu durumda geçmiş uygulamalar üzerine inşa edilmiş bulunan uyarlanmış bekleyişler pek fazla yol gösterici bir işlev göremez.
İkinci yaklaşım olan
rasyonel bekleyişler teorisi (rational expectations
), uyarlanmış bekleyişler yaklaşımının geçmiş veri ve kararlara dayanması ve açıklanacak kararları hesaba katmaması nedeniyle gerçeği yansıtmamasından dolayı geliştirilmiştir. Aralarında Robert Lucas
, Thomas Sargent ve Robert Barro gibi iktisatçıların bulunduğu
yeni klasikler adıyla anılan bir grup iktisatçı tarafından geliştirilen bu teoriye göre, ekonomideki veri ve bilgilerin yaygın ve bilinir olmasının yanı sıra alınacak önlemleri uygulamaya geçirmenin zaman alıcı bir iş olması kişi ve kurumların geçmiş deneyimlere göre bekleyiş içine girmelerine gerek olmaksızın alınan önlemlere göre karar vermelerini mümkün kılar. Örneğin ekonomideki durgunluğu aşmak için hükümetçe uygulamaya konulacak önlemlerin açıklanması ile bunların yaşama geçirilmesi arasında meydana gelecek yeteri kadar zaman farkı, kişi ve kurumların önlerinde bekleyişlerini rasyonel olarak oluşturup güncelleştirebilecek imkanı yaratır. Dolayısıyla geçmiş deneyimlere dayanarak karar alıp sonradan bir sürprizle karşılaşılması olasılığı yoktur. O nedenle, bu teorinin savunucularına göre, yürürlüğe konulacak ekonomi politikaları umulan etkiyi gösteremez.
Hükümetlerin ekonomiye müdahaleleri hayal alemine hitap etmekten başka bir işe yaramaz.
Rasyonel bekleyişler teorisini bir örnek üzerinden daha açık bir şekilde ortaya koymaya çalışalım. Ekonominin yüksek bir işsizlik oranına neden olan derin bir durgunluk içine girdiğini varsayalım. Bu durumda iktisatçılar genişlemeci bir ekonomi politikasının yürürlüğe konulmasını önerirler. Çoğu iktisatçıya göre genişlemeci bir ekonomi politikası, toplam talepte yükselmeye ve bu da daha fazla üretim ve istihdama yol açar ve ekonomi durgunluktan çıkmaya yönelir. Yeni klasik iktisatçılar, rasyonel bekleyişler teorisi çerçevesinde, aynı görüşte değillerdir. Onlara göre, kişiler, hükümetin talebi arttırma yönünde önlemler alarak durgunluğu tedavi edeceğini öğrenmişlerdir. Bu nedenle kişiler ve kurumlar, durgunluk dönemlerinde ne fiyatlarını düşürürler ne de üretimlerini arttırırlar. Hükümetin uygulayacağı talep genişletici politikaları beklerler. Bunun sonucunda üretimde bir artış olacak yerde fiyatlar biraz daha yükselir. Yalnızca bekleyişlerin dışındaki sürpriz kararlar üretim düzeyini etkileyebilir.
Bu çerçevede Devletin alacağı kararlar ekonomiyi daha da kötü bir duruma sokabilir. Bu nedenle seçimlik makro ekonomi politikalarının uygulanmasında çok dikkatli olunması gerektir.
Rasyonel bekleyişler teorisinin makroekonomik teori ve uygulanacak istikrar politikaları açısından en önemli etkileri üç noktada toplanabilir; (i)ekonometrik analiz ve modeller, geçmiş verilere dayalı olarak geleceğin tahminine yönelik olarak kullanıldıkları için, bir başka deyişle uygulamaya konulmuş bulunan yeni politikaları kapsamadıkları için çok fazla yararlı değillerdir, en azından sınırlı yarar sağlayabilirler, (ii) enflasyon ile işsizlik arasında sanıldığı gibi bir tersine ilişki söz konusu değildir. Merkez Bankasının para
arzını arttırarak ekonomiyi canlanma içine sokmayı planladığını düşünelim. Bu durumda işçiler ve şirketler enflasyon oranının yükseleceğini bekleyecekleri için ücretlerini ve fiyatlarını arttırmaya yönelecekler, enflasyonda artış olacağı halde işsizlik oranında bir değişme olmayacaktır, (iii) para ve maliye politikalarının ekonomiyi istikrara kavuşturma yönünde herhangi bir etkisi yoktur. Hükümetin ekonomiyi canlandırmak için Devlet satın almalarını arttırdığını varsayalım. Kişiler ve şirketler böyle bir artışı görür görmez ücret ve fiyatlarını arttırmaya yönelecekler ve dolayısıyla yapılan bu politika değişikliği fiyat artışlarına neden olurken, üretim ve istihdam eski düzeyinde kalmaya devam edecektir.
Rasyonel bekleyişler teorisinden hareketle yeni klasik iktisatçıların önerisi fiyat dalgalanmalarının etkisini ve sürekliliğini minimize etmek için talep artışını istikrarlı bir düzeyde tutacak bir parasal büyümeyi hedeflemektir
.
Bu yaklaşımın Keynesienler ve Monetaristler için ne kadar büyük bir şok olduğunu belirtmeye bile gerek yok.
Çünkü eğer teori doğru ise ekonomiye hiçbir şekilde, para politikası veya maliye politikası araçlarıyla müdahale etmemek gerekmektedir. Dolayısıyla yeni klasiklere göre
en iyi politika, politikasızlıktır.
Rasyonel bekleyişler teorisinin daha açık bir şekilde ifade edilebilmesini sağlamak üzere, ekonomik durgunluğu aşmak amacıyla siyasal iktidarın talebi arttırmak için genişletici bir para ya da maliye politikasını yürürlüğe soktuğunu düşünelim.
Şekilde dikey eksende fiyatlar genel düzeyi, yatay eksende reel GSMH gösterilmekte, ekonominin uzun dönemli toplam arz eğrisi kolay kolay değişim göstermeyen bir yapıda olduğu için dikey eksene paralel olarak yer almaktadır.
Ekonominin ilk anda (A) noktasında 0F1 fiyatlar genel düzeyine karşılık 0Y1 reel GSMH sı konumunda dengede olduğunu ve hükümetin talebi canlandırıcı bir para veya maliye politikasını uygulamaya soktuğunu varsayalım. Talebi canlandırıcı bu politika toplam talep eğrisinin (TT1) talep artışını temsil etmek üzere sağa doğru kaymasına (TT2) yol açacaktır. Bu durumda yeni toplam talep eğrisi (TT2) kısa dönemli toplam arz eğrisini (KDTA1), (B) noktasında kesecek ve yeni denge bu noktada oluşacaktır. Bu noktada fiyatlar genel düzeyi 0F1 den 0F2 ye yükselmiş, talep genişlemesinin ve bunun neden olduğu fiyat artışlarının etkisiyle üretim (toplam arz) bir miktar artmış ve dolayısıyla yeni dengede reel GSMH da (Y1Y2 kadar) bir miktar artarak 0Y2 noktasına geçmiştir. Bu yeni denge uzun süreli bir denge değildir. Özel kesim, talep artışının fiyatlar genel düzeyinin artışıyla birlikte ortaya çıktığını gördüğü zaman gerçekte yeni bir şey kazanmadığını anlayacak ve bu kez üretimini kısacaktır. Üretimin kısılması kısa dönemli toplam arz eğrisinin (KDTA1) üretim daralmasını temsil etmek üzere sola doğru kaymasına (KDTA2) yol açacaktır. Bu durumda uzun dönemli denge (KDTA2) ile (TT2) nin uzun dönemli toplam arz eğrisi (UDTA) üzerinde kesiştikleri (C) noktasında oluşacak, bu yeni denge noktasında fiyatlar genel düzeyi biraz daha yükselmiş (0F3), reel GSMH ise eski noktasına (0Y1) geri dönmüş olacaktır.
Rasyonel bekleyişler teorisinin savunucuları bu gelişmenin böyle olmayacağını, hükümetin talepte canlanmaya yol açacak bir para veya maliye politikasını yürürlüğe soktuğunda, bu politikanın fiyatları arttıracağını gören özel kesim kuruluşlarının, üretimi hiç arttırmayarak fiyatlarını yükseltip, fiyatlar genel düzeyinin (0F1) den doğrudan doğruya (0F3) noktasına geleceğini öne sürmektedirler. Böylelikle, hükümetin bir miktar fiyat artışına neden olsa da talebi canlandırmak suretiyle reel GSMH yi arttırma çabası, yalnızca fiyat artışlarıyla sonuçlanacaktır.
Rasyonel bekleyişler teorisi çerçevesinde ekonomiye karışmanın herhangi bir anlamı kalmamaktadır. Bir başka deyişle ekonomik dengesizlikler müdahale ile düzeltilemez.
Rasyonel bekleyişler teorisine karşı çeşitli itirazlar ileri sürülmüştür. Bunlar arasında şu tezler yer almaktadır; (i)acaba kişiler uzun süreli alışkanlıklarına göre mi hareket ederler yoksa gerçekten rasyonel bekleyiş sahibi midirler? (ii)gerçekten rasyonel bekleyişleri varsa bile düşündükleri gibi mi davranırlar?
(iii)rasyonel bekleyişler teorisi ücret ve fiyatların esnek olduğu tezinden hareket etmektedir. Oysa ücret ve fiyatlar her zaman uygulanacak politikalara hemen cevap verebilecek kadar esnek değildir.
Genel karşı çıkış ise böylesine sofistike bir tepkinin kişilerden beklenmesinin doğru olmayacağı şeklinde özetlenebilir.
Yukarıda özetlenen eleştirilere karşın rasyonel bekleyişler teorisinin taraftarları giderek artmaktadır. Bizim ileri süreceğimiz eleştiri, teorinin evrensel bir nitelik taşıyıp taşımadığı, bir başka deyişle ABD gibi ülkeler dışında bu teorinin ne kadar geçerli olduğu yönünde yoğunlaşacaktır.
Kanımızca bu teori ABD gibi bir ülke için büyük ölçüde geçerli olabilir. Çünkü ABD de sürekli ve düzenli bir veri ve bilgi akımı son derecede yaygındır. Ayrıca pek çok kurumun geleceğe ilişkin kendi özel tahminlerini hazırlayan danışmanları vardır. Bir çok iktisatçı ABD Hazinesi ve ABD Merkez Bankasının davranışlarını gözlemleme konusunda uzmanlaşmışlardır. Üstelik ABD ekonomisinde hükümetlerin sürpriz kararlar alması pek yaygın bir olasılık değildir. Bu çerçeveden bakıldığında rasyonel bekleyişler teorisi önemli bir analiz aracı niteliği taşımaktadır.
Acaba teori ABD dışındaki ülkelerde örneğin gelişme yolundaki ülkelerde de geçerli midir? Bu konuda en azından bazı tereddütlerimiz var. Gelişme yolundaki ülkelerin büyük çoğunluğunda veri ve bilgi eksikliğinin yanı sıra mevcutların da kamuoyuna açıklanması konusunda eksiklikler vardır. Onun için bu tür ülkelerde ekonomi politikası uygulamalarında sürprizlere geniş bir yer bulunmaktadır. Bu noktada 8 - 10 yıl öncesinin Türkiye’sini hatırlamakta yarar vardır. 8 - 10 yıl öncesine kadar Türkiye’de enflasyon oranı, büyüme oranı, bütçe açığı, dış ticaret açığı vb. gibi önemli göstergeler yılda bir veya iki kez kamu oyunun gündemine gelecek şekilde açıklanırdı. Parasal göstergeler ise tümüyle toplumun bilgisinin dışındaydı. Bugün gelişme yolundaki pek çok ülke Türkiye’nin 8 - 10 yıl önceki konumuna benzer bir durumdadır. Böyle bir ortamda kişilerin ve kurumların rasyonel bekleyişlerinin olması kolay değildir. Ancak geniş ölçüde sezgiye dayalı bir uyarlanmış bekleyişler seti geliştirmeleri imkan içinde olabilir. Türkiye, bugün konu edilen veri ve bilgilerin gelişmiş ülkelerdeki gibi açıklandığı bir ortama az çok ulaşmış olmakla birlikte yine de bir yönüyle rasyonel bekleyişler teorisinin öngördüğü ortamdan uzaktır; sürpriz kararlar. Sürpriz kararlara en belirgin örnek olarak siyasal iktidarların zaman zaman Hazine borçlanmalarını kullanarak başvurdukları faiz indirimlerini örnek verebiliriz. Aslında Türkiye’de borç verilebilir fonlar piyasası büyük ölçüde serbest piyasa koşullarına göre çalışmaktadır. Bu nedenle faizlere doğrudan bir müdahale söz konusu olamamaktadır. Siyasal iktidarlar, kredi faizlerini ve dolayısıyla bunların maliyetinin en önemli parçasını oluşturan mevduat faizlerini indirmek amacıyla bu faizlerin yüksekliğinin nedeni olarak kabul edilen Hazine kağıtları faizlerini, Hazinenin piyasaya yönelik borç talebini kısarak düşürmeyi sıklıkla denemişlerdir. Gerçekten de bu uygulamalar sonucunda kısa bir süre faizler düşmüş, fakat Hazine’nin borçlanma talebi, gerçek önlemlerle düşürülmeyip yapay önlemlerle düşürüldüğü için, bir süre sonra tekrar ve daha fazla yükselmiştir. Yapay zorlamalara dayalı bu iniş çıkışlar mevduat faizlerinde de iniş çıkışlara yol açmıştır.
Enflasyonun nedenleri arasında talep yönlü etkilerin daha ağırlıklı olduğunun kabul edildiği monetarist ekonomi yaklaşımı çerçevesinde, enflasyonist ortamlarda faizlerin yükselmesi genel beklentidir. Nitekim ABD’de benzeri beklentilerin belirmesi halinde FED derhal faizleri yükseltme kararı almaktadır. Böyle bir ortamda Türkiye’de bunun tersinin yapılması, sürpriz kararlara tipik bir örnek oluşturmaktadır. Kişi ve kurumlar böyle bir uygulama ile ilk kez karşılaştıklarında, hazırlıksız oldukları için, rasyonel bekleyişleri sarsılmaktadır. Bununla birlikte sürprizler devam ettikçe sürpriz olmaktan çıkmakta, kişi ve kurumları, siyasal iktidardan irrasyonel uygulamalar bekler hale getirmektedir.
Sürpriz kararlar konusunda bir başka değişik örnek geriye dönük uygulamalardır. Örneğin 1994 yılında, yıl ortasında çıkan bir yasayla, bir önceki yıl kazançlarına uygulanmak üzere vergi arttırımına gidilmiştir. Benzeri uygulamalar kamu iktisadi teşebbüslerinin fiyat ve tarifelerine de yönelebilmektedir. Örneğin elektrik tarifeleri geçmişe dönük olarak arttırılabilmekte ve aradaki farkın ödenmesi istenmektedir. Oysa ABD de bu tür kararlar hep belirli bir zaman dilimini önceden vermek suretiyle ileriye dönük olarak yapılmakta, kişi ve kurumlara kendilerini hazırlama imkanı tanınmaktadır.
Böylece bazı gelişme yolundaki ülkelerdeki veri ve bilgi eksikliği; Türkiye gibi veri ve bilgi eksikliğini belirli düzeyde aşmış bazı gelişme yolundaki ülkelerde ise sürpriz kararlar ve geriye dönük uygulamalar, bir irrasyonel bekleyişler teorisine alt yapı oluşturmaktadır.
Özet olarak rasyonel bekleyişler teorisinin pek çok doğru öngörüsüne karşın, özellikle gelişme yolundaki ülkelerde, siyasal iktidarların ekonomiye müdahalelerinin olumlu ya da olumsuz sonuçlar yaratacağını ancak bunun limitleri olduğunu vurgulamak gerekir.
İKİNCİ BÖLÜM: TÜRKİYE’DE UYGULANMASI GEREKEN EKONOMiK iSTiKRAR PROGRAMININ ÖNÜNDEKi ENGELLER, ÇÖZÜM YOLLARI VE KURUMSAL DÜZENLEMELERiN GEREĞİ
1. EKONOMiK iSTiKRAR PROGRAMI UYGULAMAKTA KARŞILAŞILACAK ENGELLER VE ÇÖZÜM YOLLARI
(i) Herşeyden önce uygulamaya konulacak bir ekonomik istikrar programı orta - uzun vadeli olmak zorundadır. Hatta belki biraz daha ileri giderek bir istikrar programının zaman zaman yoğunlaştırılıp zaman zaman hafifletilmek suretiyle sürekli olarak gündemde tutulması gerektiğini ileri sürebiliriz. Bu yalnızca Türkiye için değil bütün ülkeler için geçerli bir husustur.
Genellikle Türkiyede bugüne kadar uygulanan istikrar programları kısa süreli programlar olmuş, daha tam sonuçları alınmadan gevşetilme yoluna gidilmiştir.
Benzeri uygulamalar Güney Amerika ülkelerinde görülmüş, bu kısa süreli uygulamalarla varılan olumlu sonuçlar yine kısa sayılacak süreler içinde kaybedilmiştir.
Aslında kısa dönemli yaklaşım sorunu yalnızca Türkiyede değil, bütün demokratik ülkelerde siyasal rejimin getirdiği kısa aralıklı seçim süreleri ile ekonomik istikrar programlarının gerektirdiği orta - uzun süre çelişkisinden doğan bir sorundur. Bu ülkelerde siyasal iktidarların, iktidar süreleri genellikle 4 - 5 yıllık seçim süreleriyle kısıtlıdır. Bir ekonomik istikrar programının uygulanma süresi, özellikle henüz mali piyasaları tam gelişmemiş, piyasaları serbestleştirme konusunda temel uygulamaları henüz tamamlanmamış, diğer ülkelerle rekabeti tam gerçekleştirememiş ülkelerde, daha uzun süreleri gerektirebilmektedir. Bu genel altyapıyı tamamlamış ülkelerdeki istikrarsızlıkların çözümü bir siyasal iktidarın, iktidar süresinin belirli bir bölümünü gerektirdiği halde, söz konusu alt yapıyı da istikrarsızlık sorunu ile birlikte ele almak zorunda olan Türkiye gibi ülkelerde bu süre, bir siyasal iktidarın, iktidar süresine sığmayabilmektedir. Siyaset ile ekonomi arasındaki bu süre çelişkisi orta - uzun dönemli ekonomik istikrar programlarının uygulamaya konulmasında en önemli engeli oluşturmakta, yürürlüğe konulan istikrar programları seçimlere yaklaşılırken çeşitli siyasal endişeler sonucu gevşetilmeye başlanmaktadır. Bu konu,Türkiye açısından bakıldığında son derecede tipik bir uygulamadır. Üstelik Türkiye yakın geçmişte sık sık erken genel seçim ve genel seçimlerden farklı tarihlerde genel yerel seçim yapmak durumunda kaldığı için ekonomik istikrar programlarından kolayca vazgeçebilmektedir. Bu süre tutarsızlığı çerçevesinde
siyasal hedeflerle ekonomik hedeflerin genelde birbirleriyle çeliştiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu sorun için Türkiye açısından bir çözüm yolu genel ve yerel seçimlerin bir arada yapılmasının sağlanmasına yönelik yasal düzenlemeler ile erken genel seçim eğiliminin önlenmesi olabilir.
(ii) Vurgulanması gereken önemli bir nokta da şudur; ekonomik istikrar programlarının tam sonuçları alınmadan yapılacak gevşetmeler yalnızca bu programlarla hedeflenen makroekonomik dengelerin yeniden bozulmasına değil fakat onun yanı sıra mali liberalizasyon hareketlerine de zarar verebilmekte ve bu konuda alınan yoldan geri dönmeye neden olabilmektedir.
Bu gelişmelerin örnekleri yine Türkiye uygulamasında fazlasıyla vardır. Örneğin Türkiye, 1980 li yılların sonlarında geçtiği serbest faiz uygulamasını, yüksek kamu finansman açıklarını kapatma sorununu çözmeye yönelik ekonomik istikrar önlemlerini tamamlayamaması sonucu, zaman zaman terk ederek, Hazine kanalıyla, bankalara faiz indirimi empoze etmek uygulamasına geri dönmüştür.
(iii) Ekonomik istikrarın sağlanmasına ve mali disiplinin oluşturulmasına yönelik uygulamalar, ülke içinde geniş bir uzlaşma zeminine ihtiyaç göstermektedir. Bu nedenle bir istikrar programının başarılı olabilmesi için, üzerinde toplumun bütün kesimlerinin, hiç değilse asgari ortak noktalarda, uzlaştığı bir program olması gerekmektedir. Bu açıdan siyasal iktidarların belirli konularda muhalefet ile anlaşmaları zorunlu görülmektedir. Buna benzer bir uygulama, ABD de iktidar ve muhalefet partilerinin anlaşması ve ortak hareket etmesi sonucu, bütçe dengesizliklerinin giderilmesi konusunda gerçekleştirilmiştir. Bu tür uzlaşmalar Türkiye için çok daha fazla gerekli görülmektedir. Aksi takdirde seçimler dolayısıyla verilen aşırı sözlerin tutulamaması siyasal iktidarı; bu gibi sözlerin tutulmaya çalışılması ise ülke ekonomisini yıpratmaktadır.
(iv) Türkiye'nin tarihsel ekonomik sorunlarının başında gelen döviz dar boğazını aşmış olmak şeklindeki görüntüsü, bir başka açıdan şanssızlık olarak değerlendirilebilir. Türkiye de genellikle dövizin bittiği dönemlerde ekonomik istikrar programları uygulamaya konulmuştur. 1980 li yılların uygulamaları her ne kadar iç ekonomik istikrarın sağlanamadığını ortaya koyuyorsa da dış dengeyi en azından daha bunalımsız bir görünüm içine oturttuğu açıktır. Bir ekonomik istikrar programı uygulanması için 1994 yılı başında olduğu gibi mutlaka bir döviz darboğazına girilmesi beklenmemelidir.
(v) Siyasal iktidarların seçecekleri
ekonomi politikası araçlarının diğer hedefler üzerinde yan etkileri olduğunu bilmeleri şarttır.
Gerçekten de makroekonomik hedeflerin pek çoğu birbiriyle çelişkili sonuçlar yaratabilir.
Örneğin istihdamı arttırmaya yönelik otoyol yapımları, havaalanı inşaatları, baraj yapımları gibi işler, enflasyonist etkiler yaratır. O nedenle bir ekonomik istikrar programı uygulanırken amacın ne olduğunun iyi tanımlanması gerekir. Amaç eğer yüksek enflasyonu düşürmekse o takdirde kamu yatırımlarının asgariye indirilip, vergi çabasının azamiye çıkarılması zorunluluktur.
Hem enflasyonla mücadele programı uygulayıp hem de arz yönlü iktisat uygulaması bir arada olamaz. Böyle bir uygulama, ekonomideki hastalığın tam olarak teşhis edilemediği ya da enflasyonla gerçekten mücadele edilmediği anlamına gelir. Gelişmiş ülkelerde uygulanan ekonomik istikrar programlarının ne yazık ki Türkiye'ye uyarlanması mümkün değildir. Çünkü gelişmiş ülkeler enflasyon sorunlarını büyük ölçüde çözmüş, durgunlukla mücadele yönünde programlar uygulamaya yönelmişlerdir.
Türkiyede ise 1980 li yılların ilk yarısında enflasyon oranında görülen düşme, siyasal iktidarı rahatlatmış ve durgunluk dönemlerinde uygulanması gereken vergi oranlarını düşürmek suretiyle yürütülen arz yönlü bir ekonomik politikaya yönlendirmiştir. Sonuçta enflasyon tekrar yükselmiş, başlangıç noktasına geri dönülmüştür. Bu eğilimde Türkiyenin 1960 lı yıllardan, kalma ekonomik büyümeye ağırlık veren yaklaşımı büyük rol oynamıştır. Ciddi ve sürekli bir ekonomik istikrar programı için Türkiyenin ekonomik büyüme tutkusu yerine ekonomik istikrar arayışını ön plana çıkartan bir yaklaşıma ihtiyacı vardır.
(vi) Türkiyede uygulanacak ekonomik istikrar programlarının, maliye politikası araçları veya para politikası araçlarından hangisinin uygulamaya konulacağı tartışmasının dışında olması zorunludur. Gelişmiş ülkelerde mali alt yapı disipline edildiği ve enflasyon sorunu büyük ölçüde çözümlendiği için parlamentoya gitmeksizin uygulamaya konulabilen para politikası araçları ideal çözüm yolu olarak ileri sürülebilmektedir.
Gerek para politikası gerekse maliye politikası, siyasal iktidarların toplam talebi denetlemek için kullandıkları temel tekniklerdir. Maliye politikası, bütçe açık ve fazlaları yoluyla toplam talebi denetim altına almaya çalışırken, para politikası aynı amaç doğrultusunda disponibilite, mevduat munzam karşılıkları gibi parasal araçları yürürlüğe koyan bir tekniktir.
Bugün varılan nokta, para ve maliye politikalarının birlikte uygulanmasının en doğru yol olduğu noktasıdır.
Bu sentezi destekleyen iktisatçıların sayısı giderek artmaktadır. ABD Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan
’ın bu yaklaşımı destekleyen bir açıklamasında yaptığı
“Keynes’in başını Milton Friedman’ın omuzlarının üstüne koymak” sözü bu sentez için güzel bir benzetmedir.
Yüksek ve sürekli enflasyon sorununu çözemeyen ve mali alt yapısını tam olarak oluşturamayan Türkiye için ideal çözüm bu iki politikanın karma bir şekilde uygulandığı bir ekonomi politikası bileşimidir.
(vii) Maliye politikasının gerçek boyutlarıyla uygulanabilmesi için, izlenmekte olan maliye politikasının sonuçlarını sağlıklı bir şekilde irdeleyebilmek gerektir. Bunun da temel yolu bütçelerin gerçekçi yapılmasıdır.
Türkiyede bütçelerin çeşitli siyasal gerekçelerle gerçekçi yapılmadığını ve yıl sonlarında büyük sapmalar gösterdiği bilinen bir husustur. Son 15 yılın bütçe açığı sapma ortalaması % 130 dolayındadır.
Bu şekilde yapılan ve uygulanan bütçeler, uygulanan maliye politikasının ne kadar doğru olduğunun algılanmasına ve aksaklıkları gidermek için önlem alınmasına başlıca engeli oluşturmaktadır. Bir başka deyişle kamu kesiminde mali disiplini sağlamanın aracı olması gereken bütçe, Türkiyede disiplini daha da bozucu bir etki yaratmaktadır. Bu nedenle bütçelerin gerçekçi yapılması, bütçelerle birlikte Hazinenin borçlanma programının da TBMM
’ nin onayından geçirilmesi şarttır. Aksi taktirde parlamento onayından geçirilmeyen borçlanma programlarının istenildiği gibi değiştirilmesi, faizler üzerinde baskı kurulmak şeklinde kullanılması ya da sürekli olarak vergiye alternatif olarak ileri sürülmesi imkan içinde olur ve dolayısıyla doğru bir maliye politikası uygulanması mümkün olamaz.
Türkiyede siyasal partilerin üzerinde titizlikle uzlaşmaya varmaları gereken konulardan biri, bütçe denkliğinden çok bütçenin gerçekçi yapılmasıdır.
2. KURUMSAL DÜZENLEMELERiN GEREKLİLİĞİ
Bir ekonomik istikrar politikasını yürürlüğe koymak kadar onu başarıyla sürdürmek de büyük önem göstermektedir. Yukarıda denge kavramı üzerinde dururken açıklamaya çalıştığımız gibi istikrar bir kez ulaşıldıktan sonra otomatik olarak korunabilecek bir nokta değildir. O nedenle istikrarın sürdürülebilir olması, istikrarı önleyen bazı kurumsal sorunların çözümlenmesiyle yakından ilgilidir.
(i) Çözülmesi gerekli kurumsal sorunların en başında güçlü bir Hazinenin oluşturulması gelmektedir. Güçlü ve sağlam bir Hazinenin varlığı ise her şeyden önce Hazinenin üzerindeki tartışmaların kaldırılmasına bağlıdır.
1994 yılı Hazinenin yaşadığı en bunalımlı yıllardan biri olmuştur. Türkiyenin karşılaştığı ekonomik bunalıma ek olarak Hazine, 1994 yılının önemli bir bölümünü yasal dayanaktan yoksun olarak geçirmiştir. Hazinenin kuruluş kanununun yenilenmesine ilişkin kanun hükmünde kararnamenin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi sonucu, devletin tüzel kişiliğini temsil eden kurum aylarca yasal olmayan yetkilerle çalışmış, yasa dışı borçlanma yetkisi kullanmıştır. Böyle bir durum, kurumsal sorunların tartışmaya yer vermeyecek şekilde çözümlenmesi gerektiğinin en önemli kanıtıdır.
Eğer bugün Türkiyede geçerli bulunan modelde olduğu gibi Hazine, ayrı bir kurum olarak kalmaya devam edecekse, bunun ötesindeki arayışların kamu oyunda tartışılmasını siyasal iktidarlar önlemek zorundadırlar. Bir toplumda Hazine ve Merkez Bankası kadar istikrarlı bir yapı içinde tutulması gereken başka bir kurum yoktur. Osmanlı imparatorluğuşnun son döneminden bu yana Hazinenin yeri konusunda gelişen tartışmaların terkedilmesi, söz konusu istikrarlı yapının oluşturulmasında başlangıcı oluşturacak ve ekonomik istikrar önlemlerinin daha kolay ve rahat uygulanması için gerekli ortamı yaratmış olacaktır.
Kabul edilecek şekil ne olursa olsun Hazinenin yeri bir kez belli edildikten sonra bu tartışmaların terk edilmesi zorunludur. Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde Hazinenin yeri ve bağlantısı tartışılmamaktadır.
(ii) Hazinenin yeri ve/veya bağlantısı sorunu çözümlendikten sonra tek ve merkezi hazinenin yeniden oluşturulmasının sağlanması zorunludur. Kamu parasının yönetimi tek elden yapılmadığı takdirde, kamu maliyesini disipline etmenin, Devlet giderlerini denetlemenin, gelir - gider dengesini sağlıklı olarak kurmanın, kamu borçlanmasını programlı olarak yürütmenin imkanı yoktur.
Tek ve merkezi hazinenin oluşturulabilmesi için bütçe dışı fonların 3 - 5 yıllık bir program çerçevesinde tümüyle kaldırılması zorunludur. Bu fonları, gider taahhütlerini devam ettirmelerine izin vererek bütçeye dahil etmenin pek fazla bir yararı yoktur. Eğer bazı gider programlarına öncelik verilmek ve bunların diğer programlara göre daha kolay ve formalitesiz gider yapabilmelerine imkan tanınmak isteniyorsa o takdirde bunları bütçe dışına çıkararak çözümlemeye çalışmak yerine, bütçe disiplinini bozmadan yasal çerçevelerinin değiştirilmesine gidilmesi çok daha anlamlı bir yöntemdir.
(iii) Para otoritesinin TC Merkez Bankası olduğunun bu kuruma bağımsızlık verilerek ve Hazinenin yetkileri arasında yer alan para politikasının belirlenmesi yetkisi kaldırılarak tescil edilmesi gereklidir. Bununla birlikte Merkez Bankasının bağımsızlığı, kendi başına, para politikasının kredibilitesi için kesinlikle bir garanti oluşturamaz. Bu, büyük ölçüde ekonomik istikrar politikasının kredibilitesine bağlıdır. Eğer kur politikası ya da maliye politikası hedefleri yanlış belirlenmişse, bağımsız Merkez Bankasının yegane yararı bu yanlışların yaratacağı maliyetin daha kolay görülebilir olmasını sağlamaktan ibarettir.
(iv) Maliye politikasının oluşturulmasında koordinasyon görevi yasal olarak Hazineye verilmelidir. Çünkü Hazine, maliye politikasının oluşturulmasında görevli bütün kurumlar içinde objektifi en geniş olan, ekonomik olaylara karşı en duyarlı yapıya sahip olan kurumdur. Maliye politikasının oluşturulmasında birden çok kurumun görev yapması değil, koordinasyonun hangi kurum tarafından yapılacağının açık olmaması sorun yaratmaktadır.
(v) Kamu maliyesi alanında görev yapan kamu kurumlarının görev yetki ve sorumlulukları yeniden ve geniş şekilde elden geçirilerek aynı konuda iki ayrı kuruma aynı yetkileri veren ve bu şekilde kurumlar arası gereksiz görev çatışmalarına neden olan hükümler ayıklanmalı ve o konuda hangi kuruma yetki verilmek isteniyorsa diğerindeki benzeri yetki kaldırılmalıdır.
Bu düzenlemelerin yapılması Hazinenin ve Merkez Bankasının bankacılık ve kambiyo rejimi, Hazinenin ve Sermaye Piyasası Kurulunun sermaye piyasası ve borsa, Hazinenin ve Maliyenin bütçe, Hazinenin ve Devlet Planlama Teşkilatının kamu iktisadi teşebbüslerinin yönlendirilmesi konuları üzerindeki birbiriyle zaman zaman çatışan yetkilerinin açık bir şekle dönüşmesini sağlayacaktır. Bu düzenlemeler sırasında Hazinenin Devlet adına politika belirleyen ve zaman zaman bu politikaları bizzat uygulamak zorunda olan ve diğer kurumların Hazinece belirlenen politikaları yaşama geçirip uygulamayı gözetmekle yükümlü birimler olduğu dikkatten kaçırılmamalıdır.
(vi) Belirli sürelerde oluşmuş bulunan ekonomik geleneklerin değiştirilmesi düşünülüyorsa bu değişiklik orta - uzun dönemde ve mutlaka amaçları ve ayrıntıları önceden açıklanarak yapılmalıdır. Örneğin Hazine kağıtları satışında çoklu fiyattan vade ve miktarın önceden ilanı şekline dayalı ihale yöntemi uygulanıyor ve bunun bir başka ihale yöntemiyle değiştirilmesi isteniyorsa söz konusu değişiklik önceden kamu oyuna açıklanmalıdır. Ani ve açıklamasız değişiklikler piyasalarda şok etkisi yaratmakta ve ortaya çıkan belirsizlik, güven ortamını zedeleyerek riski ve dolayısıyla maliyetleri arttırmaktadır. Türkiye bu konuda çeşitli defalar yaptığı hataların bedelini fazlasıyla ödemiştir.
(vii) Türkiyenin artık taşıyamaz olduğu sosyal güvenlik sisteminin sorunlarını mutlak surette çözmesi gerekmektedir. Mevcut sistem iyileştirilirken özel sosyal güvenlik kuruluşlarının kurulması da özendirilmelidir. Sistem fon tüketir halden çıkarılıp fon yaratır duruma getirilmelidir.
Sosyal güvenlik sistemindeki tıkanma, emeklilik yaşının yükseltilmesi, primlerin arttırılması gibi konularda yine ücretli kesime yüklenecek fedakarlıklarla çözülebilecek noktaya gelmiş bulunmaktadır. Bununla birlikte Türkiyede ücretli kesimin son 10 yıldır sürekli bir fedakarlık içinde bulunması yeniden bir fedakarlığa katlanmayı kabul etmesini zorlaştırmaktadır. Bu nedenle ücretli kesimden böyle bir fedakarlığın istenebilmesi toplumun bütün kesimlerinin benzer fedakarlıklara katlanmayı kabul etmelerine bağlıdır. Örneğin milletvekillerine tanınan bir takım sosyal güvenlik ayrıcalıklarının kaldırılmasından önce ücretlilerin fedakarlığını gerektirecek bir sosyal güvenlik düzenlemesi toplumsal tepkileri zirveye çıkaracaktır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: TÜRKİYE İÇİN EKONOMİK İSTİKRAR PROGRAMININ ÇERÇEVESİ
1. MAKROEKONOMiK HEDEF ÖNCELİĞİNİN BELİRLENMESİ
Her ne kadar rasyonel bekleyişler teorisi, ekonomiye, yeni makroekonomik politikaları uygulamaya sokmak suretiyle devlet müdahalesininin yararlı olmayacağını hatta tam tersine zararlı sonuçlar doğurabileceğini ileri sürüyorsa da yukarıda ortaya koyduğumuz itiraz ve ayrıca henüz mali disipline yönelik alt yapının tam oluşturulamadığı gerekçesiyle, Türkiye ekonomisi açısından biz aksini düşünüyoruz. Üstelik geçmişteki sürprizlerden farklı olarak doğru politikaları uygulamaya koymak Türkiye açısından yeni bir sürpriz oluşturacağından, rasyonel bekleyişler teorisinin doğruluğu kabul edilse bile, ekonomik istikrar politikalarından bu sürpriz çerçevesinde sonuç almak mümkün olabilecektir.
Türkiyenin bugün önünde bulunan birincil ekonomik sorun yüksek kamu açıklarından kaynaklanan enflasyondur. O halde Türkiye bu sorunun çözümü için önlemler almak ve diğer makroekonomik hedeflerini bir süre feda etmek zorundadır. Bununla birlikte kamu açıklarını azaltma ve enflasyonu düşürme yönündeki önlemlerin, durgunluğa yol açmaması için son derecede dikkatli uygulanması gerekmektedir.
Türkiyenin temel ekonomik sorununu enflasyon olarak belirledikten sonra, bu sorunla mücadele için uygulanacak ekonomik istikrar programının genel çerçevesini çizmeden önce, çeşitli ekonomi okullarının enflasyonla mücadelede uygulanacak istikrar politikaları ile ilgili önerilerini kısaca ele almak yararlı olacaktır.
Klasik iktisatçılar ekonomide tam istihdam dengesini genel durum olarak ele aldıkları için ekonomik dengesizlik hallerini geçici olgular olarak kabul etmektedirler. Klasik iktisat teorisinin temel postülalarından birisi olan Say Kanununa göre her arz kendi talebini yaratacağı için, dengesizlik halleri genelde arz yönlü bazı sorunlardan doğmaktadır. Piyasa kendi haline bırakıldığında, arz yönünde ortaya çıkacak değişiklikler “görünmez elin” yardımıyla piyasanın yeniden tam istihdam dengesine gelmesini kendiliğinden sağlayacaktır. Ekonominin ve piyasaların yaşadıği dengesizliklere devletin, düzeltme amacıyla müdahale etmesi doğru değildir. Bu tür müdahaleler piyasanın kendiliğinden dengeye gelmesi yerine, zorlamayla dengeye gelmesine yol açacağı için bu tür zoraki dengeler yeniden bozulmaya mahkumdur. Klasik iktisatçılar, piyasanın ve ekonominin bütününün dengeye gelebilmesine engel oluşturabilecek her türlü koşulun ortadan kaldırılmasından ve devletin nötr bir ekonomi politikasıizlemesinden yanadırlar. Buna göre en iyi bütçe denk bütçe ve en iyi vergi politikası nötr vergi politikasıdır. Klasik iktisat teorisinin piyasaları kendiliğinden dengeye getirdiğine inanılan anahtar postülası ücret ve fiyatların kolayca uyumlanabilen esnek bir yapıda olduğu görüşüdür.
Keynesien iktisatçılar, klasik iktisatçıların aksine, tam istihdam dengesinin özel bir durum olduğunu, ücret ve fiyatların klasik iktisatçıların iddia ettikleri gibi kolayca uyumlanabilen bir yapıda olmadığını, dolayısıyla dengesizlik hallerinin kalıcı olabileceğini ve devlet karışımının gerekli olduğunu iddia etmektedir. Keynesienlere göre enflasyonla mücadelede en etkin yol, vergilerin arttırılması ve kamu giderlerinin azaltılmasıyla ulaşılacak bütçe fazlası yönünde bir maliye politikası izlenmesidir. Keynesien iktisat, ekonomideki dengesizliklerin arz yönünden çok talep yönünde ortaya çıkacağını ve bu nedenle talep yönetimi ağırlıklı bir maliye politikası izlemek gerektiğini öne sürmektedir. Böylelikle ekonomide enflasyona yol açan aşırı talep giderilmiş ve fiyat artışları denetim altına alınmış olacaktır.
Monetaristler, daha çok klasik iktisatın postülalarından hareketle denk bütçe ve onun kadar önemlisi sabit bir parasal büyüme oranını kural haline getirmeyi önermektedirler. Mademki para arzındaki artışlar (diğer değişkenler sabit tutulduğunda) fiyatlar genel düzeyini fonksiyonel olarak etkilemektedir [P = f (M)], o halde para arzı artışı durdurulur ve para arzı artışına neden olan bütçe açıkları denk bütçe uygulamasıyla giderilirse, fiyatlar genel düzeyinin yükselmemesi sağlanmış olur. Enflasyonun temel nedenini para arzı artışının yarattığı talep artışına bağlayan monetaristler, bu sorunla mücadelede temel ağırlığı talebi denetlemeye yönelik para politikasına vermektedirler.
Arz yönlü iktisat görüşünü savunan iktisatçılar, konuya tümüyle arz yönünden yaklaşmakta ve ekonomik dengesizlik durumu ne olursa olsun (enflasyon, durgunluk, stagflasyon) ekonominin canlandırılması gerektiğini savunmaktadırlar. Bu görüşü savunanlara göre örneğin vergi indirimleri yapılmak suretiyle üretim arttırılırsa, hem durgunluk giderilmiş olacak, hem de talep fazlası emilerek fiyatların düşmesine yol açılacaktır. Görüleceği gibi arz yönlü iktisatın, Say kanununa dayalı klasik iktisat teorisinin değişik bir ifade şekli olduğu açıktır.
Yeni klasik iktisatçılar, koşullar ne olursa olsun sabit bir parasal büyüme kuralı ve sabit vergi oranları konulmasını, Devletin izleyeceği bütün politikaları önceden açıklaması ve açıkladığı gibi izlemesi gerektiğini ileri sürmektedirler. Yeni klasik iktisatçılar, klasik iktisatın temel postülalarını monetarist okulun görüşleriyle bir araya getirerek yeni bir çerçeve içinde sunmakta ve devletin ekonomiye ani karışımlar yapmak yerine izleyeceği politikaları açıklayarak ekonomik birimleri rasyonel kararlar alan ve ekonomiyi yönlendiren birimler haline getirmenin gereğini ortaya koymaktadırlar. Çünkü ekonomide beklentiler son derecede önemlidir ve beklenti ne yöndeyse genellikle gerçekleşme de o yönde çıkar. O halde beklentilerin hiçbir sürprize yer vermeyecek şekildeki politikalarla yönlendirilmesi gerektir. Ekonomiye devletin ani ve aktif karışımlar yapmasına karşı olan yeni klasik iktisatçılar bu tür irrasyonel davranışlara yol açabilecek karışımlar yapmaya yönelik bir politika uygulamaktansa hiçbir politika uygulanmamasının daha tercih edilir bir politika olduğunu savunmaktadırlar.
Yeni Keynesien okulun temsilcileri arasında en ön sıraları alan James Tobin, Robert Solow ve Franco Modigliani bütün bu klasik iktisat dayanaklı eleştirilere karşın vergi ve kamu giderlerinde değişiklikler yapılmak suretiyle ekonomiye devlet karışımının zorunlu olduğu görüşünü savunmaya devam etmektedirler. Monetarist ve yeni klasiklerin bir parasal büyüme oranı belirlenip ona sadık kalınması şeklindeki pasif parasal karışım politikasını eleştiren yeni Keynesienler, devletin para politikasını ekonomiye aktif karışımın bir aracı olarak kullanması gerektiği görüşündedirler
.
Yukarıda özetle sunduğumuz görüşler iki kategoride toplanabilir;
(i) Klasik iktisat okulu ve onun değişik çeşitleri (monetarist okul, arz yönlü iktisat ve yeni klasik okul),
(ii) Keynesien okul (ve tamamlayıcısı olan yeni Keynesienler).
İlk kategoriye girenler ekonomiye devlet müdahalesinin mümkün olan en düşük düzeyde tutulmasını ve ekonominin kendi dengesini kendisinin bulmasını değişik yaklaşımlar altında savunurlarken Keynesien okul, ekonomide dengesizlik (ve bunun bir türü olan enflasyon) ortaya çıkması halinde Devletin dengesizliği giderme yolunda ekonomiye aktif karışımını savunmaktadır.
Acaba bu yaklaşımların hangisi doğrudur? Türkiye için enflasyonla mücadeleyi hedef alan bir ekonomik istikrar programı önerirken bu görüşlerin hangisine dayanmak gereklidir? Bizim cevabımız hem çok basit hem de çok karmaşık olacaktır; hepsini dikkate almak gereklidir. Daha önce her ülkenin kendi koşullarına göre ekonomi politikaları geliştirmesi gerektiğini ileri sürmüştük. Gerçekten de örneğin kamu kesiminin çok dar olduğu, mali disiplinin geniş ölçüde sağlandığı ABD nin enflasyonla mücadelesi ile kamu kesiminin oldukça geniş olduğu, mali disiplinini gerçekleştirememiş olan Türkiyenin enflasyonla mücadelesi farklı politikalara dayanmak zorundadır. ABD de yalnızca para politikası araçlarıyla sonuç alınabilmesi mümkün görünürken, Türkiyede uygulanacak politikalar Keynesien maliye politikası araçlarına büyük ölçüde dayanmak zorundadır. Bununla birlikte bu tür bir istikrar programı para politikasını da ihmal etmemek zorundadır.
2. TÜRKİYEDE SON ON YILDA UYGULANMIŞ BULUNAN EKONOMİK İSTİKRAR POLİTİKASI ÜZERİNE BiR DEĞERLENDİRME
2.1. 1983 - 1993 Arasındaki Uygulamalar
Türkiyede siyasal iktidarlar 1980 li yılların başlarından beri enflasyonun en önemli makroekonomik sorun olduğunu kabul etmekte ve enflasyonla mücadeleyi birincil öncelikli konu olarak ilan etmekte fakat bazı yıllarda sağlanan ve sürdürülebilir olmaktan uzak bulunan kısmi başarıların ötesinde enflasyonu sürekli bir iniş temposuna oturtmak mümkün olamamaktadır. Bu olgunun nedeni nedir? Bizim cevabımız çok açıktır: Türkiye gerçek anlamda enflasyonla mücadele etmemektedir. Türkiyede enflasyonla gerçekten mücadele edilmediğini daha önce genel çerçevesini çizmeye çalıştığımız ekonomik istikrar programı önerisinde yer alan önlemlerin son on yıldaki görünümlerini test ederek kanıtlamaya çalışalım.
Enflasyonla mücadelede maliye politikasının birincil aracının vergi olduğunu ve enflasyonist dönemlerde vergi arttırımlarının etkinlikle kullanılması gerektiğini vurgulamıştık. Buna karşın siyasal iktidarlar son on yılda vergi sorununun üstüne gitmemiş ve bu anlamda “dolaylı bir arz yönlü iktisat politikası” uygulamışlardır. Oysa enflasyonla mücadelede vergi hasılatının yükseltilmesi Keynesien talep yönetiminin temel taşlarından birisidir. Uygulama yalnızca dolaylı bir modelle de sınırlı kalmamıştır. Türkiye, arz yönlü iktisat modasına uygun bir şekilde, 1984 ve 1985 yıllarında gelir vergisi tarifelerinde indirimler gerçekleştirmiştir. 1980 lerin ilk yarısında yapılan vergi indirimleri dolayısıyla kaybedilen vergi hasılatına, katma değer vergisinin 1985 yılında yürürlüğe konulmasına karşın, ancak 1990 larda ulaşılabilmiştir.
O halde son on yılda Türkiyede yanlış bir vergi politikası izlendiğini ileri sürebiliriz.
Aynı dönemde kamu giderlerinin gerçek anlamda kısılması yolunda da bir uygulama yapılmamıştır. Son on yıllık dönem ele alındığında konsolide bütçe giderlerinin GSMH içindeki payının sürekli olarak arttığı görülmektedir. Üstelik bu artış kamu giderlerinden bir bölümü bütçe dışı fonlar aracılığıyla yapıldığ1 halde ortaya çıkmaktadır. Gerek yeteri kadar vergi toplanamaması ve borçlanmanın vergi yerine ikame edilmesi ve gerekse kamu giderlerinin kısılamaması sonucu kamu kesimi borçlanma gereği (PSBR) % 10 ların altına çekilememiş ve dolayısıyla enflasyonla mücadelede maliye politikası araçlarından ciddi bir şekilde yararlanılmamıştır.
Son on yıl içinde enflasyonla mücadelede kısa bir süre de olsa uygulanan en ciddi politika, para politikası olmuştur. 1980 lerin ikinci yarısından itibaren Hazinenin, Merkez Bankasından kısa vadeli avans kullanımının derece derece düşürülerek 1989 ve 1990 da en düşük noktasına ulaşması sonucu enflasyonun daha ileri boyutlara gitmesi önlenmiştir. 1991 yılı sonlarından itibaren Hazinenin yeniden Merkez Bankasındaki avans limitini sonuna kadar kullanmaya başlamasıyla birlikte, enflasyonla mücadelede para politikası da bir seçenek olmaktan çıkmıştır.
Aynı dönem boyunca faiz politikası zaman zaman doğru uygulanmakla birlikte, zaman zaman da neden-sonuç ilişkileri birbirine karıştırılarak uygulanmıştır. Bazı dönemlerde yüksek faizin, yüksek enflasyonun bir sonucu olduğu unutularak, faizlerin düşürülmesinin enflasyonda düşmeye yol açacağı düşüncesiyle zorlama bazı uygulamalara girişilmiştir. Bu zorlamalar her defasında faizlerin daha da yükselmesine yol açtığı halde yeniden aynı uygulamalara dönülmekte ısrar edilmiştir.
Kamu iktisadi teşebbüslerine 1980 lerin ilk yarısında yapılan siyasetten nispeten uzak doğru yaklaşımlar zaman içinde yerini yeniden siyasal müdahalelere terk etmiştir. Bu teşebbüslerin özelleştirilmesi veya belki daha da önemlisi siyasetten arındırılması konusundaki anayasal engellerin gerekli anayasa değişiklikleri yapılmak yoluyla aşılması düşünülmediği için, teşebbüslere yoğun siyasal müdahaleler devam etmiş ve dolayısıyla teşebbüsler zarar ederek ekonomiye yük olmayı sürdürmüşlerdir.
Dönem boyunca tarımsal destekleme başta olmak üzere her türlü subvansiyon, enflasyonla mücadele amaçlarıyla ters doğrultuda, yüksek tutulmuş ve enflasyonu arttıran unsurlar arasında yer almıştır.
Son on yıl içinde enflasyonla mücadelede doğru olarak uygulanmış politika araçlarından birisi de dışticaret politikasıdır. 1980 lerde yaşanan büyük ihracat artışı bir yandan ülkenin döviz girdilerini arttırıp dışticaret dengesine katkı yaparken öte yandan da kaçınılmaz bir şekilde yurt içi fiyatların artmasına yol açmış olmakla birlikte ihracat artışı politikalarına paralel olarak yürürlüğe konulan ithalat serbestliği, enflasyonun yüksek fakat istikrarlı bir boyutta tutulabilmesini sağlamıştır.
Özetle Türkiyede son on yılda izlenen enflasyonla mücadele politikası, hepsi aynı zaman aralığında ve bir arada olmamak üzere; arz yönlü iktisat yaklaşımının “ vergi indirimlerinin vergi gelirlerini arttıracağı tezinin”, yeni klasik iktisatçıların “en iyi politika politikasızlıktır” görüşünün, klasik iktisatın “devleti küçültmenin piyasaları müdahaleden arındıracağı ve serbest piyasa sisteminin sorunları çözeceği” iddiasının ve monetaristlerin “enflasyonun her yerde ve her zaman parasal bir olgu olduğu” iddiasına dayalı olarak para politikasının enflasyonla mücadelenin temel aracı olarak alınması gerektiği felsefesinin etkisi altında kalmış ve Keynesien maliye politikası araçlarına itibar etmemenin yanısıra genellikle bir bütünlük içinde uygulanamamıştır.
Bundan sonraki on yılda enflasyonla mücadelede başarı sağlanmak isteniyorsa bu politikaları zamana ve koşulların gelişimine göre çeşitli ağırlıklarla uygulamak ve Keynesien maliye politikası önlemlerine mutlaka para politikası araçlarıyla birlikte yer vermek gerekmektedir. Enflasyon hedefinde gelişmiş ülkeler düzeyine gelindiğinde istikrar sorununun çözümünü tümüyle piyasalara bırakmak en akılcı yaklaşım olarak ortaya çıkmaktadır.
2.2. 5 Nisan 1994 İstikrar Önlemleri ve Sonuçları
Türkiye ekonomisinin tıpkı 1970 lerin sonlarında olduğu gibi, 1980 lerin sonuna doğru tıkanmaya başladığı bilinen bir gerçektir. Bu tıkanmaya bir çözüm oluşturmaya yönelik ekonomik istikrar programının uygulamaya konulamamış olması (ki bunun temel nedeni siyasal iktidarların en büyük karabasanı olan döviz sorununun aşılmış gibi görünmesidir) sonucu 1994 yılı başında Türkiye yeniden bir ekonomik krizin içine girmiş, uzun süredir istikrarlı görünen dolar TL paritesi ciddi şekilde bozulmuş, enflasyonist beklentiler büyük ölçüde artmış, Hazine içeride borçlanamaz duruma gelmiştir. ABD li kredi değerlendirme kurumlarının Türkiyenin kredi değerliliğini peş peşe ve ciddi şekilde düşürmesi sonucu dış kredi sağlanması imkanı da yok olunca siyasal iktidar bir ekonomik istikrar paketini yürürlüğe koymuş ve hemen peşinden IMF ile 14 aylık bir stand by düzenlemesine girilmiştir.
5 Nisan 1994 tarihli ekonomik istikrar programının başlıca hedefleri şunlardır:(i) Ek vergi alınarak kamu gelirlerinin arttırılması, (ii) Kamu giderlerinin, ücret artışlarının enflasyonun altında tutulması da dahil olmak üzere, çeşitli bütçe kısıntıları yoluyla düşürülmesi, (iii) (i) ve (ii) de konu edilen önlemler sonucu konsolide bütçe açığının ve dolayısıyla kamu kesimi harcama gereğinin (PSBR) düşürülmesi, (iv) TL sının dolar karşısında değer kazanmasının önlenmesi, (v) Hazine borçlanmasını çekici hale getirebilmek için başlangıçta enflasyonun çok üstünde bir faizle kağıt satılmaya başlanması ve zaman içinde bu faizin düşürülmesi.
Bütün bu önlemler sonucunda da enflasyonun makul düzeylere indirilmesi temel amaç edinilmiştir.
Uygulanmaya başlanan bu program yukarıda sayılan hedeflerin bir bölümüne kısa zamanda ulaşmış, ihracat artışına ithalat daralmasının eşlik etmesi sonuiu dışticaret açığı küçülmüş ve bunu izleyerek cari işlemler dengesi pozitif bir dengeye dönüşmüştür. Faizler yeniden serbest bırakılmış ve hatta çok yüksek faiz artışları başlangıçta teşvik edilmiştir. Bu tür maliye politikası ağırlıklı bir ekonomi politikasından beklendiği üzere reel GSMH 1994 yılının ikinci 3 aylık bölümünde % 10.5 oranında azalma göstermiş, yıl sonu gerçekleşmesi % 6 dolayında bir küçülmeyle sonuçlanmıştır. 1995 yılı ekonominin yeniden büyümeye yöneldiği bir yıl olmuştur. 1995 yılı GSMH reel büyümesi % 8.1 lik bir büyümeyi ortaya koymaktadır. Buna karşın fiyatlar genel düzeyinde ilk başta görülen düşme trendi kısa zaman sonra geçmişe göre daha da büyük bir artma eğilimi içine girmiştir. 1994 yıl sonu itibariyle 12 aylık toptan eşya fiyatları endeksi % 150 olmuştur. Bu oran bir önceki 12 aylık döneme göre yaklaşık 2 misli bir artışa işaret etmektedir. Fiyat artışları 1995 yılında yeniden istikrar programı öncesindeki düzeyine dönmüş ve % 70 ler dolayında gerçekleşmiştir. Böylece enflasyonun nedeni olarak teşhis edilen hastalıkların tedavisi daha önce ortaya koyduğumuz modele uygun bir biçimde GSMH gerilemesine neden olurken bir yandan da ilginç bir şekilde enflasyonu yükseltici sonuçlar vermiştir.
Bu şaşırtıcı sonucun nedenlerini şöylece sıralamak mümkündür:
(i) Maliye politikası önlemleri tek başına uygulanmış, piyasadaki aşırı likiditeyi düşürmeye yönelik para politikası araçları uygulanmamıştır. Hazine, Merkez Bankasından doğrudan para kullanmaya devam etmiş, Merkez Bankası, bankalara yönelik kredilerini arttırmış, sonuçta bankalar bu kredilerle kısa vadeli yüksek faizli Hazine kağıtlarını alarak Hazineye borç vermişlerdir. Böylece geçmişte tek başına uygulandığı için sınırlı sonuç vermiş bulunan para politikası terk edilerek yerine maliye politikasının uygulamaya konulması yoluyla bu iki politikanın birlikte uygulanmaması hatasında ısrar edilmiştir.
(ii) Siyasal iktidara duyulan güvensizlik, ekonomik istikrar programının yürürlüğe konmasından sonra da devam etmiş, mevcut iktidarın ve dolayısıyla uygulanan istikrar programının uzun ömürlü olmayacağını düşünen ekonomik aktörler beklentilerini olumlu bir çerçeveye dönüştürmemişlerdir. Böyle olunca da yeni klasik iktisatçıların “beklenti ne yöndeyse gerçekleşme de o yönde olur” tezine uygun sonuçlar alınmıştır.
(iii) İstikrar önlemleri uygulaması sırasında kurumsal yapılanmaya ilişkin önlemler alınamamış, hatta tam tersine söz konusu önlemleri uygulamakta en büyük ağırlığa sahip olması gereken Hazine, Anayasa Mahkemesinin kuruluş kanununu iptal etmesi ve siyasal iktidarın yeni bir kanunu uzun süre yürürlüğe koyamaması sonucu kanunsuz olarak yönetilen bir kurum haline gelmiştir. Bu gelişme, 1994 yılının ikinci yarısı boyunca mevcut belirsizlik ortamını daha da arttırmış ve beklentilerin daha da olumsuz yönde etkilenmesine yol açmıştır.
(iv) Kamu tercihi okulunun daha önce değindiğimiz öngörüleri doğrultusunda, milletvekillerinin baskıları artmış ve Türkiye için bir istikrar programının temel ögeleri arasında bulunması gereken subvansiyonların daraltılması politikasından hedeflenen amaca göre ciddi şekilde sapma gösterilmiştir.
(v) Bütün bu belirsizlikler içinde Hazine, kısa vadeli borçlanmayı sürdürmeye mecbur kalmış ve bu gelişme, ortamın belirsizliğini arttırmaya katkıda bulunmuştur. Artan belirsizlik faizlerin yüksek düzeyde kalmaya devam etmesine yol açmış, Hazine borçlanması giderek daha pahalılaşmaya başlamıştır.
(vi) 1994 yılı sonlarına doğru Türkiye önce ara seçim, sonra da erken genel seçim havasına girmiş, bu gelişme siyasal iktidarın ömrünün tamamlanmak üzere olduğu ve dolayısıyla uygulanmaya çalışılan istikrar programını terk edeceği inancının yerleşmesine yol açmıştır.
Özetle 5 Nisan kararları, yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız çerçeveye göre eksik alınmış, kamu oyu nezdinde güvenilirliğini yitirmiş bir siyasal iktidar tarafından, kurumsal düzenlemelere gitmeksizin ve hatta mevcutların da bozulmasıyla birlikte yürütülmeye çalışılmış kararlardır. 5 Nisan 1994 kararlarının, çerçevesi tam belirlenmeden, siyasal ve yapısal olumsuzluklar giderilmeden uygulamaya sokulmuş ve başarısız sonuçlar alınmış bir ekonomik istikrar programı örneği olarak tarihe mal olacağı anlaşılmaktadır. Söz konusu kararların asıl önemli olumsuz etkisi bundan böyle alınacak istikrar önlemlerine inançsızlık için bir altyapı oluşturması yönünde olmuştur.
3. TÜRKİYEDE ENFLASYONU DÜŞÜRMEK İÇİN UYGULANACAK İSTİKRAR POLİTİKASININ ÇERÇEVESİ
3.1. Para ve Maliye Politikalarının Birlikte Uygulanma Zorunluluğu
Enflasyonun nedenleri arasında iktisatçılar arasında derin anlaşmazlıklar vardır. Nedenler üzerinde anlaşmazlık olmasının alınacak önlemler konusunda çok daha derin anlaşmazlıklar yaratacağı son derecede açıktır.
Monetaristlerin yaklaşımın doğruluğunu kabul ederek Milton Friedman’ın “enflasyon her yerde ve her zaman parasal bir olgudur” sözünü esas alsak ya da daha açık bir ifadeyle enflasyonun ardında yatan temel nedenin para arzı büyümesi olduğunu kabul etsek şu soruyu sormak gerekmektedir. O halde para arzı büyümesinin nedeni nedir? Para arzının büyümesine yol açan nedenleri ortadan kaldırmadan parasal araçlarla denetime dayalı bir politikayı yürürlüğe koymak en azından Türkiye gibi siyasal kararlarla ekonomik kararların iç içe olduğu ülkelerde pek fazla sürdürülebilir bir politika olamamaktadır. Bir başka deyişle siyasal karar alıcıları enflasyonla mücadeleye razı etmeksizin para politikası önlemlerinden hareket ederek enflasyonu denetim altına alma şansı pek yoktur.
Merkez Bankasının para programı uygulamasının 1990 yılında başarılı olup 1992 yılında başarısız olmasının ardında bu gerçek yatmaktadır.
Türkiyede para arzı genişlemesinin ardında yatan temel neden kamu kesiminin vergi toplayamamak ve kamu giderlerini kısamamaktan kaynaklanan yüksek finansman açıklarıdır. Bu açıklar devam ettiği sürece Hazine ve kamu kesiminin diğer yetkili kurumları Merkez Bankası kaynaklarına başvurmak zorundadırlar.
Özet olarak şunu söylemek mümkündür; para arzı genişlemesini önlemenin yolu para politikası önlemlerinden, para arzı genişlemesine yol açan nedenlerin önlenmesi ise maliye politikası önlemlerinden geçmektedir. Para arzı genişlemesine yol açan mali disiplinsizlikler bir kez önlendiğinde ondan sonra yalnızca para politikası araçları enflasyonun denetimi için yeterli hale gelebilecektir. Nitekim mali disiplin sorununu çözmüş bulunan gelişmiş ülkelerin yürüttüğü uygulama da bu şekildedir. Para politikası araçlarının üstünlüğü, bu araçların uygulamaya konulmasındaki sürat, eksikliği ise sonuç alınmasının maliye politikası araçlarına göre daha uzun zamana bağlı olmasıdır. Maliye politikası araçları ise uygulamaya konulmadaki yavaşlığına karşın daha çabuk sonuç veren önlemlerdir. O halde her iki politika birbirini tamamlayıcı şekilde uygulanırsa diğerinin eksikliği giderilmiş olur.
3.2. Maliye Politikası Önlemleri
(i) Vergi Yükünün Arttırılması
Türkiyede vergi yükünün mevcut % 25ler düzeyinden en az % 30 - 35ler düzeyine çıkarılması ve bu artışın vergi oranlarında arttırma yoluyla değil vergi idaresinin yeniden örgütlenmesi ve bu şekilde vergi kayıp ve kaçaklarının önlenmesi suretiyle sağlanması gerekmektedir. Vergi oranlarıyla başlangıçta oynama yerine, gerçek vergi hasılatını toplamaya yönelik idari önlemler alınıp vergi kaçakları önlendiği oranda vergi oranlarında indirimler yapılması mümkündür.
Vergi geliri artışını sağlamanın ilk adımı siyasal iktidarların Türkiyede vergi toplanmadığını kabul ederek konunun üstüne gidilmesini sağlamalarından geçmektedir. Bu çerçevede, çok sayıda vergi mükellefiyle uğraşan vergi daireleri yerine az sayıda vergi mükellefiyle uğraşan, mükelleflerini tanıyan ve izleyebilen mahalle vergi dairelerinin kurulması gerekmektedir. Bu düzenlemelerin yanı sıra vergi denetimiyle görevli elemanların tümüyle vergi dairesi müdürlerinin emri altında çalışmaları zorunluluğu vardır. Bir kaç bin vergi mükellefini kapsayan mahalle vergi daireleri, bu mükellefleri rahatlıkla izleyebilecek onlardan beyanname alır almaz denetim elemanları aracılığıyla beyanların doğruluğunu denetleyebilecek ve vergi kayıp ve kaçaklarını asgari düzeye indirebilecektir. Bugünkü sistemde son derecede ağır işleyen vergi yargısını hızlandırabilmek için yasal bazı önlemler getirilmesi de bir zorunluluktur.
ABD de ve bir çok Avrupa ülkesinde, tüketiciyi koruma mevzuatı çerçevesinde, tüketicilerin, satın aldıkları malları 1 ay içinde iade edip bedelini tümüyle geri almaları hakkı vardır. Türkiyede tüketiciyi koruma kanunu çıkarılmış olmakla birlikte böyle geniş haklar tanıyan bir düzenleme mevcut değildir. Türkiyedeki uygulama yalnızca ayıplı veya bozuk mallar için getirilmiş son derecede kısıtlı bir koruma uygulamasıdır. Alınan tüm malların herhangi bir kısıtlama olmaksızın belirli bir süre içinde iade edilebilmesi yolunda bir yasal zorunluluğun getirilmesi, hem tüketici haklarının ileri ülkeler düzeyinde korunmasına hem de söz konusu iadeler için fatura gösterilmesi zorunluluğu olacağı için fatura istenip saklanmasına ve dolayısıyla satışların mutlaka belgelenmesine yol açacaktır. Satışların bu şekilde belgelenmesinin vergi kaçakçılığını önemli ölçüde çözeceği açıktır. Böyle bir uygulamaya geçilmesi halinde vergi iadesi gibi pahalı yöntemlere gerek kalmayacaktır.
Dolayısıyla böyle bir programın ilk adımı yine bazı kurumsal düzenlemelerden geçmek zorundadır. Bununla birlikte bir toplumda vergi kayıp ve kaçaklarının önlenmesinde temel noktalardan birisinin toplanan vergilerin yerli yerine harcanıp harcanmadığı sorunudur. Vergi ödeyenler, ödedikleri vergilerin gereksiz yerlere harcandığı inancını taşıyorsa vergi kayıp ve kaçaklarını tam anlamıyla önlemek mümkün olamaz. Devlet, giderlerinin haklı ve tarafsız yapıldığına yurttaşlarını ikna etmek zorundadır.
Öte yandan, gelir vergisi kaçakçılığının üzerine gidilerek bu verginin hasılatının arttırılması, bu vergiye, otomatik dengeleyici rolünü daha etkin bir şekilde oynayabilme imkanı verecektir.
(ii) Kamu Giderlerinin Kısılması
Burada konu, öncelikle kamu kesiminin yatırım ve diğer giderlerinin kısılması olmakla birlikte gerektiğinde ücret, maaş ve transfer gideri kısıntılarını bile kapsamaktadır.
Konu ücretler olduğu zaman iki tür yaklaşım söz konusu olabilir. İlki ücretlerin artışının enflasyonun ötesinde artmasına izin verilmemesi, ikincisi ise Heterodox istikrar politikasının en önemli parçası sayılan “gelirler politikası”nın (incomes policy) uygulamaya konulması.
1980 li yıllarda özellikle yüksek enflasyon içinde bocalayan Güney Amerika ülkelerinden bazılarında uygulamaya konulan ve heterodox istikrar politikasının bir parçasını oluşturan ve genel olarak ücret ve fiyatların geçici olarak dondurulmasını içeren gelirler politikası;
ortodox istikrar politikası adıyla da anılan bütçe açıklarını düşürmeye ve para arzının büyümesini önlemeye yönelik maliye politikalarıyla birlikte uygulanmıştır. Gelirler politikası vergi araçlarıyla da desteklenebilir. Vergi aracı iki ayrı yöntem aracılığıyla uygulanabilir;
“sopa yöntemi” ve “havuç yöntemi”. Sopa yönteminde, kabul edilen klavuz ücret artışlarının ötesinde ücret artışı yapan kuruluşların ödeyecekleri kurumlar veya gelir vergisi oranları, neden oldukları sapma oranında arttırılır. Havuç yönteminde ise kabul edilen klavuz ücret artışlarına paralel ücret artışı yapan kuruluşların ödeyecekleri kurumlar veya gelir vergilerinde bir miktar indirim yapılır.
Kısa dönemde enflasyonda önemli inişlere yol açan bu politikalar orta - uzun dönemde, uygulandığı ülkelerin bir bölümünde yine eski duruma dönülmesini önleyememiştir.
O halde Türkiye için yapılacak şey, fazlaca başarılı sonuçlar vermemiş heterodox istikrar politikaları yerine, siyasal iktidarın toplumsal uzlaşma kanallarını deneyerek ücretlileri ve toplumun bütün kesimlerini enflasyon üzerinde artışlara yol açacak taleplerden uzak durmaya razı etmek suretiyle, dereceli bir enflasyonla mücadele politikasını, bir başka deyişle ortodox istikrar politikalarını benimsemek olacaktır. Bununla birlikte istikrarsızlık süresi uzadığı taktirde, heterodox politikaların uygulanması kaçınılmaz hal alabilir.
Türkiyede kamu giderlerinin kısılması, tarım kesimine sağlanan çeşitli kategorilerdeki subvansiyonların da bir süre arttırılmamasını ve faiz subvansiyonundan gübre subvansiyonuna kadar yayılan bu desteklerin orta-uzun dönemde tek kalemde toplanarak yapılmasını gerektirmektedir.
Kamu giderlerinin kısılması açısından en önemli konulardan biri bütçe dışı fon giderlerinin tam anlamıyla disiplin altına alınmasıdır. Özellikle ileriki yıllara yönelik olarak gider taahhütlerine girilmesinin önlenmesi büyük önem göstermektedir. Fonların bütçe ile birleştirilmesi yalnızca geçici bir çözümdür. Bu konuya ilişkin asıl çözümün bu fonların tümüyle kaldırılmasından geçtiği açıktır.
Türkiyede enflasyonu düşürme yolunda uygulanacak önlemler ister maliye politikası, ister para politikası, isterse de iki politikanın bileşimi şeklinde olsun sonuçta fatura ilk anda reel GSMH nın gerilemesi şeklinde çıkacaktır. Bununla birlikte başlangıçta kamu giderlerini kısma ve kamu kesimini küçültme şeklinde uygulanacak bir maliye politikasının ilk etkisini, orta - uzun dönemde özel kesimin yapacağı yeni yatırımlarla gidererek GSMH yı yeniden arttıracağını düşünüyoruz. Burada özellikle azalan kamu giderlerinin kamu borçlanmasında azalmaya yol açacağı ve bu gelişmenin de faizlerde ortaya çıkacak düşme sonucu özel kesimi yeniden borç verilebilir fonlar piyasasındaki aktif konumuna geri getireceği varsayımına dayandığımızı vurgulamakta yarar vardır. Bunu şekiller yardımıyla açıklamaya çalışalım.
Şekil 4/(a) da dikey eksende fiyat düzeyi, yatay eksende reel GSMH gösterilmektedir. Uzun dönemli toplam arz eğrisi (UDTA) kolay değişebilen bir nitelikte olmadığı için dikey eksene paralel olarak yer almakta, kısa dönemli arz eğrisi (KDTA1) ve toplam talep eğrisi (TT1) fiyat değişikliklerinden etkilenebilmektedir. Toplam arz ile toplam talebin buluştuğu noktada ekonominin genel dengesi ortaya çıkacağı için, böyle bir denge, kısa dönemde KDTA ile TT eğrilerinin kesiştiği, uzun dönemde ise KDTA ile TT eğrilerinin UDTA üzerinde kesiştiği noktalarda oluşacaktır.
Ekonominin belirli bir anda KDTA1 ile TT1 eğrilerinin UDTA üzerinde kesiştiği (A) noktasında dengede olduğunu ve hükümetin kamu giderlerini kısıtlayarak toplam talebi daraltıcı bir ekonomi politikasını uygulamaya soktuğunu varsayalım. Bu durumda toplam talep eğrisi (TT1) talep daralmasını sergileyerek sola doğru kayacak (TT2) ve kısa dönemli toplam arz eğrisiyle (KDTA1), (B) noktasında kesişecektir. (B) noktası, uzun dönemli toplam arz eğrisi üzerinde olmadığ1 için kısa dönemli bir dengeyi göstermektedir. (B) noktasında fiyatlar genel düzeyi P1 den P2 ye düşmüş, reel GSMH ise Y1 den Y2 ye gerilemiştir.
Ekonominin bu yeni kısa dönemli dengesinin oluştuğu noktadan itibaren, daha önce değindiğimiz borç verilebilir fonlar piyasasında ortaya çıkacak gelişmeler önem kazanmaktadır.
Şekil 4/(a) da açıklanan kamu kesimi borçlanmasını düşürücü gider kısma politikasının, borç verilebilir fonlar piyasasındaki etkileri şekil 4/(b) de yer almaktadır. Şekil 4/(b) de dikey eksende faizler ve yatay eksende borç verilebilir fonlar miktarı gösterilmektedir. Hazinenin bulunmadığı bir piyasada toplam borç verilebilir fon arzı (TA) ile özel kesimin toplam borç talebi (TÖ) nün kesiştiği (1) numaralı noktada denge sağlanmakta ve bu noktada 0M1 kadar borç, 0F1 faizi ile alınmaktadır. Hazinenin bu piyasaya borçlanmak üzere girmesiyle birlikte toplam borç talebi eğrisi (TÖ+H1) e kaymakta ve yeni denge (2) numaralı noktada oluşmaktadır. Bu denge noktası 0M2 kadar borç miktarının 0F2 faizinden alınıp verildiği bir noktadır. Bununla birlikte özel kesimin borç alma amacı kamu kesiminden farklı olduğu için özel kesim artan faizden borçlanma miktarını daraltıp (TÖ+H1) e geçmeyerek TÖ üzerinde (3) numaralı noktaya kaymaktadır (özel kesimin piyasadan itilmesi etkisi). (2) numaralı noktada 0F2 kadar faiz üzerinden toplam 0M2 kadar borç alınmakta; bu miktarın 0M3 kadarını özel kesim, M3M2 kadarını Hazine almaktadır. Böylelikle özel kesimin borçlanması M1M3 kadar daralmış olmaktadır. Bu noktada Hazinenin, yukarıda şekil 4/(a) da açıklandığı şekilde uygulanan bir gider kısıcı politika sonucu bütçe açığındaki azalmaya paralel olarak borçlanmasını düşürdüğünü varsayalım. Bunun borç verilebilir fonlar piyasasındaki etkisi (TÖ+H1) eğrisinin talep daralmasını temsil edecek şekilde sola doğru kayması (TÖ+H2) olarak ortaya çıkacaktır. Bu durumda yeni denge (TÖ+H2) ile (TA) nın kesişme noktası olan (4) numaralı noktada ortaya çıkacaktır. (4) numaralı yeni denge noktasında faizler F3 e düşmüş, toplam borç miktarı 0M2 den 0M4 e gerilemiştir. Faizlerde ortaya çıkan düşme, özel kesimi yeniden bu piyasada talebini arttırmaya yöneltecektir. Bununla birlikte faiz düşüşü özel kesimin piyasada tek başına bulunduğu kadar çekici olmadığı için özel kesimin kendi talep eğrisinden ayrılmasına yol açmayarak, (5) numaralı noktaya geçmesine yol açacaktır. Bu durumda 0F3 faizinden borçlanılan 0M4 miktarındaki toplam borcun, 0M5 kadarını özel kesim, M5M4 kadarını Hazine alacak demektir. Sonuçta gider kısıcı politika, Hazinenin borçlanma gereğini (M4M2 kadar) düşürmüş, özel kesimin genellikle yatırım amaçlı borçlanma miktarını (M3M5 kadar) arttırmıştır.
Şekil 4/(a) da, özel kesimin daha çok borçlanarak yaptığı yatırımların yarattığı arz artışı kısa dönem toplam arz eğrisinin (KDTA1) sağa doğru kayarak (KDTA2) ye geçmesiyle gösterilmektedir. (KDTA2) (TT2) ile (C) noktasında kesişmekte ve söz konusu buluşma (UDTA) üzerinde olduğu için ekonominin uzun dönemli dengesini temsil etmektedir. (C) noktası, kamu kesimi giderlerinin kısılmasının ilk aşamada yarattığı reel GSMH gerilemesinin, özel kesimin yatırım fonlarını daha ucuza bulabildiği bir ortamın yaratılması sonucu yeniden artışa dönüştüğü ve fiyatlar genel düzeyinin gerileme gösterdiği bir noktadır.
Özetle şunu söylemek mümkündür; Türkiye gibi enflasyon oranının büyük kamu kesimi açıklarından kaynaklanarak denetim dışı boyutlara ulaştığı ülkelerde, kamu giderlerini ve oradan giderek toplam talebi kısıtlayıcı politikalar, fiyat artışlarının gerilemesinin yanısıra kaçınılmaz bir şekilde kısa dönemde reel GSMH gerilemesine yol açmak durumundadır. Bununla birlikte yukarıda sunduğumuz analiz, bu politikanın uzun dönemde reel GSMH düşüşünü telafi edeceğini ortaya koymaktadır.
Yukarıda vergilerle ilgili olarak değindiğimiz gibi, kamu giderlerinin kısılması vergi ödeyen yurttaşların, ödedikleri vergilerin gereksiz yere harcanmadığı izlenimi edinmelerine ve vergi ödemekten kaçınmada direnmemelerine de yol açacaktır.
(iii) Bütçe Fazlası
Vergilerin arttırıldığı, kamu giderlerinin kısıldığı bir dönemde öncelikle kronik bütçe açıklarının dengeye gitmesi daha sonra da bütçe fazlalarının ortaya çıkması olasıdır. Bu ortamda, ortaya çıkacak durgunluğun derecesine göre bu fazlaların kullanılması, gerektiğinde derece derece bazı yeni kamu yatırımlarının başlatılması uygun olabilir. Bununla birlikte bu tür yatırımlar özellikle başlangıçta, kısa sürede gelir getirici yatırımlar olmalı ve enflasyonu yeniden beslememelidir.
Buraya kadar gerek vergi yükünün arttırılması ve gerekse kamu giderlerinin kısılması ve sonuçta bütçe fazlasına yönelik bir politikayı ileri sürerek, Keynesien maliye politikası uygulamanın gerekliliğini vurgulamış oluyoruz.
(iv) Borç Yönetiminin Bir Araç Olarak Kullanılması
Gelirlerin artmaya ve giderlerin düşmeye başladığı ortamda Hazine borçlarının, özelleştirme gelirleriyle de takviye edilerek geri ödenmesine, ya da en azından yeni ve büyük yatırımlara girişerek bu borçların artmasına engel olmaya çalışmak gerekmektedir. Hazine borçlarının geri ödenmeye başlanması, bir yandan piyasada, yukarıda sayılan önlemlerin yaratacağı likidite ve dolayısıyla talep daralmasını giderecek ve durgunluğa doğru gidişi kaçınılmaz olan ekonomiye bir genişleme sağlayacak, öte yandan da Hazinenin özel kesim kuruluşlarını piyasadan itmesi etkisini yavaş yavaş ortadan kaldıracak ve özel kesim kuruluşlarının fon bularak yatırım yapmalarına ve kamu kesiminin yarattığı boşluğu doldurmalarına imkan verecektir.
Bununla birlikte konu aşırı talebin baskısını gidermek olduğu için ilk aşamada elde edilecek fonların TC Merkez Bankası’na olan borçların ödenmesinde kullanılması, uygulanacak para politikasının başarısı için şarttır. Piyasaya olan borcun ödenmesi daha çok talebin kısılmasına değil yer değiştirmesine yol açacağı halde Merkez Bankasına dönen para sterilize olur.
3.3. Para Politikası Önlemleri
Para politikası araçlarının, yukarıda açıklanan maliye politikası araçlarıyla bir bütünlük içinde uygulanabilmesi için, Hazinenin Merkez Bankasına yönelik kullanımları kaldırılmalı, piyasaya sürülecek para denetlenmelidir. Merkez Bankasının kamu iktisadi teşebbüslerine kredi açması uygulaması terk edilmelidir. Türkiyede yalnızca bu kadarlık bir parasal disiplin sağlanması bile para programının başarıya ulaşması ve fiyat istikrarının sağlanmasında bir alt yapı oluşturulması için yeterli olabilmektedir.
O halde burada monetaristler ve yeni klasik iktisatçıların görüşü paralelinde sabit bir parasal büyüme kuralını savunmuş oluyoruz. Kanımızca bu politika maliye politikasıyla eş-anlı olarak uygulamaya konulması gereken bir politikadır. Bir başka deyişle toplam talebi denetim altına alacak maliye politikası önlemleri uygulanırken tersine bir genişlemeci para politikası uygulanması alınacak sonuçları yok eder.
Başlangıçta maliye politikasına yardımcı olarak kullanılacak olan para politikası araçları, zaman içinde, maliye politikası önlemlerinden alınacak sonuçlara göre bu politikanın yerini alacak şekilde kullanıma hazır tutulmalıdır. Bir başka deyişle enflasyon, maliye ve para politikası ortaklığı sonucunda tek rakamlı büyüklüğe düşürüldükten sonra, o noktaya kadar maliye politikası araçlarına bırakılmış olan ağırlık para politikası araçlarına devredilmelidir.
3.4. Dışticaret Politikası
Genellikle ithalata sınırlamalar getirildiğinde enflasyon üzerinde arttırıcı, sınırlamalar kaldırıldığında enflasyon üzerinde azaltıcı etkiler ortaya çıkar. İthalat bir yandan iç fiyatları denetim altında tutmanın bir aracı olarak kullanılabileceği gibi ihracat artışının neden olacağı iç fiyat artışlarını dengelemek üzere de kullanılabilir. Bu nedenle enflasyonla mücadele politikası izlendiğinde ani ithalat kısıtlamalarından, ya da yine ithalatı kısıtlayıp ihracatı arttıracak sonuçlar yaratacak olan ani ve yüksek oranlı devalüasyonlardan kaçınmak gereklidir. Kuşkusuz bu tür kısıtlamalardan ya da devalüasyonlardan kaçınılması ülkenin dış ticaret ve ödemeler dengesi cari işlemler dengesinin ne kadar sürdürülebilir olduğuyla yakından ilgilidir.
3.5. İstikrar Politikasını Tamamlayıcı Diğer Politikalar
(i) Siyasal İktidarın Ekonomik Alandaki Yetkilerinin Kısıtlanması
Türkiyede siyasal iktidarın ve onun lideri olan başbakanın yetkileri hiçbir gelişmiş ülkedeki uygulama ile kıyaslanmayacak kadar geniştir. Hiçbir gelişmiş ülkede hükümet başkanı iç borçlanmaya, faizlere, döviz kurlarına, kamu iktisadi teşebbüslerinin fiyatlandırma politikalarına müdahale edecek kadar geniş yetkilere sahip değildir. Bu anlamda basit bir karşılaştırma yaparsak şunu söyleyebiliriz; Türk Başbakanının ekonomiye müdahale yetkisi örneğin ABD Başkanının yetkisinin kat kat üstündedir. Aslında Türkiyedeki ekonomik sorun büyük ölçüde bu müdahale yetkisinden kaynaklanmaktadır. Bir örnek olarak 1994 ekonomik istikrar önlemleriyle sonuçlanan uygulamalara değinmek mümkündür; siyasal iktidar 1993 yılının son çeyreğinde faizleri düşürmek tutkusuna kapılmış, bunu gerçekleştirmek amacıyla peş peşe iç borçlanmayı iptal ettirmiş ve sonuçta döviz krizinin doğmasına neden olmuştur. O dönemde siyasal iktidarın faize müdahale etme yetkisi bulunmasaydı Türkiye herhangi bir krizle karşılaşmayacaktı.
Bütün bu açıklamalar Türkiyede siyasal iktidarın ekonomik kararlara doğrudan müdahalesini önleyecek düzenlemelere gidilmesinin zorunlu olduğunu ortaya koymaktadır. Bu husus Türkiye açısından özelleştirmeden daha önemlidir. Zira siyasal iktidarın ekonomiye bu denli ayrıntılı olarak ve rahatlıkla karışabilmesi özel kesim için de ciddi bir tehlikedir.
Burada ortaya koyduğumuz yaklaşımla daha önce değindiğimiz kurallar mı seçimlik politikalar mı tartışmasında değindiğimiz hususlar arasında bir çelişki olmadığını belirtmemiz gerekir. Türkiye gibi henüz kuralların oturmadığı ülkelerde siyasal iktidarlar öncelikle ekonomiye kendilerinin müdahale etmesini önleyecek kuralları koymak için müdahale etmek zorundadırlar.
Bu alt kesimdeki açıklamalarımızın klasik iktisat okulu ve onun devamı niteliğindeki iktisat okullarıyla paralel olduğunu vurgulamamız gerekir.
(ii) Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Özelleştirilmesi
Bu politika bir yandan, zarar eden bu kuruluşları özel kesim içinde, ticari kurallara göre çalışıp, Hazineden para talep etmek yerine devlete vergi öder duruma getirerek ek gelir sağlayacak öte yandan da, kamu kesiminin küçültülmesi ve bu yolla piyasa müdahaleleri yoluyla sistemin bozulmasına neden olan yanlış bir takım siyasal eğilimleri yok edecektir. Aksi takdirde, devletin gereksiz subvansiyon yüklerinden, kamu kesiminin ücret baskılarından kurtulması çok daha zor bir iştir.
Bu yararlarına karşın özelleştirmenin aceleye getirilmesi ve bu nedenle yanlış işlemler yapılması, ilerisi için son derecede kötü bir referans oluşturur. O nedenle Türkiyede özelleştirmeye girişmeden önce, kamu iktisadi teşebbüslerine, özellikle de tekel konumunda bulunan ya da bu konuma dönüşmesi kolay olanlara, siyasal karışımları giderici ve bunların tekel olarak çalışmalarını önleyici mekanizmaların kurulması şarttır. Bu tür mekanizmaların kurulması halinde özelleştirmeye hangi alanlarda gereksinim olduğu daha iyi anlaşılabilir. Aksi takdirde sosyal amaçlardan haklı olanlarının da kaybedilmesi ve özelleştirilen kuruluşların özel kesim elinde tekelleşmesi gibi olumsuz sonuçlarla karşılaşılması olasıdır.
Özelleştirme yalnızca kamu iktisadi teşebbüsleriyle sınırlandırılmamalı, belediyelere bağlı işletmeler öncelikle özelleştirilmelidir. Bu işletmelerin özelleştirilmesi hem daha kolaydır hem de siyasetin ekonomiye karışımını daha hızlı önleyecek niteliktedir.
Öte yandan bu kuruluşların özelleştirilmesinden sağlanacak gelirlerin Hazine dış borçlarının geri ödenmesinde kullanılması, böylece kamu kesiminin borç yükünün hafifletilmesi de önemli bir konudur. Özelleştirme gelirlerinin bu şekilde kullanılmasının bir başka yararı söz konusu paranın iç talebi artırmaksızın sterilize edilmesinde görülecektir.
Devleti küçültme yolundaki bu girişimin klasik iktisat okulunun temel görüşlerinden biri olduğunu bir kez daha belirtelim. Piyasaların müdahalesiz çalışabilmesi için klasik okulun kamu kesimini olabildiğince küçültme yolundaki görüşü oldukça önemlidir.
(iii) Faiz Politikası
Genel olarak enflasyonist ortamda ülkenin en büyük borçlusu konumundaki Hazine ile Merkez Bankası arasında uygulanacak faiz politikası anlayışları açısından çelişki oluşur. Merkez Bankası, enflasyonla mücadele konusunda yüksek faizi bir politika aracı olarak kabul ederken, Hazine düşük faizle borçlanmayı tercih eder. Hazinenin bu tercihinin sonucunda faizlerin düşürülmesi yönünde siyasal baskılar oluşur ve enflasyonla mücadelede Merkez Bankasının en önemli araçlarından biri zedelenmiş olur.
Türkiye uygulaması bu örneklere sıkça rastlanabilen zenginliktedir.
Borç verilebilir fonlar piyasasında faiz, borç verilebilir fon arzı ile borç verilebilir fonlara yönelik talep tarafından belirlenir. Böyle bir piyasada fiyata (faize) müdahale söz konusu olamaz. Fiyatın arz ve talep tarafından belirlenmesi serbest piyasanın temel koşuludur. Hazinenin zaman zaman faizleri düşürme yönündeki müdahalesi iki anlam taşıyabilir (i) Türkiyede borç verilebilir fonlar piyasası serbest piyasa değildir, (ii) Hazine, borçlanma talebini düşürmek suretiyle faizlerin düşmesini sağlamaya çalışmaktadır. Türkiyede borç verilebilir fonlar piyasasının tam rekabet piyasası olmasa da serbest bir piyasanın koşullarını taşıdığı açıktır. O halde Hazine aslında faizlere doğrudan müdahale etmemekte, borçlanma talebini düşük tutarak faizleri etkilemeye çalışmaktadır. Bu davranışın piyasanın serbestliğini bozmaya yönelik bir yönü yoktur. Çünkü bir malı arz ya da talep etmek zorunluluğu hiçbir piyasada sözkonusu değildir. Bununla birlikte Hazinenin, kamu açıklarının büyüdüğü ve bu açıkları reel gelirlerle azaltma yönünde önlem alınmadığı bir ortamda, borçlanma talebini düşürmesi sürekli olamaz. Burada konu olan seçenek Merkez Bankasından daha fazla kaynak kullanmaktır. Bu seçeneğin anlamlı olmadığı açıktır. Çünkü borcun, para basarak ödenmesinin (monetizasyon) sonuçta enflasyonist etkiler yaratacağı ve enflasyonist etkilerin de kamu kesimi açıklarını daha fazla arttıracağı bilinen bir gerçektir. O halde faizler üzerinde, ileride faizlerin daha da yükselmesine yol açacak baskılar kurmak yerine, Hazinenin yüksek miktarlarda borç talep etmesini önleyecek şekilde kamu kesimi açıklarını azaltacak önlemlerin alınması zorunludur. Bu önlemlerin bir başka yararı da özel kesimin daha düşük faizlerle yatırım için finansman bulabilmesine imkan sağlaması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu çerçeveden hareketle istikrar programı uygulamasında, faizlere hiçbir şekilde müdahale etmemek ve alınacak diğer önlemler sonucunda faizlerin kendiliğinden düşmesini beklemek en doğru yol olarak görünmektedir.
Faizlerin oluşumunu piyasaya bırakmayı savunurken klasik, monetarist ve yeni klasik okulların görüşlerine paralel bir öneri yapmış bulunuyoruz.
(iv) Sosyal Güvenlik Sisteminin Yenilenmesi
Türkiyede sosyal güvenlik sistemi bugünkü haliyle çökmüş durumdadır. Bu sistemin çökmüş olması kamu maliyesini de çökmenin arefesine getirmiştir. Bu çöküşün temel nedeni halen uygulanmakta olan kuşaklar arası kaynak aktarımı yöntemidir. Bu yöntemde sosyal güvenlik şemsiyesi altındaki kişinin kendisinin ve işverenin onun adına yatırdığı primlerle doğrudan bir ilişkisi bulunmamaktadır. Geçmiş dönemde çalışmış olan bir emeklinin maaşını halen çalışıp ta prim ödeyenler karşılamaktadır. Elde edilen fonların uygun yerlerde kullanımı halinde kendi kendini finanse edebilecek olan bu yöntem, Türkiyede yanlış kullanımlar, erken emeklilik hakları, kurumların finansman yapıları öngörülmeden yapılmış zamlar vb nedenlerle iflas etmiş bulunmaktadır.
İflas etmiş bulunan bugünkü kuşaklar arası kaynak aktarımı sistemi yerine herkesin yatırdığı primle bağlantılı olarak emekli olması yönteminin getirilmesi, sosyal güvenlik sistemini ve mali sistemi kurtarmanın en önemli adımlarından birini oluşturmaktadır. Bu yeni yöntemde kişiler, kurulacak özel sosyal güvenlik kurumlarına belirli bir asgari sosyal güvenlik primini ödeyecekler, işverenler de benzer bir katkıda bulunacaklardır. Bu primler söz konusu sosyal güvenlik kurumu tarafından en yüksek geliri getiren alanlarda nemalandırılacak ve kişi emekli olunca kendisine emekli ikramiyesi ve emekli aylığı olarak ödenecektir. Kişi, belirlenmiş asgari primin üstünde ödeme yapmak isterse bu onun ilerideki emekli aylığının artmasını sağlayacaktır. Belirli bir süre prim ödemiş olan kişi bu süreden sonra işsiz kalırsa bu primleri ve onların nemalarından kendisine işsizlik aylığı bağlanabilecektir.
Böyle bir sistemi uygulamaya koyabilmek için atılacak ilk adım özellikle TC Emekli Sandığındaki ayrıcalıklı uygulamaları kaldırmaktır. Sandığın elindeki otel vb işletmeler hızla elden çıkarılarak kötüye kullanılmaları önlenmelidir. Buna ek olarak sandığın sağladığı emeklilik statülerindeki ayrıcalıklar tümüyle kaldırılmalıdır.
(v) Açık Sözlülük Politikası
Enflasyonun temel nedenlerinden birisi beklentilerdir. Bir toplumda beklentiler fiyatların yükseleceği yönündeyse, enflasyonu kısa dönemde düşürmek son derecede zordur.
Ekonomik istikrar politikası uygulamaya başladığı zaman siyasal iktidar, amaçlarını, kullanacağı araçları ve izleyeceği yolu önceden açık açık ilan etmeli ve ortaya çıkan sapmaları hata ve eksiklerini de kabul ederek açıklamalıdır. Yaptığı hataları kabul edip bunu toplumla paylaşmayan bir siyasal iktidar izlediği yolun farkında olmadığı kanısını uyandırır ki bunun sonucu beklentilerin daha da olumsuz bir şekle dönüşmesidir. Siyasal iktidar önceden programlanıp açıklanmış bir politikayı devamlı bir şekilde uygulamalı, bu programda yapacağı değişiklikleri önceden açıklamalıdır. Böylece toplumun çeşitli kesimleri üzerinde kararlı ve tutarlı bir politika izlendiği inancı oluşacak, belirsizlikten kurtulan kişi ve kurumların davranışları rasyonelleşecektir.
Bunların yanı sıra bir ekonomik istikrar programının hedeflerinin varılamayacak kadar iddialı hedefler olmasından kaçınmak da önemlidir. Özellikle miktar, oran ve süre konusunda hedef açıklarken çok dikkatli olmakta yarar vardır. Önemli olan ne zaman ne miktar veya oranda sonuç alınacağının açıklanması değil, siyasal iktidarın bu hedeflere varmak için ne kadar kararlı olduğunu açıklaması ve bu açıklamalar doğrultusunda aynı kararlılıkla hareket ettiğini kamuoyuna yansıtabilmesidir.
3.6. Ekonomik İstikrar Politikasının Uygulama Sırasında Revizyonu
Bir istikrar politikası programını uygulamaya başlamadan önce programın bütün sonuçlarını tahmin etmek imkansızdır. Yukarıda değinilen önlemler kuşkusuz bir başlangıç modelinden ibarettir. istikrar politikası uygulamaya konulup önlemler alındıktan sonra ortaya çıkan sonuçlara göre yeni önlemler alınması ya da bazı düzeltmeler yapılması gerekeceği açıktır. Bu açıdan bakıldığında istikrar politikası önlemlerinin sürekli olarak gözden geçirilmesi, uygulama sonuçlarına göre kapsam ve yönteminin revize edilmesi ve gelişmelerin kamuoyuna açıklıkla anlatılması zorunludur.
Söz konusu programın uygulanması sırasında ortaya çıkan başarısızlıkların kabul edilerek kamuoyuna açıklanması ve bu başarısızlıkları gidermek için ne gibi önlemler alınacağının belirtilmesi açık sözlülük politikasının bir gereğidir. Böylece kamuoyu, ortaya çıkan başarıların tesadüfi olmadığına, başarısızlıkların siyasal iktidarın bilgisi altında olduğuna ve bunları gidermek için yeni önlemler alınacağına inanacak, bu açık sözlülük, siyasal iktidara duyulan güveni arttırmanın yanısıra beklentileri olumlu yönde etkileyecektir.
Bir siyasal partinin iktidar süresinin 4 - 5 yıl olduğu dikkate alınırsa ilk 2 -3 yılda ekonomik istikrar programının en zor bölümünü aşmaya çalışmasının en akılcı yol olduğu anlaşılacaktır. Şekil 1 e bu amaçla yeniden bakılırsa siyasal iktidarın I noktasını aşıp D noktasına doğru oy oranını tırmandırması için önünde 2 yılı kalmış olacaktır. Eğer söz konusu iktidarın I noktasına ulaşması 4 yılını almışsa D yerine D’ ne geçecek popülist politikalara sapması son derecede kolay olacak, başlangıçta pek fark etmemiş olan bu sapma sonuçta E noktasına kadar bu iktidarı taşıyacaktır.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: SONUÇ: EKONOMİK İSTİKRARIN SİYASAL İSTİKRARA BAĞIMLILIĞI
Yeni klasik iktisatçıların ortaya koyduğu çok önemli bir gerçek vardır; enflasyon sorunu, para ve maliye politikaları aracılığıyla geçici ayarlamalar yapmakla çözümlenemez. Siyasal iktidarın, devlet giderlerini karşılama şekli, kamu oyunun siyasal iktidara güven duyacağı tarzda değiştirilmek zorundadır. Bir başka deyişle ekonomik istikrar politikasının başarısı siyasal iktidarın kredibilitesiyle yakından ilgilidir. Herşeyden önce kamu oyu, kamu kesimi finansman açıklarının para basarak karşılanmadığını, Merkez Bankasının siyasal iktidardan bağımsız olduğunu görmelidir. İkinci önemli konu, alınan önlemlerin devamlılığının sağlanmasıyla, ya da daha açık bir ifadeyle bu tür sorunların ileride yeniden ortaya çıkmayacağına olan inancın yerleştirilmesiyle ilgilidir. Bunun da yolu bütçe açıklarının düşürülmesindeki devamlılıktan geçmektedir.
Türkiyenin 1980 ler boyunca gerçekleştirdiği yapısal değişimlere karşın 1994 yılı başında tekrar aynı noktaya gelmesinin nedenleri ekonomik olmaktan çok siyasal nedenlerdir. 1993 yılı boyunca, Hazinenin Merkez Bankasından kullandığı kısa vadeli avansın % 130 dan fazla artmış olmasının, iktidara gelirken en çok bu noktayı eleştirmiş bulunan bir liderin dönemine denk gelmesi, sorunun siyasal bir sorun olduğunun en önemli göstergesi olarak kabul edilebilir.
Yaptığımız bütün açıklama ve değerlendirmeler, Türkiye'de gerek kurumsal düzenlemelerin ve gerekse ekonomi politikasının siyasal kararlılık olmaksızın yürütülemeyeceğini ortaya koymaktadır. Vardığımız en acı sonuç budur. Genelde, bu konulardan bazıları tümüyle teknik çalışmalarla ve son noktaya kadar siyasal iktidarın bilgisine gerek göstermeksizin çözülebilecek konular olduğu halde, Türkiye'de, başlangıçtan itibaren siyasal karara gereksinim gösterir bir şekle dönüşmüştür. Çünkü, teknik konuların çoğu siyaset malzemesi haline getirilmiş, uzlaşma zeminleri yok edilmiştir. O nedenle, Türkiye'nin siyasal kadrolarının işi, gelişmiş ülkelerin siyasal kadrolarından çok daha zordur. Zira o siyasal kadrolar, kendi siyaset yetkilerini kısıtlayacak önlemleri kendileri almak; yasama organını, hükümete hesap vermekten çıkarıp tam tersine hesap soran bir organ konumuna getirmek zorundadırlar.
KAYNAKLAR
1. Robert E.Hall and John B.Taylor, Macroeconomics (Theory, Performance and Policy), 3rd edition, W.W.Norton and In., 1991.
2. Neil M.Singer, Public Microeconomics (An Introduction to Government Finance), 2nd edition, 1976.
3. Todd G.Bucholz, New Ideas From Dead Economists, New American Library, 1989.
4. James M.Buchanan, Economics (Between Predictive Science and Moral Philosophy), Texas A & M University, 1987.
5. Milton H. Spencer, Contemporary Economics, 6 th edition, Worth Pub.Inc., 1986.
6. Paul A.Samuelson, Economics, 14 th edition, McGraw Hill Inc., 1992.
7. Michael R.Edgmand, Macroeconomics - Theory and Policy, 2 nd edition, Prentice Hall Inc, 1983.
8. Dr.A.Mahfi Eğilmez, Bütçe Gerçekçiliğinin Ölçülmesi ve Bütçe Sapmalarının Hazine Faizlerini Arttırıcı Etkileri, İşletme ve Finans, Sayı 88, s.7 - 11, Temmuz 1993.
9. Robert B.Ekelund Jr. and Charles D. Delorme Jr., Macroeconomics, 2nd edition, Business Publ.Inc.,1987.
10. Dr.A.Mahfi Eğilmez, Hazine, Finans Dünyası Yayınları No.3, İstanbul, 1996
11. Edwin G.Dolan and David E.Lindsey, Macroeconomics, 6 th edition, The Dryden Press, 1991.
12. Chorng-Huey Wong, Reform of Monetary Policy Instruments, Finance and Developments, March, 1992.
13. Paul Heyne, The Economic Way of Thinking, 6 th edition, Macmillan, 1991.
14. Paul Wonnacott and Ronald Wonnacott, Economics, 3 rd edition, McGraw Hill, 1986.
15. Mark Swinburne and Marta Castella Branco, Central Bank Independence and Central Bank Functions, The Evolving Role of Central Banks, IMF,1991.
16. Richard T.Froyen, Macroeconomics - Theories and Policies, 2 nd edition, McMillan Pub.In., 1986.
17. Miguel A.Kiguel and Nissan Liviatan, Progress Report on Heterodox Stabilization Programs, Finance and Developments, March, 1992.
18. Dr. A.Mahfi Eğilmez, IMF, Dünya Bankası Grubu ve Türkiye, Finans Dünyası Yayınları No.2, İstanbul, 1996.
19. J.A.Trevithick, Inflation - A Guide to the Crisis in Economics, Penguin Books, London, 1978.
20. Dr.A.Mahfi Eğilmez, Türkiye Ekonomisine İlişkin Öneriler (Hükümete verilen rapor), Ağustos, 1991.
Robert E.Hall and John B.Taylor, Macroeconomics (Theory, Performance and Policy), 3rd edition, W.W.Norton and In., 1991, s.508.
Neil M. Singer, Public Microeconomics (An Introduction to Government Finance), 2nd edition, 1976, s.10.
Todd G. Bucholz, New Ideas From Dead Economists, New American Library, 1989, s.243.
James M. Buchanan, Economics (Between Predictive Science and Moral Philosophy), Texas A & M University Press, 1987, s.201.
Bu analiz ilk kez tarafımızdan yapılmaktadır. Şekil, Türkiye'de ve pek çok ülkede sürekli yaşanan bir gelişimi daha açık sergileyebilmek amacını güttüğü için, ölçülebilen bir değişken ile (oy oranı) soyut bir kavram (ekonomik istikrar) arasındaki hipotetik ilişkiyi ortaya koymanın dışında bir iddia taşımamaktadır. Bununla birlikte, ekonomik istikrar kavramının tanımı, fiyatlar düzeyi, işsizlik oranı vb gibi istikrarın özünü oluşturan değişkenlere dayanılarak yapılmak suretiyle, verilebilir. Bu şekilde oluşturulacak verilerin sonuçları ile de ekonomik istikrar için ölçülebilir bir somut baz oluşturulabilir.
Şekil ve şekle bağlı takdim ilk kez tarafımızdan yapılmaktadır.
1995 Nobel iktisat ödülü sahibi.
Milton H. Spencer, Contemporary Economics, 6th ed., Worth Pub.Inc., 1986, s.277.
Todd G. Bucholz (1989) s.266.
Todd G. Bucholz (1989) s.273.
Paul A. Samuelson and William D. Nordhaus, Economics, 14th ed., McGraw Hill Inc.,1992, s.649.
Michael R. Edgmand, Macroeconomics - Theory and Policy, 2nd ed., Prentice Hall Inc., 1983, s.224 - 225.
Robert E.Hall and John B.Taylor (1991), s.19.
Todd G. Bucholz (1989) s.273.
Robert B.Ekelund Jr. and Charles D.DeLorme Jr., Macroeconomics, 2nd edition, Business Publications Inc., 1987, s.12.
Todd G. Bucholz (1989) s.276.
Michael R. Edgmand (1989) s.226.
Edwin G. Dolan and David E. Lindsey, Macroeconomics, 6th ed., The Dryden Press, 1991, s.404 - 405.
Bildiğimiz kadarıyla rasyonel bekleyişler teorisine karşı bu eleştiri ilk kez yöneltilmektedir.
Paul A. Samuelson and William D. Nordhaus (1992) s.310.
Chorng-Huey Wong, Reform of Monetary Policy Instruments, Finance and Developments, Marih, 1992, s.16.
Neil M. Singer (1976), s.5.
Vergi Çabası deyimiyle kasdettiğimiz vergi oranlarının arttırılması değil, vergi kaçakçılığının Önlenmesi yoluyla toplanan vergi hasılatının arttırılmasıdır.
Paul Heyne, The Economic Way of Thinking, 6 th edition, Macmillan, 1991, s.504.
Paul Wonnacott and Ronald Wonnacott, Economics, 3rd ed., McGraw Hill, 1986, s.292.
Todd G. Bucholz (1989), s.239.
Dr.A.Mahfi Eğilmez, "Bütçe Gerçekçiliğinin Ölçülmesi ve Bütçe Sapmalarının Hazinenin Borçlanma Faizleri Üzerine Etkileri", İşletme ve Finans, Sayı 88, s.7 - 11.
Mark Swinburne and Marta Castella Branco, Central Bank Independence and Central Bank Functions, The Evolving Role of Central Banks, IMF, 1991, s.444.
Robert E.Hall and John B.Taylor (1991), s.19.
Richard T.Froyen, Macroeconomics - Theories and Policies, 2nd edition, McMillan Pub. In., 1986, s. 602.
Miguel A. Kiguel and Nissan Liviatan, Progress Report on Heterodox Stabilization Programs, Finance and Development, March, 1992, s.22.
Milton H. Spencer (1986) s.241.
Ekelund Jr. and DeLorme Jr. (1987) s.16.
çok yararlı buldum.
bazı küçük eleştirilerim, haddime olmayarak, ve sorularım olacak. (ama sonraki yorumumda)
saygılarımla,
Kitabınızda tek tek ürün/hizmetlerdeki fiyat artışlarının enflasyon olarak değerlendirilemeyeceğini (s.42), enflasyon için genel ve sürekli bir fiyat artışının olması gerektiğini belirtiyorsunuz. Ben enflasyon denince aylık/ yıllık enflasyon oranlarını anlıyorum. Bu oranlar da, bildiğim kadarıyla, belirtilen periyotta sepete dahil ürünlerdeki dönemsel fiyat artışlarını ifade ediyor. Bu durumda sepetteki bir ya da birkaç ürünün fiyatındaki değişimlerin de toplam enflasyona ağırlığına göre az ya da çok etki edeceğini düşünüyorum. Ayrıca fiyat artışının bir defaya mahsus değil sürekli biçimde olması gerektiğini belirtiyorsunuz. Örneğin kira ücretlerinde bir defa önemli bir artış olması ilgili ayın enflasyon oranlarına önemli bir etki yapacağını düşünüyorum. belki bir kavram kargaşasını ortadan kaldırmak adına spesifik bir üründeki fiyat artışı ile sepetin genel fiyat artışının farkını vurgulamak için bu bakış açınız yararlı olabilir ama tekil ürünlerdeki fiyat artışların da enflasyona ağırlıkları nispetinde katkı yapacaklarını göz ardı etmemeliyiz. Kaldı ki enflasyon oranları her zaman yüksek değerlerde olmayabiliyor, bazen negatif değer bile olabiliyor. Bu durumda enflasyon yok demek yerine düşük enflasyon oranı veya negatif enflasyon oranından bahsedebiliyoruz.
Enflasyon konusunda birkaç sorum olacak:
- Bazı ürünlerde (ör. cep tel., bilgisayar) değişim hızlı. Fiyat artışlarını dönemsel olarak izleyebilmek için sanırım aynı tip ürün üzerinden izleme gerekir. Örneğin spesifik bir tel. modelinin fiyatı bir süre sonra hızla düşebilir, hatta satıştan kalkabilir. Bu tür ürünlerin fiyat hareketi nasıl izleniyor? Hesaplamalar güvenilir mi?
- Aylık enflasyon hesabında ay içinde fiyatı değişen ürünlerin ayın hangi gününde değiştiğinin enflasyona etkisi dikkate alınıyor mu? örneğin akaryakıt fiyatlarının ayın başında zamlanıp sonunda inmesi durumunda bunun enflasyona etkisi nasıl oluyor?
Diğer bir konu işsizlik. Siz kitabınızda işsizlik olarak değerlendirilebilmesi için işgücüne dahil olanların aynı zamanda başvuru yapmış olmalarını, bu durumu kaydettirmiş olmalarının gerektiğinden bahsediyorsunuz (s. 97). Bu kayıtlı işsizliği çağrıştırıyor ki ülkemizde İŞKUR’a kayıtlı olanlar ile işsizlik tanımı kapsamına girenler aynı değil. İşsizlerin önemli bir kısmı İŞKUR’a kayıtlı değil. Diğer taraftan iş bulan bazı işsizler de İŞKUR’da kayıtlı gözükebilir. Dolayısıyla işsizlik tanında kayıtlı olma gerekliliği sanırım söz konusu olmamalı.
GSYH hesaplarıyla ilgili bir sorum olacak. Harcamalar yoluyla hesaplama yapılırken son ürünlerin dikkate alındığını belirtiyorsunuz. Bazı ürünler var ki bunların son tüketici tarafından mı satın alındığı veya bu ürünü alarak başka bir ürün/hizmete mi dönüştürüldüğünü bilmek mümkün olamayabilir. Gıda maddelerini , örneğin domatesi, düşünelim. Bu ürünü alan evinde yemek yapmak için de almış olabilir, bir restoran işletmesi de almış olabilir. Restoran işletmesi aldığında bunu son tüketiciye üzerine ekleme yaparak satacaktır. Bu durum hesaplamalarda hataya neden olmuyor mu?
GSYH hesaplamasının, konuyu derinlemesine bilmediğimden olabilir, çok zor olduğunu, pek çok hata içerebileceğini düşünüyorum. Bu hesaplamalarda doğruluk nasıl sağlanıyor? Gelirlere göre hesaplanan GSYH ile harcamalara göre yapılan GSYH’nın eşitliği nasıl mümkün olabilir? Gelirlerini tasarruf edenler, harcama yaparken kredi kullananlar bu hesaplamalarda hataya yol açmaz mı?
Saygılar sunarım.
Ekonomi biraz varsayımlara dayalı bir bilimdir. Fiyat artışıyla enflasyon arasındaki ayrımı göstermek için tek bir malın fiyatını örnek alırız. Japonya'da örneğin yıllardır enflasyon sıfır düzeyindedir. Diyelim ki tsunamiden sonra kiralar yüzde 10 arttı ve orada kaldı. İşte bu enflasyon değildir. Kastettiğim odur. Yoksa sizin dediğiniz anlamda sepetteki artışlarla azalışlar birbirini giderir ve kalan fark enflasyon olur.
İşsizlik oranları için İŞKUR dışındaki kayıtlar da (Kariyer siteleri vb) kullanılıyor. Zaten sonuçta bunlar anketlerle saptanıyor.
GSYH hesaplarının birçoğu izafidir. Domatesin fiyatı satış anında hesaba alınırsa restoranın sadece hizmet satışı hesaba katılır. Daha açık ifadeyle restoranın toplam hesabından bu tür ara malların fiyatı düşülür. Ama dediğim gibi bunlar tek tek sayılarak yapılamaz doğal olarak ve çoğu hesaplama anketlerle, vergilerden gidilerek yapılır.
Nazik sözleriniz için çok teşekkür ederim.
Kitaplarınızı severek okuyan bir ekonomi öğrencisi olarak derslerde çok büyük faydasını görüyorum.
Makroekonomi kitabınızın yanında Mikroekonomi adlı bir kitap da yazacakmısınız ?
''Küresel Finans Krizi'' kitabınızı okudum en son. Bu kitabınız dışında özellikle 2008 küresel krizini ve etkilerini anlamak açısından önereceğiniz başka kitap, makale vs var mı?
Kpss'nin açıklanmasına ve dolayısıyla kurum sınavlarına az kaldı, önerileriniz doğrultusunda çalışmaya başlamak istiyorum.
(Umarım ilgisiz sorular sormamışımdır.)
Kafama takılan birkaç sorum olacak:
1. Reel GSYİH yüksek olduğu müddetçe enflasyon yükselebilir mi? Sonuçta ülke içerisindeki arzın artması sonucu fiyatlar düşüyor. Eğer yükselme olsa bile yükselen GSYİH'nin sağladığı arz bunu dengelemez mi?
2.Aşırı ekonomik canlılık, neden para veya maliye politikalarıyla soğutulması gerekir?
Teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılar.
1. Üretimin artması kadar biliyorsunuz talebin de ona yanıt vermesi gerekli. İç veya da dış talep yeterli değilse üretim artışı bir süre sonra düşer. Bir ekonomide hem reel GSYH hem de enflasyon yüksek olabilir.
2. Aşırı ekonomik canlılık genellikle ya kredilerin artmasıyla ya da ithalat vb nedeniyle ekonominin potansiyeli üzerinde büyümesi demektir. Ki bunun sonucunda ikiz ya da üçüz açık ve dolayısıyla yüksek borçlanma çıkabilir. Bu da ekonomiyi ileride tehdit edecek bir gelişmedir.
Bankalardaki vadeli TL mevduat hesapları için; örneğin bir banka yıllık %7,5 faiz veriyor. Temmuz ayının enflasyon oranı %8,8. Gelecek sene de enflasyon oranının aynı kalacağını varsayarsak bir kişi parasını yatırsa reelde, (%7,5-%8,8) %1,3 kaybetmiş mi oluyor?
Reel faiz hesabı şöyle yapılıyor:
Reel Faiz = (1 + nominal faiz) / (1 + beklenen enflasyon) -1
(Beklenen enflasyon vade sonu için gerçekleşeceği tahmin edilen enflasyon oranı)
Buna göre (1.075)/(1.088) -1 = % 1,19 çıkıyor.
Çoğu banka bu oranın(%7,5) altında. Öyleyse bankalar doğru enflasyon tahminleri yaparsa vadeli mevduatlarda para kaybetmiyor, tam tersine kazanıyor.
Teşekkürler.
Mevduat faizinden kazanan ya da kaybeden vatandaş ya da bankaya para yatıranlar.
Küresel Finans Krizi kitabınız benim için tam bir hayalkırıklığı oldu. Şu anda krizler üzerinde çalışıyorum. Çalışmanız bana fazlasıyla yüzeysel geldi. Bundan sonraki çalışmalarınızda daha fazla araştırma yapmanızı dilerim.
Saygılarımla
Murat Kaykusuz
Ekonomist
Saygılarımla
Murat Kaykusuz
Ekonomist
Fransada ekonomi ve işletme okuyorum bu sene ikinci senem ve ilk senemde çok zorlanmıştım ancak bu sene sizin kitaplarınızdan birkaçını babamın da tavsiyesiyle okudum ve soyut ekonomik kavramların kafamda oturmasına çok büyük yardımları dokundu. Bunu sizinle paylaşmak istedim çünkü özellikle Makroekonomi kitabınızı okurken bir türlü anlayamadığım derslerin aslında çok da zor olmadığını gördüm ve size teşekkür etmek istedim.
Sayın hocam, ekonomi politikası kitabınızı büyük bir keyifle okudum. Gerçekten bu bilimde aranan sizin yazım ve yorumlayış tarzınız. Ekonomiden hiç hazetmeyen birisi olmama rağmen kitabınız sayesinde ekonomiye tekrar ısındım bile diyebilirim. Bence daha hummalı bir çalışma ile teorik-daha grafik-yogun açıklamalı bir kitap da yazmalısınız, eminim tüm üniversitelerde tercih edilen tek kitap olur.
Hocam saygılar, yukarıda bahsi ismi geçen kitabınızın yirmi sayfalık özetini çıkarma durumum var nasıl yapabilirim rica etsem yardımcı olabilirmisiniz ?
Kolay ekonomi kitabınızla aklımda olan birçok soruyu cevaplama fırsatı buldum.
Kitabınızın dili hafif ve örneklemeleriniz çok güncel ve basit olduğundan rahatlıkla anladığımı belirtebilirim. Çok açıklayıcı bir kitap olmuş. Tebriklerimi sunarım. Birkaç sorum olacaktı cevaplayabilirseniz çok sevinirim.
Reel faizin sıfır olması durumunda sıcak para girişi yavaşlar mı?
Buna bağlı olarak cari denge (-) yönde ilerler mi?
Bu durumda yerli yatırımcı pozitif yönde mi negatif yönde mi etkilenir.?
Reel faizin 0 olması hayal midir?
Çok teşekkürler
Bursada kolay ekonomi kitabinizi bir cok kitabevine bakmama ragmen hic birinde bulamadim, örneklerle kolay ekonomi kitabi var ellerinde acaba yeni baskinizda bu sekilde yayinlaniyor olabilir mi
Bilgilendirme yaparsaniz sevinirim,iyi çalışmalar
Bayramınız kutlu olsun
sermaye piyasası uzmanlıgı ve aktüerya sınavları veya bu konularda bilginiz varsa acıklama yaparsanız sevinirim. şimdiden tesekürller..hocam..
“Türkiye’de KİT’lerin Finansmanı” Yayınlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Ağustos 1990,
Sayfa 127 , 10. Satır: Eğer ekonomide enflasyon söz konusuysa ve bu nedenle ekonominin uzun dönemli dengesinden uzaklaşılmışsa , yani uzun dönem toplam arz eğrisi (LRAS), toplam talep eğrisinin (AD1), kısa dönemli toplam arz eğrisini (SRAS) kestiği noktadan (1) geride bir yerde ise kamu harcamalarının kısılması toplam talep eğrisini (AD2) sağa ( sola ) kaydıracaktır
Amatör olarak ilgilenenler için aşağıdaki gibi bir okuma sırası yazmışsınız. "Ekonomide Analiz Örnek Olaylar ve Çözümler" kitabınızı bu listeye dahil edebilir miyiz? Edilirse okuma sırası nasıl olmalıdır?
Amatör Olarak İlgilenenler
Örneklerle Kolay Ekonomi
Ekonomi Politikası
Küresel Finans Krizi
Teşekkürler
Yazilarinizi , paylasimlarinizi hergün büyük bir merakla bekliyor ve takip ediyorum. Su siralar "Makro Ekonomi" kitabinizi okumaya basladim. 15. yüzyilda Avrupa devletlerinin degerli madenleri elde etmek icin birbirleri ile kiyasiya mücadele ettiklerinden, Osmanli Devleti´nin ise mevcut durumunu koruyup, kendi topraklarinda gelirler ile yoluna devam etmesinden bahsediyorsunuz.
Bu durumun sebebini oldukca merak ediyorum. Orada da bir degisim bir dönüsüm söz konusu, tipki icinde bulundugumuz dönem gibi. Osmanli´nin bu dönüsümü, degisimi fark etmemis olmasi söz konusu olabilir mi? Vizyonsuzluk veya ic politikalar karmasalar, taht kavgalari olabilir mi? Özetle aradaki bu büyük farkin acilmasinin temel sebepleri nelerdir? Bu yaklasimi halen devam ettiriyor olmamiz da ayri bir mesele.
Bu konu hakkinda kisisel göruslerinizi veya varsa yönlendirebileceginiz, tavsiye edebileceginiz kaynaknaklari paylasa bilir misiniz?
Tesekkur Ederim
Markowitz Modeli ve modern portföy yonetiminile ilgili önerebileceginiz eser ya da eseriniz var mı
Tesekur ederim
Finans sekteründe çalımıyorum
http://isletmeiktisadi.istanbul.edu.tr/wp-content/uploads/2013/04/Yonetim-56-2007-7.pdf
İyi günler.
İyi günler.
Uluslararası bir firmada tasarım mühendisi olarak çalışıyorum ekonomiye ayrı bir ilgim var yıllardır yazılarınızı ilgi ile takip ediyorum. Birçok kitabınızı almak istiyorum bunun için toptan alabileceğim bir yer var mı ya da toptan alımla ilgili yayınlayan kitap evlerinde bir kampanya yapılabilinir mi? Konu hakkında yardımcı olursanız sevinirim.