Makaleler

Bilimsel Makaleler


Merkezi Yönetim Bütçesi Üzerine Tespitler ve Görüşler[1]

Dr. Mahfi Eğilmez

I. Merkezi Yönetim Bütçesi Takip Raporu’ndaki Tespitler 

1. Mali disiplinde 2016’dan başlayarak giden bir gevşeme var. Oysa 2003 sonrası ekonomi politikasında eldeki en önemli ekonomik çıpa mali disiplin idi

2. 2017 yılından itibaren Türkiye zorlanmış yüksek büyümeye bir yandan cari açığı bir yandan da bütçe açığını büyüterek ulaşmış bulunuyor. Bütçe açığı henüz denetimden çıkmış görüntü verecek bir orana ulaşmasa da gelecek için tehlikeli sinyaller vermeye başlamış görünüyor.

3. Genişlemeci politikaların izlenmesinde nakit dengesi üzerinden yürütülen uygulamaların kullanılması mali disiplinin bozulmasından öte bütçe hakkının zedelenmesine yol açıyor. 

4. Vergi politikası da başta yeniden yapılandırma, vergi barışı gibi adlar altında getirilen vergi aflarıyla genişlemeci politikaların aracı olarak kullanılıyor.

5. Vergi tahakkuklarıyla tahsilatları arasındaki fark tahsilat aleyhine artıyor ve bunun sonucunda vergi afları çıkarılıyor. Bu olay bir kısır döngü yaratıyor. Tahsilat düşük kalınca vergi affı çıkarılıyor, vergi afları çıkarıldıkça da tahsilat düşüyor.

6. Vergilerin yüzde 67’sinin dolaylı vergiler olması vergi adaleti kadar gelir dağılımı adaletini de bozucu etkiler yaratıyor.
7. Bütçe harcamalarının % 75’i katılık sergileyen harcamalar. Faiz, personel giderleri, cari transferler düşürülmesi kolay olmayan hatta tersine artırılması tercih edilen kalemler olunca o alandaki esneklik kayboluyor. Bu durumda son yıllarda faiz giderlerinde yaşanan düşüş cari transferlerdeki artışa gidiyor. Dolaysıyla bütçe harcamalarında bir tasarruf sağlanamıyor.

8. Son on yıldır ödenek üstü harcama alışkanlığı en üst düzeye çıkmış bulunuyor. Bu, bütçe hakkının kullanılamaması sonucunu getiriyor.

9. Miktarı bilinmeyen, bütçeye gider kaydı yapılmaksızın bir sonraki yıla devreden yükümlülükler söz konusu. Bunlar ilgili yıla kaydedilmediği için bütçe açığı olduğundan düşük gösteriliyor. 

Jestiyon yöntemi; bütçe döneminin belirlenmesinde kullanılan yöntemlerden biridir. Bu yöntemde hesaplar bütçe yılı itibariyle tutulur ve bütçe dönemi sonunda kapatılır. Bütçenin yıllık olma prensibine (veya muhasebenin dönemsellik ilkesine) uygun bir yaklaşımdır. Türkiye’de mahsup dönemi işlemleri bu yöntemin başlıca istisnasıdır. O nedenle bizdeki uygulama yumuşatılmış jestiyon yöntemi adıyla anılıyor.  Ne var ki bu uygulama yumuşatılmış jestiyon yöntemine uymamaktadır. Türkiye, yasalarda tanımlanan yöntem yerine uygulamada jestiyon ile egzersiz yönteminin karma olarak ve dejenere ederek uygulamaya başlamıştır.

10. KÖİ projelerinden bazıları ve Kredi Garanti Fonu çerçevesinde bütçeye gelecek garanti ödemeleri için ayrılan ödenekler belirli olduğu halde diğerleri için ne kadar ödeme yapılacağı bütçede yer almıyor.  Bu, bütçe hakkının kullanılamaması sonucunu getiriyor. 

11. Bütçe açıkları ağırlıklı olarak iç borçlanma ile finanse ediliyor. İç borçlanmada ağırlık da tahvil satışında bulunuyor.

12. Hazine borç stokunun vadesi 6,4 yıl iç borçlanmanın ortalama maliyeti de % 11 dolayında gerçekleşmiş bulunuyor. Ülke riskinin artışına paralel olarak borçlanma maliyeti de giderek artıyor.

13. Hazine, son dönemde bütçe açıklarının çok üzerinde borçlanma yaparak yeni bir yönteme geçmiş görünüyor.
2017 yılında Türkiye ekonomisinde en tuhaf görünüm kamu finansmanı dengesiydi. 2017 Yılı Bütçe Kanunu yürürlüğe girdiğinde öngörülen bütçe açığı 47,5 milyar TL idi. Bu tutar aynı zamanda 4749 Sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun’un 5’inci maddesine göre 2017 yılı için Hazine’nin net borçlanma limitini[2] gösteriyordu.

Yılın ikinci yarısında bu borçlanma limitinin yetmeyeceği anlaşılınca 47,5 milyar TL’lik limit söz konusu yasa maddesinin tanıdığı imkânla (Bakanlar Kurulu kararıyla) 52,4 milyar TL’ye yükseltildi. Daha sonra bu artışın da yetmeyeceği anlaşılınca bu kez Bazı Vergi Kanunları ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair 7061 sayılı kanun (kamuoyunda torba kanun olarak adlandırılan kanun) ile net borçlanma limitine 37 milyar TL ekleme yapıldı. Böylece net borçlanma limiti 89,4 milyar TL’ye yükseltilmiş oldu. 

En ilgi çekici nokta 2017 yılı net borçlanma miktarı. 2017 yılının net borçlanma tutarı, önceki üç yılın toplamından fazla olmuş. 

14. Orta Vadeli Programda öngörülen hiçbir tahmin gerçekçi değil. Daha yıl başlamadan tahminlerin çoğu açığa düşüyor. Dolayısıyla buradan giderek doğru beklentiler yaratmak da mümkün değil. 

OVP
Gerçekleşme
Gerçekleşme
Gerçekleşme
Göstergeler
2018
2018 Ocak
2018 Mart
2018 Haziran
USD Kuru (ortalama)
3,73
3,78
3,89
4,65
Enflasyon (%)
7
10,35
10,23
15,39
Cari Denge (milyar USD)
-40
-51,7
-55,4
-57,1 (*)
Brent Petrol (USD/Varil)
54,5
69
70,3
79,4
Bütçe Dengesi (Milyar TL)
-65,9
1,7
-20,2
-20,5 (**)
(*) 4'üncü ay sonucu
(**) 5'inci ay sonucu

15. Örtülü ödenek kullanımındaki artış ödeneğin amacından sapma olduğu kuşkusu doğurmaktadır. 

16. Kamu haznedarlığı ile ilgili düzenleme bütün kamu paralarının tek bir yerden idare edileceğini gösteriyor. Eskiden TCMB kuruluş kanununda böyle bir hüküm vardı. Kamu kesimi paraları TCMB hesaplarına yatırılır ve banka bunlara faiz vermez ama işlemlerini ücretsiz yapardı. Özal zamanında bu hüküm kalktı. Kamu kurumları paralarını bankalara faizle veya başka bir takım gelirler karşılığı yatırır oldular. Böylece Hazinenin borçlanarak aldığı parayı verdiği kamu kurumları bu paraları bankalara yatırıp faiz alır oldular. İşin özünde Hazine, kamu kurumlarına üste faiz ödeyerek para verir gibi oldu. Bu sistemin düzeltilmesi şarttır ama bu düzenleme böyle bir düzeltme getirecek mi emin değiliz.

17. KÖİ projelerini çift taraflı garanti içermesi açısından (dış borca garanti ve satınalma garantisi) anlamsız yükler getiren projeler olarak görüyorum.

II. Yeni Hükümet Döneminde Nasıl Bir Bütçe?
A. Önce Mevcut Durumu Saptamaya Çalışalım

1. Yeni yönetim yapısı ve bütçe
477 sayılı KHK ile bakanlar kuruluna verilmiş olan bütün yetkiler Cumhurbaşkanına devredilmiş bulunuyor.

Yeni yönetim şeması


Bu yeni şemada 9 kurul, 5 ofis, 16 bakanlık ve 7 tane bağlı kuruluş var. Bütün bu birimlerde üretilenler son merci olarak Cumhurbaşkanına gelecek. Orada da mutlaka bir teşkilat olacak ve onlar inceleyip onay için Cumhurbaşkanına getirecekler. Bu sistemde bürokrasi çalışmaz. Her konu sorumluluktan kaçmak için Cumhurbaşkanına gider. Bu tür örgütlenme bürokrasinin sorumluluk almaktan kaçacağı ve her şeyi en üst makama taşıyacağı bir sistemdir. Böyle bir düzenlemede bütçe sistemi kilitlenir, her türlü harcama, yük getiren düzenleme hep yukarıya taşınır.

2. Bütçe Hakkı yeni düzenlemelerle tamamen tek kişiye bırakılmış görünüyor. Bu durum, vergi koyma ve harcama yetkisini hükümdardan alıp halkın temsilcilerinden oluşan parlamentoya bırakan yüzlerce yıllık birikimin tamamen tersine çevrilmesi anlamına geliyor. 1215 yılında Magna Carta Libertatum ile ortaya çıkmış bulunan ve vergi koyma ve harcama yetkisinin kraldan (tek kişiden) alınıp halkın temsilcilerinden oluşan parlamentoya devredilmesinin temelini atan bütçe hakkının yeniden tek kişiye bırakılması demokrasi açısından savunulması kolay bir düzenleme değildir.  

3. 2018 Bütçesi (Karşılaştırmalı)

Milyar TL
2015
2016
2017
2017/5
2018/5
Fark (%)
Giderler
506
583,6
677,7
266,8
322,5
20,9
Faiz Dışı Giderler
453
533,4
621
241,1
291,1
20,7
Faiz Giderleri
53
50,2
56,7
25,7
31,4
22,2
Gelirler
483,4
554,4
630,3
255,3
302
18,3
Vergi Gelirleri
407,5
458,7
536
209,6
252,0
20,2
Diğer
75,9
95,7
94,3
45,6
50,0
9,6
Bütçe Dengesi
-22,6
-29,2
-47,4
-11,5
-20,5
78,3
Bütçe Dengesi / GSYH
-1
-1,1
-1,5
-0,4
-0,6
Faiz Dışı Denge
30,4
21
9,3
14,2
10,9
-23,2
FDF/GSYH (%)
1,3
0,7
0,3
0,5
0,3
Vergi Gelirleri / FD Giderler (%)
90
86
86,3
86,9
86,6
Bütçe Finansmanı
2015
2016
2017
2017/5
2018/5
Fark (%)
Net Borçlanma
22,6
32,9
83,6
37,9
20,4
-46,2
Net Dış Borçlanma
-2,9
4,4
16,8
16,4
-0,5
-103,0
Net İç Borçlanma
25,5
28,5
66,8
21,5
20,9
-2,8
Hazine Nakit Dengesi
2015
2016
2017
2017/5
2018/5
Fark (%)
Giderler
497,5
592,9
697,1
275,2
324,5
17,9
Gelirler (Özelleştirme dâhil)
480,3
554,7
636,7
254,5
313
23,0
Nakit Dengesi
-17,2
-38,2
-60,4
-20,7
-11,5
-44,4
Faiz Dışı Nakit Dengesi
21,3
-5,3
-17,8
-4,0
16,4
-510,0

Ocak Mayıs ayları itibariyle 2018 yılı merkezi bütçesini aynı dönemde 2017 bütçe sonuçlarıyla karşılaştırmalı olarak ele alırsak giderlerin yüzde 21, gelirlerin ise yüzde 18 dolayında arttığını görürüz. Faiz giderlerinde ciddi bir artış başlamış görünüyor. Bütçe açığı ilk 5 ayda geçen yıla göre yüzde 78 dolayında artmış. Faiz dışı denge fazla vermeye devam etmekle birlikte bu fazlalık geçen yıla göre yüzde 23 dolayında gerileme gösteriyor.

Aynı dönemde net borçlanmada yüzde 46 oranında gerileme var. Bütçe açığının arttığı bir dönemde borçlanma nasıl gerilemiş? Bu sorunun yanıtı 2017 yılının ikinci yarısındaki borçlanma artışında ve bir nevi ‘borç tamponu’ oluşturma faaliyetinde yatıyor. 2017 yılında bütçe açığı 47,4 milyar TL, Hazine nakit açığı 60,4 milyar TL olurken net borçlanma 83,6 milyar TL olmuştu. Hazine’nin böyle bir borç tamponu oluşturmasının birkaç nedeni olabilir: (1) Merkez Bankası’nın enflasyon hedefine inanmamış olması, dolayısıyla faizlerde artış olacağını tahmin etmiş ve ona göre faizler düşükken borçlanmayı artırmış olması (ki böyle davrandıysa haklı çıkmış oluyor. Çünkü enflasyon da faiz de beklentileri çok aştı.) (2) Geleceği karanlık görmüş ve özellikle dış borçlanma yapılamayacağını öngörerek hareket etmiş olması (ki böyle davrandıysa da haklı çıkmış oluyor. Çünkü 2017 yılının ilk 5 ayında 16,4 milyar TL dış borçlanma yapmışken bu yılın ilk 5 ayında 0,5 milyar TL dış borçlanma yapabilmiş bulunuyor.) (3) Erken seçim olacağını, Suriye’ye harekât olacağını biliyor olması ve ona göre böyle bir borç tamponu oluşturmuş olması.  

4. Seçim sırasında verilen sözler ve yeni düzenlemelerle bütçe harcamalarında ortaya çıkacak olan artışlar yeni vergi düzenlemeleriyle dengelenmeye çalışılacak olsa da 2018 yılı bütçe açığının yüzde 2,0 – 2,5 arasında bir düzeyde olacağını tahmin ediyorum. Bu oran bütçe disiplininin halen devam ettiği izlenimi verse de rapordaki tespitler doğrultusunda aslında oranın daha yüksek bir yerlerde olduğunu anlamak zor olmasa gerekir. 2017 yılı mali disiplini bozduğumuz ve eldeki tek çıpayı da kırdığımız bir yıl oldu. 2018 yılı geminin sürüklenmeye başladığı bir yıl olacak gibi görünüyor.

5. Türkiye, gelecekte, son dönemlerde yaptığı yapısal reform gibi görünen düzenlemeleri, o eski ve hepimizin zamanında eleştirdiği haline geri getirdiğinde yapısal reform yapmış olacak.




[1] Bu çalışma, TÜSİAD’ın 6 Temmuz 2018 günü TÜSİAD merkezinde düzenlediği “Yeni Hükümet Döneminde Nasıl Bir Bütçe?” başlıklı panelinde yapılan sunumun yazılı metnidir.
[2] Net borçlanma limiti; Hazine’nin yıl içinde alacağı borçlardan ödeyeceği borçları düştüğünde elinde kalabilecek net miktarı ifade ediyor.




Kur Artarken İhracatın da Artmasının Bazı Koşulları Vardır
Dr. Mahfi Eğilmez / 18.02.2018

Aynı söylem devam ediyor: Kurdaki artış iyidir çünkü kur artarsa ihracat artar. Ekonomi bilimini ezber halinde alırsanız mevcut teorileri yaşama uydurmak yerine yaşamı teorilere uydurmak zorunda kalırsınız. Sherlock Holmes diyor ki: “Elinde veri olmadan bir teori üretmek büyük hatadır. Teoriyi gerçeklere uyduracağına, gerçekleri eğip bükerek teoriye uydurmaya çalışır bulur insan kendini.”

‘Bir ülkenin parasının değeri düşerse yani yabancı paralar o ülkenin parasına karşı değerlenirse (kurlar artarsa) o ülkenin yapacağı ihracat da artar’ biçimindeki bir hipoteze kimse itiraz etmez. Ama eğer bu hipotezi böyle bırakır da altını varsayımlarla doldurmazsak bu hipotezin bazen gerçek yaşama uymadığını görürüz.

Önce hipotezin niçin doğru olduğunu bir örnekle ortaya koyalım. 100 USD tutarında bir mal ihraç eden bir ihracatçı düşünün. Kur; 1 USD = 3,75 TL olsun. Bu durumda bu ihracatçının eline 375 TL geçer. Bir ay sonra kurun 1 USD = 3,85 TL’ye yükseldiğini düşünün. Bu durumda aynı malı ihraç eden ihracatçının eline 385 TL geçmeye başlar. İhraç edilen mal aynı, miktar da aynı olduğu halde ihracat kazancı 10 TL yükselmiştir. Başka şeylerin fiyatları aynı hızla artmamışsa bu ihracatçı aynı malı ihraç ederek daha fazla para kazanmaya başlayacağı için daha fazla ihracat yapmaya çalışacak, bu da ihracatın artmasını sağlayacaktır.

Türk Lirasının ½ USD + ½ Euro’dan oluşan kur sepetindeki gelişmeleri, ihracatın 2015 yılı aylarında 2014 yılının aynı aylarına göre karşılaştığı değişmeleri ve Euro/USD paritesinde aylar itibariyle ortaya çıkan değişmeleri bir tabloda gösterelim (veriler için kaynaklar: TCMB günlük döviz kurları ve TÜİK dış ticaret verileri.) 

Aylar
Sepet Kur
İhracat Değişim (%)
Euro/USD
Ocak
2,52
-0,8
1,16
Şubat
2,63
-6,3
1,14
Mart
2,7
-14,7
1,08
Nisan
2,76
-0,2
1,08
Mayıs
2,8
-19
1,12
Haziran
2,87
-7,2
1,12
Temmuz
2,84
-16,6
1,10
Ağustos
3,02
-3,2
1,11
Eylül
3,2
-14,7
1,12
Ekim
3,11
2,7
1,12
Kasım
2,98
-10,6
1,07
Aralık
3,05
-11,4
1,09
Toplam Değişim (%)
21,0
-8,5
-6,0


Tablo bize 3 şey gösteriyor: (1) Sepet kur; 2015 yılbaşından sonuna kadar yüzde 21 değer kaybetmiş. (2) İhracatta aylar itibariyle geçen yılın aynı aylarına göre artış değil düşüş ortaya çıkmış. Düşüş ortalaması aylık olarak yüzde 8,5. (3) Euro/Dolar paritesi bu dönem boyunca Euro aleyhine yüzde 6 değişmiş. Kur değişimiyle ihracat değişimi arasındaki ilişkiyi daha net görebilmek için tabloyu bir grafik haline getirelim.


Grafikte mavi çizgiyle gösterilen aylık ihracat değişimleri sol eksende, yeşil çizgiyle gösterilen sepet kur sağ eksende, yer alıyor. Mavi kırıklı çizgi ihracat için, yeşil kırıklı çizgi sepet kur için eğilim çizgisini gösteriyor. Eğilim çizgilerine baktığımızda sepet kurdaki artışa karşın ihracatın artmadığını tam tersine düştüğünü görüyoruz.  

Teorik bilgimiz bize ‘kur artarsa ihracat artar’ önermesinde bulunduğu halde gerçek yaşamda ortaya çıkan durum teorik önermenin tam tersi olmuş. Çoğu kişi Sherlock Holmes’in dediği gibi bu aşamada gerçekleri teoriye uydurmaya çalışıyor. Bunun nedeni teoriyi iyi bilmemekten, altında yatan varsayımları incelememiş, yalnızca slogan olarak ezberlemiş olmaktan kaynaklanıyor.

Şimdi gerçekleri eğip bükerek hipoteze uydurmak yerine hipotezin altında yatan varsayımlara ve parite değişiminin etkisine bakalım.

Varsayımlar ve gerçek yaşamdaki durum:
(1) Bir ülkenin para birimi dış değerini kaybederken o ülkenin ihracatının artabilmesi için ihracat yapılan ekonomilerin ekonomik durumunun kötüye gitmemesi gerekir.

Türkiye’nin ihracatında en fazla paya sahip olan ülkeler şunlar: Almanya, Irak, Birleşik Krallık, ABD, İtalya, Fransa, BAE, İspanya, Rusya ve Suudi Arabistan. Bu ülkelerden Almanya, İtalya, ABD, İspanya, Birleşik Krallık ve Fransa’nın küresel krizin etkisiyle büyüme hızları düşmüş ve dolayısıyla ithalatları da gerilemiş bulunuyor. Rusya, ekonomik ambargo altında olduğu için ithalatını ister istemez kısmış, Irak ise yaşadığı sorunların yarattığı ekonomik etkiler nedeniyle eskisi kadar Türkiye’den mal alamıyor. Bu durumda Türkiye’nin ihracatında en önemli yer tutan ekonomilerin mal talebi düşmüş bulunuyor.

(2) Bir ülkenin para birimi dış değerini kaybederken o ülkenin ihracatının artabilmesi için ihraç edilen malların, ithalatçı ekonomiler açısından talep esnekliğinin yüksek olmaması bu koşulların en önemlileri arasındadır.

Bu koşul Marshall – Lerner koşulu olarak anılıyor. Marshall – Lerner Koşulu: Pek çok tartışmada ülke parasının yabancı paralar karşısındaki değer kaybı ihracatı artıran, ithalatı düşüren ve bu nedenle de cari açığı azaltan bir durum olarak kabul edilir. Oysa bunun gerçekleşebilmesi için gerekli koşullardan birisi Marshall - Lerner koşulunun gerçekleşmesidir. Bir ülkenin parasının yabancı paralar karşısındaki değer kaybının cari işlemler dengesini düzeltebilmesi için ülkenin ihraç ettiği mallar (x) ile ithal ettiği malların (m) talep esneklikleri (e) toplamı 1’den büyük olmalıdır (ex + em > 1). Eğer bir malın fiyatındaki değişiklik o maldan talep edilen miktarı fazla etkilemiyorsa o zaman o malın talep esnekliğinin katı olduğu (0’a yakın) kabul edilir. Tam tersine eğer bir malın fiyatındaki değişiklik o maldan talep edilen miktarı çok etkiliyorsa o zaman o malın talebinin esnek (1’e yakın) olduğu söylenebilir.   

Türkiye’nin ihracatında en önemli payı tutan mallar şunlar: Otomotiv ürünleri, kimyevi maddeler ve mamulleri, hazır giyim ve konfeksiyon, çelik, elektrik elektronik ve hizmet, tekstil ve hammaddeleri. Bu sayılan malların çoğu büyümeye duyarlı mallar, o nedenle de talep esnekliği düşük olmayan mallar. Bir başka ifadeyle ekonomik büyüme düştüğü anda bu malların çoğunun ithalinin de düşmesi söz konusu olabiliyor.  

(3) İhracat gelirlerinin ağırlığı ile girdi olarak kullanılan malların ağırlığı farklı para birimlerinde yoğunlaşıyorsa o zaman onlar arasındaki parite değişimi ülke parasının değer kaybı kadar önemlidir.

Euro/USD paritesi Türkiye’nin ihracatı açısından önemlidir. Türkiye’nin ihracat gelirleri ağırlıklı olarak Euro üzerindendir. Dolayısıyla Euro/TL kuru arttıkça Türkiye’nin ihracatı olumlu etkilenmektedir. Buna karşılık Türkiye’nin üretimde kullandığı girdilerin döviz olarak ağırlığı USD üzerindendir. Dolayısıyla USD/TL kuru arttığında Türkiye’nin üretim maliyetleri olumsuz etkilenmektedir. Buna göre Euro/USD paritesi Euro lehine değişirken Türkiye’nin ihracat gelirleri artıyor ve dolayısıyla ihracatının artması gerekiyor, USD lehine değişirken Türkiye’nin maliyetleri artıyor ve dolayısıyla ihracatı geriliyor.

Tabloya baktığımızda Euro/USD paritesinin 2015 yılı boyunca Euro aleyhine yüzde 6’lık bir değişim geçirdiğini görüyoruz. Buna göre Türkiye’nin Euro cinsinden ihracat gelirleri düşerken USD cinsinden maliyetleri artmıştır. Türkiye’nin 2015 yılında ihracatında yaşanan düşüşün bir nedeni de budur.

Görüleceği gibi hipotezimize uymayan bir gerçekle karşılaştığımızda teorinin işe yaramadığını ve yeni bir hipoteze ihtiyaç olup olmadığını düşünmeye başlamadan önce olayın altında yatan nedenlere ve hipotezin varsayımlarıyla tutarlı bir gelişme olup olmadığına bakmak gerekiyor. 


Sanayileşme Sürecinde Türkiye / 23.05.2017 [i]
Dr. Mahfi Eğilmez
Devrim
Devrim, bir toplumun yaşamında önemli işlevi olan kurumların hızlı ve geniş kapsamlı bir biçimde kökten değiştirilmesi ya da yenileştirilmesi, yeniden biçimlendirilmesi ya da belli bir alanda birdenbire gerçekleşen kökten değişiklik olarak tanımlanıyor. Bir devrim gerçekleştiğinde o zamana kadar kabul edilen değer yargılarının oluşturduğu genel anlayış ve yaklaşımlarda yani paradigmada değişiklik oluyor.

Dünya, bugün, Hannover 2011 Fuarında Almanların ortaya attığı Endüstri 4.0 deyimiyle tanımlanan yeni bir sanayi devrimini konuşuyor.   
Üretim alanında şimdiye kadar biri tarım kesiminde üçü sanayi kesiminde olmak üzere 4 büyük devrim yaşandı.

Tarım devrimi ya da neolitik devrim
İnsan, bundan 10 bin yıl öncesine kadar milyonlarca yıl avcı ve toplayıcı olarak yaşadı. Vahşi hayvanları eti ve postu için avladı, yabani meyveleri toplayıp yedi. Ürettiği tek şey hayvan öldürmeye ve kendini savunmaya yarayan taştan yapılma ilkel silahlar ve üşümemek için giydiği ilkel kıyafetlerdi. Bunun dışında yalnızca bir tüketici konumundaydı. Doğaya hiç bir şey katmıyor, yalnızca doğanın verdiklerini alıp tüketiyordu. Yaklaşık 10 bin yıl önce insanın ilk kez yerleşik yaşama geçerek, tarım yapmaya ve hayvan yetiştirmeye başladığına ilişkin bulgular ele geçti. Konya yakınlarındaki Çatalhöyük ve Kayseri yakınlarındaki Hacılarda bulunan kalıntılar, insanların buralarda yerleşip kentler kurduklarını, bitkileri ehlileştirerek tarımsal üretim ve hayvanları evcilleştirerek hayvancılık yapmaya başladıklarını gösteriyor. İnsanın tüketicilikten üreticiliğe geçişine yol açan bu devrime ‘tarım devrimi’ ya da ‘neolitik devrim’ adı veriliyor.

Birinci sanayi devrimi
18’inci yüzyılın başlarında Thomas Newcomen bir tür buhar makinesi geliştirdi. Bu makinenin pistonu bir zincir yardımıyla bir kaldıraca, kaldıraç da su tulumbasına bağlanmıştı. Piston silindirin en üst noktasında iken silindirin içine gönderilen soğuk su buharı yoğunlaştırılıyor, böylece atmosferik basınç pistona aşağıya doğru kuvvet uyguladığında su yukarıya taşınabiliyordu. 1764 yılında bozulan Newcomen makinelerinden birini onaran James Watt, bu makineyi geliştirerek iki odalı ve supaplı hale getirdi. Bu odalardan biri sürekli sıcak, diğeri soğuk tutuluyordu. Watt 1781 yılında yeni mekanik aksamlar ekleyerek makineyi iyice geliştirdi.

Bu yeni katkıyla buha8’inci yüzyılın sonlarına yaklaşılırken dokuma tezgâhlarında kullanılmasıyla üretim sürecinde çeşitli aşamaları tamamlayacak biçimde birbiriyle bütünleşmiş bir düzene geçilmesi birinci sanayi devrimi olarak kabul ediliyor. Tekstil sanayiinde başlayan bu değişim başta kimya sanayii olmak üzere diğer sanayi dallarına hızla yayıldı. Demiryolu ağının yaygınlaşması bu devrimin de yaygınlaşmasına yol açtı. Endüstri 1.0 üretimin makineleşmesi ve elde edilen ürünlerin demiryolu ağlarıyla tüketim merkezlerine taşınması olarak tanımlanıyor.

İkinci sanayi devrimi
19’uncu yüzyılın son çeyreğine doğru başlayan ikinci sanayi devrimi, üretim sistemlerinde elektriğin kullanılması ve elektrik gücünün montaj hatlarına kumanda etmesiyle ortaya çıktı. Elektrik gücüyle hareket eden üretim hattı ilk kez hayvan kesim işlemleri için ABD’de mezbahalarda kurulan sistemlerle başladı. Sistemin asıl uygulanışı Ford Motor Fabrikalarında kurulan seri üretim hatlarıyla oldu. Ford Motor Fabrikalarının otomobil üretiminde uyguladığı bu sistem, üretim ölçeğinin büyütülebilmesine ve dolayısıyla maliyetlerin ve fiyatların ucuzlamasına yol açtı. Bu fabrikalarda uygulanan teknikler o zamana kadarki iş yönetim modellerinin de yeniden yazılmasına yol açtı. Bu devrimin yarattığı ekonomik verimliliğin yaygınlaşmasında karayolu ağının yaygınlaşması önemli rol oynadı. Endüstri 2.0 üretimin makineleşerek seri üretime geçilmesi ve üretilen malların demiryolunun yanı sıra karayolu ağıyla da tüketim merkezlerine ulaştırılması olarak tanımlanıyor.

Üçüncü sanayi devrimi
20’nci yüzyılın son çeyreğine girerken algılayıcılardan alınan bilgiyi, bir program çerçevesinde iş elemanlarına aktaran mikroişlemci tabanlı programlanabilir mantık devresi geliştirildi. Ve bu sistemin üretim sistemlerine uygulanmasıyla üretim sisteminin otomasyonu mümkün oldu. Bu gelişme üretime insan katkısını oldukça düşürerek hatayı da minimize etti. Böylece son 50 yıldır içinde yaşadığımız yeni bir sanayi devri başlamış oldu. Bu dönemde bilgisayar kullanımı, akıllı telefonlar, internetin yaygınlaşması üretimi her yönüyle geniş biçimde etkiledi ve biçimlendirdi. İletişim ve ulaşımdaki gelişmelerle, ticaret ve endüstri küreselleşti. Endüstri 3.0 üretimde insan emeğinin en aza indirilmesi ve üretimin otomasyonu olarak tanımlanıyor.
Endüstri 4.0
Dünya ekonomisinin küreselleşmesi en açık etkisini iki alanda gösterdi: (1) Sermaye akımlarının serbestleşmesi, (2) Üretimin yer değiştirebilmesi. İlkinin sonucu olarak sermaye, en çok para kazanabileceği alanlara ve yerlere gitmeye başladı. İkincinin sonucu olarak da üretim en ucuza gerçekleştirilebileceği yerlere kaydırıldı. Üretimin en ucuza yapılabileceği yerler, ucuz emek ve sağlanan vergi kolaylıkları nedeniyle başta Çin olmak üzere Uzakdoğu ülkeleriydi. 1980’lerden başlayarak ABD ve Avrupa sermayesi üretim merkezlerini bu ülkelere kaydırdılar. Çin ve diğer Uzakdoğu ülkeleri bir süre Amerikalı ve Avrupalı firmaların üretim üssü olarak çalıştı. Halen de bu şekilde çalışmaya devam ediyorlar. Ne var ki artık bu ülkeler bu ürünleri kendileri de yapmaya yöneldiler. Çin ve diğer Uzakdoğu ülkeleri, yavaş yavaş başkaları için üretim yapmaktan çıkmaya ve kendi markaları altında üretim yapmaya başladılar. Bugün yalnızca Çin mallarını satan çok sayıda internet satış sitesi var.
Aşağıdaki tablo 2006 ile 2011 yılları arasında sanayi malı satış gelirlerindeki değişimi gösteriyor (milyar USD, Kaynak: Ali Rıza Ersoy: On the Way to Industry 4.0, March 2016)
Ülke
2006
2011
Değişim (%)
Euro Bölgesi
550
620
13
ABD
280
280
0
Almanya
190
220
16
Rusya
10
15
50
Çin
170
580
241

Tablo bize Çin’in sanayi malı üretiminde sergilediği çarpıcı gelişimi gösteriyor. Alman hükümeti bu gelişme üzerine Doğu’nun Batı’yı geçtiğini ve aranın hızla açılmakta olduğunu görerek 2011’de Hannover Fuarında Endüstri 4.0’ı gündeme getirdi.
Endüstri 4.0; asıl olarak imalat sanayiinde bilgisayarlaşmanın en üst düzeye çıkarılması ve dolayısıyla üretimin yüksek teknolojiyle donatılmasını hedefleyen bir yaklaşım. Burada üç temel amaç güdülüyor: (1) Üretimde insan emeğinin en aza indirilmesi ve bu yolla üretimdeki hataların ortadan kaldırılması. (2) Üretimin en üst düzeyde esnekliğe kavuşturulması ve bu yolla tüketiciye özel ürün yapabilme imkânının elde edilmesi. (3) Üretimin hızlandırılması.
Bu amaçlara ulaşıldığında Çin ve diğer Uzakdoğu ülkelerinin ucuz emekle elde ettikleri rekabet üstünlüğü ortadan kalkacak. Üreticiyle tüketicinin anlaşması çok daha kolay olacak. Örneğin beyaz boya üzerine siyah puanlı desenleri olan bir otomobil isteyen tüketiciye, aşağı yukarı aynı fiyat kalıpları içinde kalınarak, özel üretim yapılması mümkün olacak. Üretim hızlanacak ve bu yolla siparişin beklenme süresi son derecede azalacak.
Almanya tarafından ortaya atılmış olsa da bugün ABD ve diğer Avrupa ülkeleri de Endüstri 4.0 üzerinde ciddi çalışma yapıyorlar.
Sanayi devriminin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki etkileri
Nüfusu ve doğal zenginlikleriyle Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa malları için önemli bir pazar niteliği taşıyordu. Sanayileşme faaliyetleri ile ilgili ilk adım 1839 yılında Tanzimat hareketleri ile başlamış ve havuz, tersane, demirhane gibi tesisler kurulmuştur. Sanayi Devrimi sonrasında Avrupa’da ortaya çıkan arz fazlası üretim, kapitülasyonların da varlığından yararlanarak Osmanlı pazarlarını istila etmeye başladı. Sanayi devriminin yarattığı bu gelişmeden olumsuz yönde etkilenmemek için Osmanlı İmparatorluğu’nun gümrük vergilerini artırması ve Avrupa mallarına karşı yerli sanayiyi koruması gerekiyordu. Ne var ki kapitülasyonlar ve çeşitli antlaşmalar bu konuda adım atabilmek için önemli bir engel oluşturuyordu. Dolayısıyla sanayi devrimi, Osmanlı İmparatorluğu’nu ve sanayisini olumsuz yönde etkiledi.

İngilizler mevcut haklarla yetinmediler Osmanlı İmparatorluğu’nun uyguladığı ticaret yasaklarını kaldırtmak için çeşitli baskılar uygulamaya başladılar. Bu çabaları 1838 Ticaret Antlaşmasıyla sonuçlandı. Serbest ticaret hakkını elde eden İngilizler, Osmanlı pazarlarına mallarını rahatça soktular. Bu antlaşma daha sonra diğer Avrupalı devletlere de yaygınlaştı ve Osmanlı İmparatorluğu bir yarı sömürge konumuna geldi.

Aşağıdaki tablo; 1915 yılına ait sanayi sayımının sonuçlarını özetle gösteriyor (Kaynak: A. Gündüz Ökçün (hazırlayan), Osmanlı Sanayii, 1913 – 1915 Yılları Sanayi İstatistiki, T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, 1970.)

Sanayi Çeşidi
İşletme Sayısı
İstihdam Miktarı
Gıda Sanayii
78
3.916
Toprak Sanayii
21
336
Deri Sanayii
13
1.270
Ağaç Sanayii
24
377
Dokuma Sanayii
78
6.763
Kırtasiye
55
1.267
Kimya Sanayii
13
131
TOPLAM
282
14.060

1915 yılında yapılan sanayi sayımında başta İstanbul, İzmir, Bursa, Manisa ve Uşak'ta yani Batı Anadolu’da toplanan 282 adet tesisin en büyük ağırlığı 78'er tesisle gıda ve 75'i dokuma sanayilerinde yer alıyormuş. Bu işyerleri arasında istihdam sayısının en yüksek olduğu yerler de yine dokuma ve gıda sanayiindeki işyerleri olarak ortaya çıkıyor. Ne yazık ki daha öncesine ait böyle ayrıntılı bir sanayi sayımı yapılmadığı için bu durumun öncesiyle karşılaştırmasını yapma şansımız bulunmuyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Sanayileşme Çabaları
Lozan Antlaşması, İzmir İktisat Kongresi ve sonrası
Türkiye, cumhuriyetin kurulmasından sonra Atatürk devrimleriyle aydınlanma dönemine girdi ve yavaş yavaş açığı kapatmaya yöneldi. Lozan antlaşması ile kapitülasyonlar kaldırılıncaya kadar mevcut tesislerin Avrupa karşısında rekabete girmesi oldukça güç oldu. 

Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunu izleyen yıllarda, Lozan Antlaşması’nda öngörülen serbest ticaret politikası çerçevesinde liberal politikalar izlemiştir. Antlaşmanın ekinde yer alan ticaret sözleşmesinde Osmanlı gümrük tarifelerinin 5 yıl süreyle yürürlükte kalması öngörülmüş bulunuyordu.  

Bu dönemde izlenecek ekonomi politikası İzmir İktisat Kongresi ile biçimlendirilmiştir. Kongrenin temel amacı Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan harap olmuş ekonomik yapının toparlanması ve yeni bir ekonomik yapının kurulmasıydı. Kongrenin temel hedefleri siyasal bağımsızlığın ekonomik bağımsızlıkla tamamlanması ve Türk girişimcilerinin güçlendirilmesiydi. Bu çerçeveyi milliyetçi – liberal bir ekonomi politikası çerçevesi olarak tanımlamak yanlış olmaz. Devlet bu dönemde özel kesimi teşvik etmiş, Türk girişimcilerin güçlenmesi için özel çaba harcamıştır. Bu çabaların başında Teşvik-i Sanayi Kanunu geliyor. Kamu iktisadi teşebbüslerinin kurulması da bu yıllarda başlamıştır. Devlet, bu teşebbüsleri kurarak özel kesime nitelikli hammadde ve işgücü sağlamayı planlamıştır. 1923'te Türkiye İş Bankası, 1924 yılında Sanayi ve Maadin Bankası (Bu bankanın yerini 1923 yılında Sümerbank almıştır) kuruldu. 1927 yılında ise ulusal sanayinin canlandırılması amacıyla gümrük, vergi, ulaşım ve hammadde temininde birtakım kolaylıklar getirildi.

Devletin aldığı bu önlemler sayesinde 1927 yılında yapılan sanayi sayımında 65.000 dolayında işletme olduğu ortaya çıktı. Bu işletmelerin %43,5’i tarım, %23,8’i dokuma, %22,6’sı maden, makine ve onarımı grubunda yer alıyordu. 

Büyük Depresyon ve kamu kesimi ağırlıklı sanayileşme politikalarına geçiş  
Bütün çabalara karşın özel kesimin beklenen gelişmeyi sağlaması gerçekleşmedi. Dönem, 1929 yılında başlayan ve batı dünyasını geniş ölçüde etkileyen Büyük depresyon ile sona erdi.

1929 yılının sonlarına doğru batı dünyasında yayılmaya başlayan Büyük Depresyondan Türkiye de ciddi biçimde etkilendi ve ekonomi politikasında değişikliğe gitti. Önceki dönemde özel kesime yapılan teşviklerden yeterince başarıya dönüşmemesi nedeniyle Türkiye, devletçi politikalara geçmeye başladı.  

1930 yılında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın kurulması iki açıdan önemlidir: (1) Türkiye artık kendi parasını kendi Merkez Bankası kanalıyla basabilecektir, (2) Para politikasını yönlendirecek bir kurum ortaya çıkmaktadır. Aynı yıl Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanun, sabit döviz kuru rejimini benimseyen bir kanundur ve uzun yıllar Türk Lirası’nın yabancı paralarla olan kur ilişkisini bu çerçevede biçimlendirmiştir. 

1933 yılında Sümerbank’ın kurulmasıyla başlayan ve devletin ilk kez faiz oranını belirlemesiyle doruk noktasına çıkan ekonomiye müdahale ondan sonra hızla devam etti. 1934 – 1938 yıllarını kapsayan ilk beş yıllık sanayi planı bu dönemde hazırlanıp uygulamaya konuldu. Bunu 1938 yılında yürürlüğe konulan ikinci beş yıllık sanayi planı izledi.

1940 yılında Milli Korunma Kanunu çıkarıldı, bu yolla fiyatların ve diğer ekonomik göstergelerin bir bölümünün devlet tarafından saptanmasının esasları belirlendi. Devletçi politikaları ekonomi politikasının temeline oturtmayı güçlendiren bu kanun aynı zamanda karaborsa gibi piyasa dışı eylemlere karşı cezalar öngören bir ceza kanunu niteliği de taşımaktaydı. Aynı yıl Milli Korunma Kanununa dayanılarak Varlık Vergisi Kanunu çıkarıldı ve başta azınlıklar olmak üzere varlıklı kesimden servet vergisi niteliğinde bir vergi alınması yoluna gidildi.  

Dönemin en önemli özelliklerinden birisi II. Dünya Savaşının yaşanması ve bütün dünyayı olduğu gibi Türkiye’yi de etkilemesidir.

Türkiye, 1947 yılında IMF ve Dünya Bankası’na üye oldu.

Çok partili yaşam ve liberal politikalar
1950 yılında yapılan seçimleri kazanan Demokrat Parti, Türkiye’nin yeniden liberal politikalara dönüşü hamlesine girişti. Bu dönemde yabancı sermayenin de Türkiye’de faaliyette bulunabilmesi ve ekonomik kalkınmaya katkı yapabilmesi için Petrol Kanunu ve Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu çıkarıldı. 

Dönemin ilk yıllarında tarım başta olmak üzere bütün kesimlerde önemli gelişmeler yaşandı. Uygulanan ekonomi politikasının temel taşları şunlardır: (1) Tarımın makineleşmesi ve bu konuda teşvik politikası uygulanması, (2) Kredi olanaklarının artırılması ve bu amaçla para arzının genişletilmesi, (3) İthalatın sınırlandırılması ve yerli sanayinin korunması, (4) Altyapı yatırımlarına girişilmesi, (5) Dış yardım sağlanması ve bunların kalkınma amaçlı kullanılması (Marshall yardımı gibi.) 

Uygulanan bu politikalar başlangıçta ani ve hızlı biçimde olumlu sonuçlar vermiş olsa da parasal genişlemenin yarattığı enflasyonun olumsuz etkileri bir süre sonra ortaya çıkmaya ve TL hem iç hem de dış değerini kaybetmeye başladı. 1958 yılında IMF’den destek alınması ve devalüasyon yapılması zorunluluğuyla karşılaşıldı.
Böylece Türkiye’nin liberal politikalara dönüş macerası biraz da plansız ve programsız politika uygulamaları sonucunda önemli bir ekonomik çöküşle sonuçlanmış oldu.

Planlı dönem ve kamu kesimi ağırlıklı sanayileşme çabasına dönüş 
1960'lı yıllarda Türkiye planlı kalkınma modeline geçti. Bu dönemde öne çıkan sanayi tesisleri devlet tarafından kurulan ve işletilmekte olan kamu iktisadi teşebbüsleridir. Türk plan modeli “kamu kesimi için zorunlu, özel kesim için yol gösterici” bir modeldi. Buna göre planda öngörülen hedefler ve bu hedeflere ulaşmak için belirlenen araçlar kamu kesimi için emir niteliğindeydi ve bunlara uyulması gerekiyordu. Özel kesim açısından ise bu hedef ve araçlar yol göstermeyi amaçlıyor uyulmaması halinde herhangibir zorlayıcılık ya da yaptırım içermiyordu.

1968 – 72 yıllarını kapsayan ikinci beş yıllık kalkınma planında sanayi kesimi ekonomik büyüme açısından lokomotif kesim olarak tanımlandı. Bu dönemde ithalat ikamesi, ihracatın teşviki gibi politika önlemleri ön plana çıktı.

Bu dönemin en önemli dış şoku 1974 yılında yaşanan petrol krizidir. Petrol fiyatının 4 misli artması Türkiye gibi petrol ithal etmek zorunda olan bir ekonomiyi büyük ölçüde etkiledi. Sanayileşmenin temel taşlarından birisi olan enerji fiyatlarındaki artış bütün ekonomi üzerinde zincirleme etkiler yarattı. Türkiye aynı dönemde Kıbrıs harekâtı nedeniyle ekonomik ambargoyla karşılaştı. Bu ambargo Türkiye’nin bütün planlarını alt üst etti. Yine aynı dönemde yurt dışında çalışan işçilerin ülkeye gönderdiği dövizler, ambargo nedeniyle dış ilişkilerde pek kullanılamadığı için içeride sorun yarattı ve Türkiye ekonomisi stagflasyon olgusuyla karşılaştı.

Serbest piyasa uygulamasına ve özel kesim ağırlıklı sanayi politikasına geçiş
1980 yılında yaşanan askeri darbe sonrasında yaşama geçirilen 24 Ocak istikrar önlemleri başlıca şu hedeflere yönelikti: Döviz gelirlerini artırmak, ithalatı serbestleştirmek, fiyatların müdahaleler dışında piyasada oluşmasını sağlamak, yabancı sermaye girişini artırmak, para politikası önlemlerini ekonomide istikrarı sağlayacak biçimde kullanmak. Yani Türkiye, 1950 – 60 döneminde denediği serbest piyasa modeline bu kez planlı kalkınma modelinin de getirdiği deneyimi kullanarak geri dönüyordu.

1984 yılında Türkiye kur politikasında değişikliğe giderek sabit kur sisteminden döviz kurunun piyasada belirlenmesine geçiş için ilk adımı attı. Bankalar, Merkez Bankası’nın günlük olarak belirlediği kurun belirli oranlar içinde altında veya üstünde bir kur uygulayarak işlem yapabileceklerdi. Bir yıl sonra bu düzenleme de kaldırılarak kurun piyasada belirlenmesi sistemine geçildi. 1989 yılında Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu çerçevesinde 32 sayılı karar yürürlüğe konuldu kambiyo rejimi iyiden iyiye serbest bir hale getirildi. 

Dönem boyunca ihracatın desteklenmesi amacıyla kurulan Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu aracılığıyla ihracata ek teşvikler verildi. Sanayi yatırımlarında özel kesim önemli atılımlar gerçekleştirdi.

Bu dönemde iki büyük ekonomik kriz yaşandı: 1994 krizi ve 2001 krizi.

Aşağıdaki tablo imalat sanayi işyerlerinin 1950’den 2001 yılına kadar sergilediği gelişimi gösteriyor (Kaynak: TÜİK, İstatistik Göstergeler, 1923 – 2009.)

1950
1960
1970
1980
1990
2001
Gıda, içki, tütün
1.023
1.868
1.264
1.851
1.894
1.718
Dokuma, giyim, deri
526
1.223
1.130
1.688
2.333
3.517
Orman ürünleri, mobilya
234
424
258
352
315
462
Kâğıt, kâğıt ürünleri, basım
92
194
253
367
341
407
Kimya, petrol, kömür, plastik vd
364
758
376
1.009
822
1.072
Taş ve toprağa dayalı sanayi
101
404
318
596
686
805
Metal ana sanayii
50
115
160
492
385
391
Metal eşya, makine, teçhizat vd
186
411
859
2.274
2.003
2.804
Diğer imalat sanayii
42
106
202
81
92
135
TOPLAM
2.618
5.503
4.820
8.710
8.871
11.311

Görüleceği üzere 1950 yılında imalat sanayiinde çalışan toplam 2.618 işyeri varken bu sayı 2001 yılında 11.311’e yükselmiştir.

Bu işyerlerinin kamu kesimi ve özel kesim arasındaki dağılımı da aşağıdaki tabloda yer alıyor (Kaynak: TÜİK, İstatistik Göstergeler, 1923 – 2009.)

Yıl
İşyeri Sayısı
Kamu Kesimi
Pay
Özel Kesim
Pay
1950
2.618
103
3,9
2.515
96,1
1960
5.503
219
4,0
5.284
96,0
1970
4.820
254
5,3
4.566
94,7
1980
8.710
408
4,7
8.302
95,3
1990
8.871
410
4,6
8.461
95,4
2001
11.311
258
2,3
11.053
97,7

Bu tablo da bize özel kesimin imalat sanayii içindeki payının yüzde 98 dolayında olduğunu ve kamu kesiminin imalat sanayii içindeki payının 2000’lerden itibaren düşmeye başladığını gösteriyor. Bu gelişmede özelleştirmenin etkili olduğunu söyleyebiliriz.

Aynı dönemler itibariyle imalat sanayiin de yaratılan katma değer toplamlarına da bakalım (rakamlar milyon Dolar olarak okunmalı) (Kaynak: TÜİK, İstatistik Göstergeler, 1923 – 2009.)

Yıl
Toplam Katma Değer
Kamu Kesimi
Pay (%)
Özel Kesim
Pay (%)
1950
261
153
58,6
108
41,4
1960
1.254
741
59,1
513
40,9
1970
2.614
1.418
54,3
1.195
45,7
1980
10.626
4.294
40,4
6.333
59,6
1990
29.382
9.190
31,3
20.193
68,7
2001
33.345
7.446
22,3
25.899
77,7

1950 yılında imalat sanayinde toplam 261 milyon Dolarlık katma değer yaratılıyor, bunun yüzde 60’a yakınını kamu kesimi yüzde 40’dan biraz fazlasını da özel kesim kuruluşları üretiyordu. 2001 yılına geldiğimizde imalat sanayiinde yaratılan katma değer toplamı 33,3 milyar Dolara yükselirken özel kesimin bu üretimdeki payı da yüzde 78’e yaklaşmış görünüyor.

Türkiye 2001 yılında tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birisine girmiştir. Buna karşılık krizden çıkışı oldukça hızlı olmuş ve bir yıl sonra yeniden büyümeye geri dönmüştür. Krizden çıkış amacıyla 2001 ve 2002 yıllarında istikrar politikası uygulanmıştır. IMF, bu politikayı madden ve program yapımına katkıda bulunarak ciddi biçimde desteklemiştir.

2001 krizi sonrasında özel kesime dayalı büyüme politikası
2002 yılı sonundan başlayarak değişen siyasal iktidarla yeni bir ekonomi politikası uygulamaya başlamıştır. Bu uygulamanın temel taşları sıkı maliye politikası ve düşük bütçe açığı, sıkı para politikası ve enflasyonla mücadele, müdahaleli esnek döviz kuru rejiminden dalgalı kur rejimine geçiş politikasıdır. 

İmalat sanayiinin son durumu aşağıdaki tabloda özetle sunulmaktadır (Kaynak: TÜİK verileri ve 10. Kalkınma Planı.)

2006
2013
2016
GSYH İçinde Payı (%)
17,2
15,3
16,5
İmalat Sanayii ihracatı (milyar USD)
79,6
144,1
145,0
İhracattaki Payı (%)
92,1
93,3
94,6
   Yüksek teknolojili ürün payı (%)
5,6
3,5
3,3

Görüleceği gibi Osmanlı’dan devralınan sanayi yapısı oldukça değişmiş ve gelişmiş bulunuyor.
Bugün Türkiye’nin Endüstri 2.0 ile 3.0 arasında bir yerde olduğu kabul ediliyor. 

Endüstri 4.0 eşiğinde Türkiye
Sanayi devrimini sonradan yakalamış olmak bugün için büyük bir kayıp değil. Ama sanırım Endüstri 4.0 diye adlandırılan yeni devrimi kaçırmanın maliyeti yüksek olacak. Endüstri 4.0 eşiğinde iki seçenek var. (1) Endüstri 4.0 uygulamasının gerektirdiği robotları yapmak. (2) Yapılmış robotları satın alıp üretimi bunlarla yapmak.

Bizim için geçerli konu ikinci başlıktaki konu. Yani, biz Almanya’da veya ABD’de ya da bir başka gelişmiş ülkede yapılmış olan robotları ve dijital makineleri satın alıp üretim tesislerimize monte edeceğiz. Bunların çalışma programlarını da (yani softwarelerini) satın alacağız, bu programlarla o robotların çalışmasını sağlayarak üretim yapacağız ve ürettiğimiz ürünleri satacağız. Yani bizim açımızdan Endüstri 4.0, bu devrimin gerektirdiği makine, robot vb gibi araçları veya bunların çalıştırılmasına yarayan programları yapmak değil, bunları satın alıp kullanarak gerekli üretimi yapmak olacak. Kuşkusuz asıl parayı o makine ve robotları yapanlarla o programları yazanlar kazanacak. Buna karşılık bu makineleri, robotları ve programları alıp üretimi bu yöne kaydırmayı başaranlar da kazanacak.

Endüstri 1.0’dan başlayıp 3.0’a kadar gelen devrimler 3 günde tek bir elbise diken terzinin yerine günde 100 elbise diken bir ‘kitlesel üretim sistemine’ geçişi sağladı. Ne var ki bu kitlesel üretim hiçbir zaman nitelikli bir terzinin el emeğiyle yaptığı ‘kişiye özel’ dikimin yerini tutmadı. Anlaşılan o ki Endüstri 4.0 ile üretim yapan birimler terziyle konfeksiyonu birleştirerek hem özel hem kitlesel üretimi bir arada yaparak büyük fark yaratacaklar. Yani ‘kişiye özel kitlesel üretime’ geçilecek.

Türkiye açısından bu devrimin dalgalarına hazırlanmak gerekiyor. Bu açıdan birkaç önerimi sıralamak isterim: (1) Sanayi odalarımızın önderliğinde yüksek kalitede eleman yetiştiren bilim liseleri kurulmalı. Devlet vakıf üniversiteleri yerine bu tür liselerin kurulmasını teşvik etmeli. (2) Üniversitelerde bilim dallarına dönüş yapılmalı. İktisadi İdari Bilimler Fakültelerinde kontenjanlar hızla düşürülmeli. Çünkü bu bölümlerden mezun olanlara duyulacak ihtiyaç bu yeni devrimle hızla azalacak. (3) Endüstri 4.0, aksine bütün iddialara karşın ister istemez işsizliği artıracak bir devrim. Ortaya çıkacak işsizliği azaltabilmek için tarım ve hayvancılık politikalarını, bu alanlarda üretimi ve verimliliği artıracak biçimde ele almak gerekiyor. Esasen o alanlarda da genetik biliminin gelişmesi ve uygulanması sonucu birçok devrim peş peşe geliyor. Yani yalnızca sanayi devrimi değil tarım ve hayvancılık devrimi de güncelleniyor. Endüstri 4.0'ın yaratacağı işsizliği azaltmak ve yeni tarım ve hayvancılık devrimine ayak uydurabilmek için bugünden tarım politikamızı baştan aşağıya ele almamız gerekiyor. (5) Bütün bunları yapabilmek için başımızı inşaattan kaldırıp çevremize bakmamız gerekiyor. Sanırım yenilenme inşaata odaklanmış gözlerimizi çevremize çevirmekle başlayacak.

Çevremize hatta biraz daha uzaklara bakmamız için öncelikle aşağıdaki grafiğe bir bakmakta yarar var.

Güney Kore ve Türkiye’nin yüksek teknoloji içeren ürünler ihracatındaki durumu (Milyar USD) (Kaynak: 10. Kalkınma Planı İmalat Sanayi Özel İhtisas Komisyonu Raporu):






[i] Dünyada Sanayileşme ve Türkiye’nin Durumu / Dr. Mahfi Eğilmez / 23 Mayıs 2017 / Siemens Sunumu / Rahmi Koç Müzesi



On Turkish Crises[1]

Dr.Mahfi EĞİLMEZ


1. The Pre-Crisis Period

At the end of 1999, the state of the Turkish economy looked rather bleak. That year growth, or rather economic contraction, had been -6,1%, annual wholesale price inflation had reached 70%, the budget deficit had risen to reach unsustainable levels, whilst average weighted cost of borrowing to the Treasury was 106% per annum. An economic structure which had endured double digit inflation, interrupted by short periods of triple digit inflation, for the past thirty years appeared to be fast reaching an unsustainable point. The next step looked likely to be a transition to an hyperinflationary period.

Turkey greeted the year 2000 with the introduction of a new economic stabilization program supported by the IMF. The program had three pillars: (1) fiscal discipline encompassing both the central government budget and the rest of the public sector, (2) determination of exchange rates under a pre-announced crawling peg arrangement, (3) implementation of structural reforms and, especially, an acceleration in privatization. The fundamental aims of this framework was the reduction of inflation and attainment of sustainable economic growth.

The budgetary leg of the program principally involved an increase in tax revenues to achieve a higher primary surplus with the goal of reducing Treasury's domestic debt burden, and thus interest rates. This approach would be supported through the partial substitution of external debt for domestic debt, and in this manner the financing gap would be plugged by both higher tax revenues and additional external borrowing.

The highlight of monetary policy, subservient as it was to exchange rate targets, was the ceiling on the net domestic assets of the Central Bank. This was set at -1,200 trillion TL (roughly US$ 2 billion) and was a performance criterion under the IMF stand-by arrangement. The Central Bank would create Turkish Liras, and thus provide additional liquidity only via foreign exchange inflows. In other words, the main monetary policy tool was the adoption of the exchange rate as a nominal anchor. This anchor arrangement is generally accepted to be a delicate and unsustainable policy. This point has, indeed, been emphasized by Stanley Fischer in an article in the aftermath of the November Crisis[2]. The Turkish authorities, in collaboration with the IMF, had designed the program with the foreknowledge of the dangers involved, and had thus planned at the onset to impose a widening band - crawling band -exchange rate regime following a year and a half of a crawling peg policy.

The substitution of greater taxation, in conjunction with fresh external loans, in place of domestic borrowing would lower Treasury's domestic borrowing requirement, and thus permit greater funds to be channeled to other agents in the economy, whilst foreign exchange inflows would preclude a liquidity squeeze in the markets.

The positive market sentiment greeting the announcement of the new economic program led to a reduction in the cost of borrowing to the Treasury, from an average of 106% per annum at the end of 1999 to 37% per annum by January 2000. Average overnight interest rates in the intebank market fell from 66,6% in December 1999 to 34.1% in January.
The dramatic decline in interest rates, irrespective of the causes, heralded a dangerous development in the anti-inflation struggle. An old dilemma had resurfaced. A decline in interest rates led to a lower debt service burden, but the Central Bank's anti-inflation policy would be damaged. The Central Bank should not have permitted this under normal circumstances. However, the perception of interest cost in the public's, and therefore the politicians', mind put a veil over the possible negative consequences of such a swift decline. The Central Bank simply followed this trend. Numerous columnists' warnings on the pitfalls of this dramatic decline in interest rates in the anti-inflation struggle simply went unheeded.

The transition from an annual average yield of 106% to 36,4% in the very first month of the program brought to fore important problems in the fight against inflation. Pent-up consumption demand finally spilled into the economy with alacrity. Savings were channelled towards consumption with the support of low interest rates offered to retail customers by banks[3]. The result was a slower than expected convergence of inflation to targeted levels because of vigorous aggregate demand.

2. The Seeds of the Crisis
The first seeds of the crisis were the rising trade and current account deficits due to the use of the exchange rate as a nominal anchor. The external imbalance had risen beyond expectations, and the authorities' response had been too little too late.

Banks moved to close their open foreign exchange positions towards the end of October for regulatory and balance sheet purposes. This move created a liquidity squeeze and caused interest rates to rise somewhat. This development was expected and widely acknowledged because banks engaged in this ritual every year.
The general state of the Turkish economy at the end of October was as follows:
  • Annual economic growth purred along at 6,5 - 7%. In this manner the -6,1% growth rate of 1999, or more correctly the economic contraction of 1999, was cured through renewed positive growth.
  • National income growth, and therefore aggregate demand growth, focused on both domestic goods and services and imports.
  • Annual inflation did fall from 69% to sub-40% despite vigorous aggegate demand. The reason for the slowness in the reduction of inflation was vigorous aggregate demand, fuelled by retail loans from banks. The shortfall of actual inflation from targeted inflation was thus the result of a faster than expected decline in interest rates, share of consumption rising at the cost of reduced savings in income flows, and, consequently, higher aggregate demand growth as mentioned previously.
  • On the budgetary front, the primary surplus was heading towards an all time record high. The inflationary pressure of budget deficits was thus slowly disappearing.
  • In spite of delays in structural reforms, reforms which had been on the backburner for years were gradually being carried through. Reforms aimed at the agricultural sector had moved ahead with small, but significant steps. Restructuring of the banking sector was also on track.
  • Privatization revenues in 2000 had exceeded the sum of privatization revenues for the past fifteen years in spite of various delays.
  • The biggest problem had emerged to be a current account deficit far in excess of initial expectations, heading to the US$ 8-10 billion range. Nevertheless, this deficit was not believed to be an imminent threat.
  • Banks were thus slowly closing their open foreign exchange positions, whilst foreigners were rushing to balance their accounts by year-end; all creating greater foreign exchange demand, and thus putting pressure on Turkish Lira interest rates.
  • New regulations aimed at the banking sector suddenly picked up pace in the same period. This new development pushed banks to close their foreign exchange positions in a speedy and abrupt manner. Banks raised their liquid positions in order to be able to purchase foreign exchange.
  • Higher liquidity demand naturally led interest rates to rise much faster than before.
3. The Eruption and the Height of the Crisis
The rise in interest rates distressed banks which were carrying large Treasury security portfolios funded by short-term repurchase agreements. These banks, forced to fund Treasury securities via repos and experiencing a liquidity squeeze, began to register large losses. The spread of rumors, at this juncture, about the transfer of certain banks to the Savings Deposit Insurance Fund (SDIF) led to a cancellation of credit lines between the banks, or at best to a reduction in the exposures of the banks against other banks. The additional liquidity squeeze due to these developments forced distressed banks to borrow at even higher interest rates. The swift rise in interest rates led to a sharp decline in transaction volume in the secondary market for Treasury securities. Foreign parties, who had initially simply sought to balance their books for the year-end, now realized that matters had moved in a more serious direction, and thus accelerated their exit from the Turkish market by swiftly selling their securities holdings. This trend put further upward pressure on interest rates. The rise in interest rates and the acceleration of this trend led to the dispersal of leverage created by banks abroad . Foreign banks who were essentially partners with the Turkish banks in these funds began to empty their positions. Under the circumstances, the funding of these Treasury securities also had to be borne solely by local banks. Interest rates rose even further[4].

These developments may be illustrated with the aid of the figure below.

The initial equilibrium was at point 1 where D1 (demand for funds curve) intersects S1 (loanable funds supply) as illustrated above. At this point, interest rate was r1 and loanable funds stood at m1.
Later, the supply of loanable funds shrank, shifting to S2. The new equilibrium now stood at the intersection of D1 and S2 (indicated by point 2). Now, interest rate rose to r2, whilst loanable funds declined to m2. The demand for funds had not declined, however. In other words, there was no reason for the demand for funds to decline. Therefore, the demand for loanable funds shifted to the right (D2) implying an acceptance of higher interest cost. The new equilibrium was at point 3 where D2 intersected S2. At this new equilibrium point -deliberately not shown above to emphasize the extremely high interest rate levels reached, interest rates rose skyhigh while loanable funds came to the original level (The figure deliberately depicts three stages for simplicity).

The Central Bank, which had hitherto resisted the urge to provide liquidity to the markets and maintained its net domestic assets target, intervened at this point by providing extra liquidity to the markets at the cost of exceeding its target for net domestic assets. However, this was too little too late, and a large bank with a large portfolio of Treasury securities was already experiencing extreme distress. Furthermore, the Central Bank made a resolution of difficulties faced by the bank in distress more difficult by lending funds (obtained at no cost) at an interest rate of 210%. IMF then put on the agenda the extension of a US$ 7,5 billion supplementary reserve facility to Turkey, and the Central Bank stopped providing liquidity to the markets. Indeed, liquidity demand declined with the removal of the aforementioned distressed bank from the markets and its transfer to the SDIF.

Now, the demand curve for loanable funds fell back to D1, and a new equilibrium was established at point 2 where D1 intersects S2. The new interest rate level was r2, and m2 was the equilibrium loanable funds level. The new equilibrium represents a point of higher interest rates and a lower loanable funds level in comparison to the starting point, and is achieved after the removal of Demirbank from the markets.

On the way to this point in time, overnight interest rate were an average of 72,4% in November and 223,8% in December.

The Treasury cancelled the one auction held in December without revealing the offer yields. The average annual compounded yield of the three auctions held in January were 63,3%.

As in all financial crises, the real sector of the economy was soon profoundly affected by the turmoil. Interest rate volatility sharply cut what had hitherto been vigorous aggregate demand. The contraction in aggregate demand led to a decline in sales, and a sharp rise in inventory levels.

The distress in the non-bank sectors of the economy, quickly taking the shape of a crisis, is bound to adversely affect the financial sector. Non-performing loans are expected to rise sharply in the period ahead. Such a development could well lead banks to further restrict new loans, and thus create a vicious circle.
Thus, although 2001 had been expected to be a difficult year in the anti-inflation effort, there are now strong signals that the impact of the crises will render 2001 an even worse year.

4. The February Crisis and the Abandonment of the Exchange Rate as a Nominal Anchor
The reasons for the November crisis may be summed up under four headings:· The beyond expected deterioration of the current account balance due to the exchange rate as the choice of nominal anchor, and the introduction of remedial policies coming too little, too late
  • The delay exhibited by the government in the implementation of various structural reforms and political uncertainty
  • The overly-quick and harsh imposition of regulations on the banking sector, and the trepidation this created in the sector
  • The trend by foreign capital to leave Turkey after witnessing the difficulties of the banking sector
I had pointed out to the possibility of a new crisis if an adjustment was not made in the new banking regulatory measures in an article written in the aftermath of the November crisis. Both the IMF and the Turkish authorities misdiagnosed the problems in the aftermath of the November crisis. They therefore implemented the wrong cure. The February crisis then followed.

The IMF argued for the float of the currency following the February crisis, and this was indeed done. Had the crawling band arrangement been brought forward in time, and had various adjustments been made with regards to the regulations imposed on the banking sector, then a second crisis would not have been endured.
The float of the Turkish Lira implies a halt in the fight against inflation for the time being. This is why the Turkish authorities and the IMF are absolutely insisting on the need to lower real interest rates. In other words, the old, infamous hypothesis of lowering inflation by lowering interest rates has been resurrected. However, the trying out of this hypothesis had been the source of the 1994 crisis.

A floating exchange rate arrangement is not an appropriate policy choice for Turkey. Despite the fact that the Turkish economy is less indexed to foreign currency than is the case in Latin American countries, foreign currency prices do act as a beacon, nevertheless. Half the deposits held at banks are in Turkish Liras, with the other half held as foreign exchange. It is natural for a country with a thirty year history of double digit inflation to use foreign currency prices as a beacon. A floating exchange rate regime removes the usefulness of the exchange rate as a beacon. The early adoption of a crawling band regime would not have done away with this useful beacon; (the proper approach would be to wait) until inflation fell to single digits, and the Turkish Lira could then take over the role of a beacon.

5. Conclusion
Turkey struggles to grow in an environment that it must never leave and towards which she must swiftly make further inroads: a free market, globalizing economy. The transition from empire to republic, from single party rule to multi-party democracy, from a command economy to free markets, from a prohibitory exchange rate regime to free movement of capital in a timespan of eighty years - or, one and a half generations - is not easy. Turkey may have adopted its mindset to a freemarket framework in midst of these difficult transition periods, but has yet to adopt its rules to this mindset. This process will, no doubt, be completed, but as we fall behind, the more we hurry, the more we err.

For Turkey to avoid a repetition of past errors requires the adoption of an exchange rate band arrangement which may gradually be replaced by a widening band regime. More leeway and flexibility has to be shown in the implementation of BIS rules, and, in this context, regulations governing required reserves and capital adequacy. Failing these, the banking sector will be hard-pressed to provide loans to the real sector, and the economy will not back to the growth path soon.





[1] This paper had been presented in the panel discussion at NBER, July 18, 2001, Boston, MA, USA. I would like to thank both Mr. Ercan Kumcu and Mr.Gıyas Gökkent for their contributions to this paper.

[2] Fischer, S, "Exchange Rate Regimes: Is the Bipolar View Correct ?", IMF website, January 6th, 2001.

[3] The substitution of savings to consumption refers to the flow of savings. In other words, the reference is to the proportion of savings from the income flow which is channeled towards consumption as a result of lower interest rates.

[4] Turkish banks had bought and shared in the returns of Treasury securities with foreign banks as partners whilst bearing full risk. Foreign banks sought to get out of the arrangement in the aftermath of the rise in yields because Turkish banks were bearing full risk. Turkish banks were forced to raise their foreign exchange demand in order to meet their obligations to these foreign counterparties. These developments exacerbated the liquidity squeeze.




ON SUSTAINABLE INFLATION [1] (1999)


Dr A. Mahfi Eğilmez


1. Types of Inflation
When inflation is classified according to its course of development, it is possible to identify three types: creeping inflation, stepping inflation, and hyperinflation. Of these, the first is usually referred to as single-digit inflation and the second as double-digit inflation; the third, hyperinflation, may be double or triple-digit. Stepping inflation is characterised by a "stop-and-go" kind of movement as it rises; hyperinflation on the other hand soars without any sign of abatement.

Chart 1 below, shows typical movements of these three types of inflation in terms of changes in the wholesale price index over time.


The slow rise of stepping inflation, punctuated by momentary rises and falls, gives people the time they need to prepare themselves for a yet higher rate of inflation. So long as this process is kept under control, it is possible for stepping inflation to be sustainable. Hyperinflation, on the contrary, rises rapidly and unremittingly with the result that people have no opportunity to accommodate themselves to the new situation. For this reason, hyperinflation is never sustainable at any point.

Sometimes the rise in stepping inflation will attain a rate faster than the slower one to which people have become accustomed. In such cases, public opinion begins to bear increased force. If inflation cannot be brought under control at such points, it is quite easy to make the transition from stepping to hyperinflation. The measures that need to be taken to reduce such a surge to within its former bounds are invariably severe and drastic.

Creeping inflation on the other hand can usually be kept under control by means of monetary policy and without having to resort to strict fiscal measures.

2. The Turkish Experience with Stepping Inflation
Turkey has been living with double-digit inflation now for nearly two decades. During this period, it slipped into triple-digit inflation on three occasions: 107% in 1980, 121% in 1994, and 101.2% in January 1998. In the 19 years between 1980 and 1998, the annual average rate of inflation in Turkey was 60%.

Table 1: Inflation in Turkey 1980 – 1998 (12 Months Change)

Years
WPI

1980
107.2
3 digits
1981
36.8
Decline
1982
25.2
Decline
1983
30.6
Election year
1984
52.0
Increase
1985
43.2
Decline
1986
26.7
Decline
1987
39.0
Election year
1988
70.5
Increase
1989
64.0
Decline
1990
52.3
Decline
1991
55.3
Election year
1992
62.1
Increase
1993
58.4
Decline
1994
120.7
3 digits
1995
86.0
Election year
1996
75.9
Decline
1997
80.6
Increase
1998
60.0
Expectation
1980 - 1998
60.34
Average

A number of conclusions can be drawn from this table. In 1980, inflation leapt into the three-digit range as a result of a build up of pressure from earlier years that could no longer be kept under control. Thanks to measures taken in the years that immediately followed, inflation lodged itself in the 25-35% range. The inflationary peg was dislodged twice: once in 1984 as a result of the elections in 1983 and again in 1988, this time as a result of the elections of 1987. Thanks again to fiscal and monetary measures (some tough, others not) taken in the years that followed, inflation was pulled down into the 35-45% range the first time and into the 55-65% range the second. In 1994 the economy was again in a state of crisis and inflation shot up to 121%. This time the measures taken were severe and had the effect of contracting the economy with the result that this time inflation was brought into the 70-80% range.


Two observations here are worth underscoring:

1. There appears to be a close relationship between inflation and elections.

2. After every surge, inflation subsides to a new range whose average value is higher than the previous one.


Another thing that this table reveals is that the progress in the annual rate of inflation in Turkey over the last twenty years is something quite unique. There is no many countries in the world where such a high average rates of inflation have been experienced for such a long time without their turning into hyper-inflation or leading to other extreme economic crises.  Brazil, Argentina, and a few other countries experienced brief bouts with hyperinflation after a spell of high inflation and this threw them into medium and long-term emergencies that manifested themselves internally and externally and that could not be overcome without external support.

For Turkish society and its politicians, the crunch appears to come when stepping inflation crosses the three-digit threshold. The habits instilled in society by its long marriage with controllable double-digit inflation unquestionably plays a role in this attitude. Indeed, more than half of the people living in Turkey today are under thirty years of age: in other words, at least half the population has never experienced a condition of no inflation at all. This by itself should explain the lack of aversion to double-digit inflation. When the three-digit threshold is reached however, governments immediately set about taking measures and strive to reduce it to two digits out of a fear of slipping into hyperinflation. In 1980, 1994, and 1998 their efforts were successful; after a brief spate of triple-digit inflation, Turkey returned to a two-digit range. Inflationary expectations for the current year (1998) are between 55-65%. This suggests that after the surge to 102% in January of the year, the country is being returned to the 55-65% range that has been the annual average for so many years.
What are the conditions under which high rates of inflation are sustainable? On the basis of the Turkish experience, they appear to be these:
  • A strong private sector
  • An open economy
  • Free movement of capital
  • A growing securities market
  • A modern financial sector
  • A low tax burden
  • An affinity for the rules of a free-market economy
  • Flexible wages
Of these, the most crucial is the last: flexible wages. When a crisis hits the economy, contractions take place in the real wages. This is clearly shown in table 2.

Table 2: Inflation and Real Wage Increases (Selected Years)

Per Cent
1980
1984
1990
1994
1995
WPI(12 Months)
107.2
52.0
52.3
120.7
86.0
Real Wage Increase
-16.7
-6.20
21.0
-22.0
-6.57

So long as these conditions obtain–and especially so long as there are no fundamental changes in the flexibility of wages–then it should be possible for a high rate of inflation to achieve a state of sustainability. If a radical change were to take place in these conditions however, that sustainability is placed at risk.

My opinion is that problem-free inflation reduction should be by natural means. To put it another way, whatever curve inflation has followed to reach the point that it has, it should be made to follow the same curve when reducing it. Stepping inflation for example should be phased out; hyperinflation should be throttled suddenly.

In this view, the three-year program that Turkey embarked upon in 1997 to combat inflation is on the right path. Brazil and Argentina on the other hand were equally correct to choose the one-year shock therapy in order to subdue their own hyperinflations.

However although a stepping reduction is the correct treatment for stepping inflation, the fact is that achieving concrete results with this method is far from easy. The reason is that in developing countries such as Turkey, three years is a long period of time for a government to survive. When one considers that the average time between elections is a mere two years, including the local general elections, the difficulty becomes that much clearer. Having to undertake a brand-new and even greater effort every year means that sustaining the measures that have been taken while simultaneously remaining in power are quite difficult prospects at best. As a result, a government that has come into power promising to resolve the problem of inflation and introduce structural reforms becomes unable, at one point or another, to withstand the erosion in its public support and, in panic, begins to weaken the stabilisation measures it has taken. In fact, this not only injects further instability into the economy but also has the effect of causing an additional loss in the political authority of the party in power. The sense of panic that this generates drives the party into believing that it can reverse this loss by means of populist policies.

3. Inflation and Politics
Turkey's long-term experience reveals that there is a significant relationship between combating inflation and ruling party's rate of votes. This relationship can be demonstrated by means of a table first and than a chart.

Table: 3 Average Inflation Rates and the Rate of Votes of Ruling Party

Periods
Average WPI
Rate of Votes of Ruling Party
Ruling Party
1980 – 1983(1)
0.31
0.45
T.Özal(2)
1984 – 1987
0.40
0.36
ANAP
1988 – 1991
0.65
0.24
ANAP
1992 – 1995
0.82
0.19
DYP(3)

Notes on table 3:
(1) 107 % of inflation rate of 1980 is not included in this average. This rate has been thought as previous years result by most of the people. 
(2) Although there was no any political party in the government between 1980 and 1983, the results could be count for Mr.Özal and his party ANAP.
(3) CHP (former SHP) was the second partner in this coalition government period. But the people considered big partner, DYP, as the ruling party.

Table 3 suggests that there is a strong inverse relation between illation and the rate of votes of the ruling party. Although our studies suggest that there are also relations between growth rate, real wage changes and the votes of the ruling party, none of them had a stronger relation than inflation with the votes in Turkish case.
Let us transform this table to a chart.

Chart 2: Inverse Relations Between Inflation and the Votes of Ruling Party



Chart 2 exhibits the inverse relationship between inflation and the rates of votes of the ruling party in election dates of 1995, 1991, 1987 and 1983 from left to right on the horizontal and from up to down on the vertical axis. Higher inflation causes lower rate of votes; lower inflation creates higher rate of votes for the ruling party at the date of elections. 

The question is then why the ruling party does not insist on the anti-inflationary measures down to single digit inflation since this attempt increase its votes? The chart below can help to find a correct answer to this question.

Chart 3: Disinflationary Path

                  
Let us assume that a political party took the office when inflation was on A with the rate of votes of p % and began to combat against inflation. In the developing countries anti-inflationary policy should be lay down on tax increases, expenditure cuts and tight monetary policy tools due to the high level of inflation. Let say the ruling party could be able to reduce down the inflation to B through its decisive strict measures in one year. These measures cause vote losses of the ruling party. On above chart this losses have been shown by point r. There will be either no any change or a further negative change if the ruling party continue in this disinflationary path from B to C. The strict measures in this disinflationary path creates income losses of the people therefore there will be no any gain at the beginning. If government continue to reduce down the inflation from C to D then people realise the benefits of this new single digit inflationary environment. But Turkish case tells us that at point C, for instance, ruling party get panic and move from solid curve to broken curve to gain it’s losses by employing some populist policies. At the beginning the ruling party could be able to gain some supporters back (s) but in the mean time inflation begin increase again to B. In this backward path when inflation start to accelerate (from B to A) rate of votes of the ruling party began to decline more rapidly (from s to t). Turkey is the case study for this forward and backward path when we look back the data of last two decades.

4. Universal Inflation: Nominal versus Real Terms
Albert Einstein's greatest mistake was to suppose that the universe was static. Edmund Hubble demonstrated that the universe was expanding. Scientists today call this expansion as "universal inflation." Economics has borrowed many of its methods and terminology from physics and one way of regarding Turkey's long-term liaison with inflation as an expression of a universal reality. Unfortunately there is an important difference between these two types of inflation: Hubble's universal inflation is in real terms; economic inflation on the other hand is a nominal thing.

Turkey's inflationary experience in last two decades demonstrates that double-digit, stepping inflation could be sustainable. There are four alternative paths waiting for Turkey in the future: (1) Turkey can sustain the inflation more than twenty years in this stepping form, or, (2) Turkey could be able to change double digit stepping inflation to a single digit creeping one? or, (3) Turkey could show the world even a high inflation in a three digit form sustainable either or, (4) Turkey could turn to a hyper inflation soon. If Turkey can achieve any of the first three options it would be a textbook case for the economics. If Turkey shift to the last option on the other hand, it will show the world that two digit inflation is not a sustainable form. And then the IMF and other international institution will be right.



[1] The early version of this analysis presented in a conference in the Middle East Technical University on September the 12th1998.



Büyüme Oranı ile İktidar Partisinin Oy Oranı Arasındaki İlişki Üzerine Bir Deneme / 09.06.2015

Dr. Mahfi Eğilmez

2000'ler sonrasında Türkiye üzerine yaptığım gözlemler büyüme oranıyla siyasal iktidarın seçimde aldığı oy oranı arasında doğru yönlü bir ilişki olduğunu gösteriyor. Bu konuda daha önce yaptığım araştırma üzerine bu blogda yazdığım yazıma bu yazının sonunda yer veriyorum.

Söz konusu araştırmam büyüme oranı ile iktidar partisinin oy oranı arasında 0,83 gibi yüksek katsayılı bir korelasyon olduğunu gösteriyor. Bu durumda bu iki değişken arasındaki ilişkiyi aşağıdaki gibi bir şekilde gösterebiliriz. Dikey eksende büyüme oranları, yatay eksende ise seçimlerde alınan oy oranları yer alıyor.

Şekildeki GVC doğrusu büyüme ile oy oranı arasındaki ilişkiyi gösteren ‘Büyüme - Oy Oranı Eğrisi’ni gösteriyor. Büyüme oranı arttıkça iktidar partisinin oy oranı da artıyor.

               

Ek:
Kendime Yazılar / Mahfi Eğilmez / İktidar Partisinin Oy Oranı ile Ekonominin Büyüme Oranı Arasındaki İlişki Üzerine Bir Deneme / 01.05.2015

Yapılan anketlere verilen yanıtlar, Türk insanının seçimlerde oy kullanırken daha çok ekonomik koşulları dikkate alarak tavır belirlediğini gösteriyor. Bir ekonomide büyüme oranının; talep, satış, işsizlik oranı, enflasyon gibi toplumun refahını en fazla etkileyen ekonomik göstergelerdeki değişimlerin tümünü topluca temsil eden gösterge olduğu kanısındayım. Yani büyüme oranı bir ekonominin performansını ölçmenin en basit göstergesi olarak alınabilecek bir gösterge. Buradan hareketle büyüme oranındaki değişimin iktidarın oy oranı için bir ipucu olduğu kanısını taşıyorum. Bu hipotezimin test sonuçlarını daha önceki seçimlerden sonra da birkaç kez yayınlamıştım. Bu kez hipotezimin öngörülerini seçimden önce yayınlayarak aynı zamanda bir tahmin olarak da ilginize sunmuş oluyorum. 

Aşağıdaki tabloda 2002 genel seçimlerinden başlayarak bugüne kadar yapılan genel ve yerel seçimlerde iktidar partisinin aldığı oy oranları ve bu seçimlerin öncesindeki üç çeyreğin büyüme oranları ortalaması yer alıyor (Yerel seçimlerin sonuçlarını da genel seçimlerle aynı kapsamda olması için yerel seçimlerdeki meclis üyeliği oyları dikkate alınmıştır.)

2002 Genel
2004 Yerel
2007 Genel
2009 Yerel
2011 Genel
2014 Yerel
2015 Genel
Oy Oranı (%)
34,4
41,7
46,6
38,8
49,9
44,1
?
Büyüme (%)
4,3
6,5
5,9
-6,9
10,3
4,5
2,1

İki seri arasındaki korelasyon katsayısı: Korelasyon katsayısı iki değişken arasındaki ilişkinin derecesini ölçmeye yarayan istatistiksel bir katsayı. 2001 yılı seçimlerini dikkate almazsak (çünkü oradaki büyüme oranı seçimi kaybedenlere aittir, ayrıca o seçim 2001 krizi sonrasında yapılan ilk seçim olduğu için büyüme oranlarından başka birçok faktörün çok daha fazla etkisinde kalmıştır) seçimlerde iktidar partisinin aldığı oy oranıyla seçim öncesi üç çeyreğin ortalama büyüme oranı arasındaki korelasyon katsayısı 0,83 çıkıyor. Bu, bu iki değişken arasında çok yüksek bir pozitif ilişki olduğunu gösteriyor. (Korelasyon katsayısı – 1 ile + 1 arasında değişir. Katsayı + 1’e ne kadar yakınsa iki değişken arasında aynı yöndeki ilişki o kadar yüksek demektir. Bununla birlikte burada elde mevcut seriyi kullanmak zorunda kaldığımızı korelasyon hesabında daha uzun serilerin esas alınması gerektiğini de gözden kaçırmamakta yarar var.)

Şimdi bu tabloyu grafik haline dönüştürelim. Oy oranı (mavi çizgi) sol, büyüme oranı (yeşil çubuklar) sağ eksende gösterilmiş bulunuyor. Grafikteki noktalı çizgiye kadar olan bölüm (yani 2015 genel seçimleri dışında kalan bölüm) gerçekleşmiş sonuçları ve ilişkileri gösteriyor. 2015 seçimlerine esas aldığım büyüme oranı benim 2015’in ilk iki çeyreğine ilişkin tahminimi içinde barındırıyor. Eğer böyle olursa Haziran 2015 seçimlerinde iktidar partisinin oy oranı yüzde 40 dolayında gerçekleşecek gibi görünüyor (+/- 2 puan.) 

Bir kez daha belirtmemde yarar var: Bu bir denemedir. Buradan giderek yapılacak farklı hesaplamalar doğru sonuçlar vermeyebilir. Bu denemenin amacı iktidar partisinin oy oranını ölçmek ve ona göre sonuçlar çıkarmak değildir. Bu denemenin amacı; ekonomik büyümenin Türk seçmeni üzerindeki etkisini ölçmek ve büyüme ile oy oranı arasındaki ilişkinin önemini vurgulamaktan ibarettir. 



Notlar:
(1) Bu çalışma bir anket çalışması değil sadece iki değişken arasındaki ilişki olduğunu öne süren bir hipotezin test edilmesine yönelik bir denemedir. Büyüme oranıyla iktidardaki partinin oy oranı ilişkisini karşılaştırmayı amaçlayan bir deneme olduğu için diğer partilerin ne kadar oy alacağı gibi konulara yanıt verecek bir çalışma değildir.
(2) Daha önceki seçimlerle ilgili olarak benzer şekilde yaptığım denemede kullandığım ölçüm yöntemini daha sofistike hale getirdiğim için o denemelerle bu deneme arasında bazı farklar bulunmaktadır. Dolayısıyla bu deneme ile eskilerin karşılaştırılması doğru sonuçlar vermez.

Yöntem ve Hesaplamaya İlişkin Açıklamalar:
(1) Bu karşılaştırmada kullanılan büyüme oranları seçimden önceki üç çeyreğin büyüme oranları ortalamasıdır. Eğer seçim bir çeyreğin son dönemine denk gelmişse o çeyrek de hesaba katılmıştır.
(2) 2015 Haziran genel seçiminde 2015 yılının ilk iki çeyreğine ilişkin büyüme oranları henüz açıklanmamış olacak olsa da bu iki çeyreğin büyüme oranının (2) numaralı notta açıkladığım gibi seçimi etkileyeceğini, o nedenle bunların hesaba katılmasının doğru olacağını düşünüyorum. Bu durumda bu iki çeyrek dönem için büyüme tahmini yapmak gerekiyor. 2015 yılının ilk çeyrek büyümesinin yüzde 1,5, ikinci çeyrek büyümesinin yüzde 2,1 olacağını tahmin ediyorum. Bunlara 2014’ün son çeyrek büyümesini (yüzde 2,6) ekler de bu dönemin ortalamasını alırsak karşımıza seçim öncesi için yüzde 2,1’lik bir ortalama çıkıyor. Hesaplama yaparken bunu esas aldım.

Başarısızlığa Övgü[i]

Mahfi Eğilmez

Başaramadığımızda vazgeçmek çoğunlukla başvurduğumuz yöntemdir. Ben de öyle yapardım. Örneğin bir dersi sevmemişsem veya o derste başarısız olmuşsam o dersi çalışmayı bırakırdım. Daha önce de örnek verdim cebir dersini gerçek yaşamdan kopuk olduğu için sevmemiştim. Bir insanın sevmediği bir konuda başarılı olması pek mümkün olmadığı için de başarılı olamıyordum. Oysa bazı konuları sevmesek bile en azından karşımıza çıkacağı yerlerde kullanmak için öğrenmemiz gerekir. Bu zorunluluğu çocuk yaşta pek de anlayamamıştım. Sonradan matematik olmadan ekonomiyi ileri götürmenin çok zor olduğunu görünce başladım çalışmaya ve başarılı oldum. Matematiği sevdiğim için değil ekonomiyi sevdiğim için çalıştım. Ve bunun yararını ilerleyen zamanlarda yaşamımda gördüm. 

Aslında matematiğe karşı ortaokul ve lisedeki isteksizliğim ve uzak duruşum benim üniversitede matematik dersini seçmemem gerektiğini söylüyordu kulağıma. Bir yandan da ekonomide matematik bilgisi gerekiyordu.  O zaman bu işin üstüne gitmeye ve ne yapıp edip matematiğimi geliştirmeye karar verdim. Çok yararını gördüğümü söyleyebilirim. Bazen insanın sevmediği ama yararlı olacağını gördüğü konuların üstüne gitmesi gerekir. İnsan, başarılı olmak için sevdiği alanlarda uzmanlaşmalıdır, doğrudur. Ama bazen o sevdiğiniz alanlarda bile sevmediğiniz konular zorunlu olarak karşınıza çıkar. O zaman sevdiğiniz konuların hatırına o sevmediğiniz konuları da çalışmanız gerekir. Aşçılık eğitimi aldığınızı düşünün. Dünyanın çeşitli mutfakları üzerinde çalışıyorsunuz ve her birine ait yemekleri yaparak yeteneğinizi geliştiriyorsunuz diyelim. Eğer uluslararası alanda aşçı olmayı hedefliyorsanız her mutfağa ait temel yemekleri, tatlıları öğrenmeniz gerekir. Diyelim ki büyük bir otelin mutfağında görev aldınız. Japon mutfağını hiç sevmiyorsunuz sushi ve sashimi sizin sevdiğiniz yiyecekler değil. Bunları sevmediğiniz için öğrenmemeniz doğru bir yaklaşım olmaz. Sushi siparişi gelmişse onu yapmanız ve müşteriye çıkarmanız gerekir. Aksi takdirde aşçılıkta yeterince ileri gidemezsiniz. 

Sorunlar kaçarak çözülmez, sadece ertelenir Ben matematik öğrenmeyi hep erteledim. Çoğu kez ders alarak, kursa giderek sınıf geçebileceğim kadarını öğrendim ama işin aslını öğrenmeyi hep erteledim. Sonunda üniversite üçüncü sınıftayken bundan yaşam boyu kaçamayacağımı, daha doğrusu kaçarsam ekonomi bilgimi istediğim düzeye çıkaramayacağımı gördüm ve sorunun üstüne gitmeye karar verdim. Üstüne gidince de sorunu çözmekte başarılı oldum. Bu, benim için yaşamım boyunca uygulayacağım önemli bir dersti. Ondan sonra karşılaştığım sorunları hiç ertelemedim ve üstüne giderek mümkün olduğunca çözmeye çalıştım. Bir anlamda başarısızlıktan çıkardığım ders beni başarıya götürdü. O nedenle başarısızlığa övgü yazıyorum: Başarısızlıklar olmasa ve onlardan yeterli dersleri çıkaramazsak başarıya ulaşmamız mümkün olmayabilir.


[i] 2011 yılı Kasım ayında İstanbul'da bir lisede son sınıf öğrencilerine verdiğim bir dersin son saatinde başarıya ulaşmak konusunda anlattıklarımın özetidir.


Kâr, Oy ve Yetki Maksimizasyonu Üzerine Bir Deneme[i]
Mahfi Eğilmez

Günümüzde, neoklasik ekonomi yaklaşımının geliştirdiği birçok kuram varsayımlarıyla birlikte tartışma konusudur. Bunlardan birisi de fayda ve kâr maksimizasyonu yaklaşımıdır. Bu konuya benim bakışım da eleştirel yöndedir. Yani her şeyin böyle bir maksimizasyon mekanizması içinde işlediği yolundaki varsayımın gerçekleri yansıtmadığını düşünüyorum. Buna karşın bu analizi yaparken geniş ölçüde neoklasik ideolojinin yönettiği piyasa sistemini ele alacağım için bu varsayımı geçerli sayarak işe girişmem modelin kendi içindeki tutarlılığını bozmayacağını düşünüyorum. 

Neyin, ne miktarda ve hangi fiyatla üretileceğine ilişkin kararların piyasada alındığı piyasa ekonomisinde üç kurum önemlidir: (1) piyasa, (2) siyaset, (3) bürokrasi. Bu kurumların önem sırası da piyasa ekonomisi modeli içinde burada sıralandığı biçimdedir. Piyasa, toplumun taleplerine göre üretim yaparken piyasada yer alan tüketicilerin temel güdüsü elde edecekleri faydayı, firmaların temel güdüsü ise kârlarını maksimize etmektir. Siyasetçi, bu örgütlenme türünde, genel olarak, seçimle işbaşına gelir. Seçimle işbaşına geldiği için siyasetçinin temel güdüsü oylarını maksimize etmektir. Bürokrat, siyasetçi tarafından atanarak işbaşına gelir. Onun amacı ise yetkisini maksimize ederek otoritesini güçlendirmek ve yerini korumaktır. Böylece piyasa ekonomisinde, kumanda ekonomisinden farklı olarak, üç maksimizasyon olgusu çıkar karşımıza: (1) Tüketicinin fayda maksimizasyonu ve firmanın kâr maksimizasyonu çabası, (2) siyasetçinin oy maksimizasyonu çabası, (3) bürokratın yetki maksimizasyonu çabası. Bu üç çaba, birbirinin alanına geçişler yapmadığı sürece birbirini dengeler ve ekonomideki mekanizmalar doğru işler.

Bu saydıklarımız neyin, ne miktarda ve hangi fiyatla üretileceğine ilişkin kararların siyasal ve bürokratik otoriteler tarafından alındığı kumanda ekonomisi sisteminde bu şekilde ortaya çıkmaz. Örneğin firmaların önemli bir bölümü kamu mülkiyetinde olduğu için kâr maksimizasyonu ilkesinin peşinde koşmaktan çok sosyal yarar ilkesini gözetirler. Özel kesime ait firmalar ise devletin denetimi altında çalıştıkları, fiyatlarını serbestçe piyasa kurallarına göre belirleyemedikleri için kâr maksimizasyonuna tam olarak yönelemezler. Siyasetçinin oy maksimizasyonu çabası da piyasa ekonomisindeki kadar yaygın ve yoğun değildir. Çünkü kumanda ekonomisinde siyasal rekabet de sınırlıdır. Buna karşılık kumanda ekonomisi sisteminde bürokratın yetki maksimizasyonu çabası en üst düzeydedir ve önünde fazlaca engel de yoktur. Bütün bunların sonucu olarak kumanda ekonomisinde kurumların önem sırası, piyasa ekonomisinde olduğundan farklıdır: (1) siyaset, (2) bürokrasi, (3) piyasa.

Dünyada en yaygın görülen ekonomik sistem olan karma ekonomik sistemde kamu kesimiyle birlikte özel kesim firmaları da üretimin içindedir. Karma ekonomik örgütlenme biçiminde neyin, ne miktarda ve hangi fiyatla üretileceği sorularının yanıtını kısmen siyasetçiler ve bürokratlar, kısmen de piyasa verir. Bu sistem genellikle demokrasiye geçiş aşamasına eşlik eder. Karma ekonomide, üç kurumun önem sıralaması yerine göre değişir. Batı ekonomilerinde bu sıralama piyasa ekonomisi sisteminde olduğu gibi (1) piyasa, (2) siyaset, (3) bürokrasi biçiminde iken doğuya doğru gidildikçe önem sırası kumanda ekonomisi sistemindeki gibi (1) siyaset, (2) bürokrasi, (3) piyasa biçimine dönüşür[ii].

Dikkat edilecek olursa kumanda ekonomisinde ve küresel sistemin doğu parçasındaki karma ekonomik modelde piyasa ekonomisindekine göre önem sırası farklılık göstermekte ve piyasa son sıraya inmektedir. Demek ki doğuya doğru gidildikçe piyasa sistemi benimsenmiş gibi görünse de kumanda eğilimleri ağır basmaya devam etmektedir. Kuşkusuz bunun istisnaları vardır. Ama genel görünüm böyledir. Doğuya doğru gidildikçe siyasetçi ve bürokratın kendi yetkilerinin ötesinde piyasaya karışma yetkileri taşımalarının da bunda etkisi vardır.

Piyasa, bütün (ya da bütüne yakın sayıdaki) mal veya hizmetlerin fiyatının piyasada belirlenmesini öngörür. Burada fiyatları belirleyen kurum piyasadır. Buna karşılık kumanda ekonomisinde fiyatları siyaset ve bürokrasi belirler. Burada piyasa mekanizması devre dışıdır. Karma ekonomik sistemde bazı mal ve hizmetlerin fiyatlarını piyasa, bazı mal ve hizmetlerin fiyatlarını ise siyaset ve bürokrasi belirler.

Piyasa ekonomisinde kâr, oy ve yetki maksimizasyonu birbirini dengeleyen bir görünüm vermekle birlikte eğer bu grupların yetkileri arasında birbirine geçişler yaşanmaya başlarsa yetki kargaşaları da ortaya çıkar. Bu durum piyasa ekonomisinin işlevlerini yapamamasına yol açar. Normal olarak piyasada belirlenmesi gereken fiyatlara veya miktarlara siyaset veya bürokrasi müdahale etmeye başlarsa o sistem piyasa ekonomisinden beklenen yararları sağlayamamaya başlar.  Böyle bir durumda siyasetçi kendi oylarını maksimize etmeye çalışırken tüketicinin fayda maksimizasyonu ve firmaların kâr maksimizasyonu ilkesini bozmaya başlar. Bu gelişme bizi piyasanın bozulmasına götürür. Özellikle seçimlere yaklaşılırken siyasetçi, yönetimi altındaki bürokratlara fiyatlara ya da faizlere müdahale etme siparişini vererek seçimde alacağı oyları maksimize etmeye çalışır. Bazen bu müdahale Merkez Bankaları gibi bağımsız yapıda kurulmuş kurumlara yönelik olarak bile ortaya çıkabilir. Bürokrat, yerini ve yetkilerini korumak endişesiyle siyasetçinin bu siparişlerini yerine getirdiğinde siyasetçi ile bürokratın amacı bir ortak noktada buluşmuş ama bu buluşmadan çıkan sonuç firmanın kâr maksimizasyonu ilkesiyle çelişkiye girmiş olur. Çünkü piyasanın, kendi kurallarına göre çalışamaması kısa dönemde firmaya kazanç sağlamış olsa bile uzun dönemde piyasanın bozulmasına, risklerin artmasına ve dolayısıyla kazançların düşmesine yol açar. Siyasetçi ile bürokrat piyasaya müdahaleye başlayıp, firmanın alanına geçiş yaparak onun kâr maksimizasyonu ilkesini zedelediği zaman sistem piyasaya yakın görünümden uzaklaşmaya ve kumanda ekonomisi görünümüne yaklaşmaya başlar.

Piyasa ekonomisinde, özellikle de döviz kurlarının dalgalanmaya bırakıldığı bir modelde, Merkez Bankasının araç bağımsızlığı önemlidir. Faizi, paranın fiyatı olarak kabul edersek faize müdahale de bir anlamda fiyata müdahale sayılır. Merkez Bankası, piyasada serbest olarak belirlenen faize net bir müdahalede bulunmak yerine, bankalara yönelttiği fonlamanın maliyetiyle oynayarak onların faiz belirlemelerini belirli bir çerçevede tutmaya çalışır. Bunu yaparken siyasal iktidardan bağımsız hareket etmesi çok önemlidir. Çünkü faiz, para politikasının da bir aracıdır ve Merkez Bankasının elinde, enflasyonla mücadele için mevcut olan en önemli araçtır.

Türkiye’de siyasal iktidar, son birkaç yıldır TCMB’nin faiz belirleme yetkisine karışmaya başladı. Bunu bazen en üst makamdan gelen tehdit biçiminde, bazen basına demeç verme yoluyla yaptı. Bu baskıların etkisi TCMB üzerinde bazen çöok açık biçimde bazen de kapalı olarak görüldü.

Ne zaman yapısal reformdan söz edilse bu kavramın tam olarak neyi ifade ettiği soruluyor. Yukarıdan beri anlattığım çerçeve yapısal reformun tipik bir örneğidir. Eğer biz, piyasa sisteminde yaşamayı kendimize model olarak seçmişsek kurumların önem sıralamasının (1) piyasa, (2) siyasetçi, (3) bürokrasi şeklinde olmasını kabul edeceğiz demektir. Eğer karma ekonomik sistemi seçmişsek ve bunu piyasa sistemine yakın bir model olarak oluşturmaya çabalıyorsak o zaman bu sıralama yine böyle olacak demektir. Bu durumda piyasaya karışma, düzenleme ve siyasetten arındırılmış denetleme ile sınırlı kalacak demektir. Bu çizilen çerçeveye Merkez Bankasının faiz belirleme yetkisi de dahil kuşkusuz. Mesela bu aşamaya geçebilirsek yapısal reformlardan birisini yapmış oluruz.

Türkiye’nin yapısal sorunları saptamada, eğitim sorunu dışında, pek bir sorunu yok. Yapısal sorunlarımızın neler olduğunu biliyoruz. İdeolojiden sıyrılarak bakabildiğimiz alanlarda bu sorunların nasıl çözüleceğini de iyi kötü biliyoruz. Örneğin Merkez Bankası yasasına bağımsızlık maddesini gözümüzü kırpmadan koyabiliyoruz. Ama mesele kurumların önem sıralamasının (1) siyasetçi, (2) bürokrasi, (3) piyasa biçiminden (1) piyasa, (2) siyasetçi, (3) bürokrasi biçimine geçmesine gelince orada kalıyoruz. Öyle olunca mesela Merkez Bankası yasasındaki bağımsızlık maddesi hiçbir anlam ifade etmeyen bir süs maddesi olarak kalıveriyor.  

Yapısal reform konularını tartışırken ilk önce anlamamız gereken husus şudur: Yasa değiştirmekle ya da çözümleri yasalara yazmakla iş bitmiyor. Asıl mesele o zaman başlıyor. Çünkü o yazdıklarımızı uygulamadığımız ya da tersini yaptığımızda toplumda yasalara, kurallara saygı azaldığı gibi yapısal reformların yapılıp yürütülebileceğine olan inanç da kayboluyor.  





[i] Bu konuda ilk makalemi 1997 yılında Hazine Dergisinde yazmıştım. Daha sonra birkaç kez bu temayı geliştirerek tekrar yazdım. 12.03.2002’de Radikal’de yayınlanan ‘Ekonomik Sistemler’ başlıklı yazım ve 2004’de İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları arasından çıkan Gülten Kazgan’a Armağan kitabının sayfa 269 – 274 arasında yer alan ‘Türkiye’nin Ekonomik Sorunlarına Farklı Bir Bakış’ başlıklı makalem de bu konu üzerinedir.

[ii] Burada konu edilen batı ve doğu dünyanın batı ve doğusunun yanı sıra sisteme yaklaşım açılarını da ifade ediyor. Örneğin Japonya doğuda yer aldığı halde batıya çok daha yakın bir model içindeyken Küba, batıda yer aldığı halde doğuya çok daha yakın bir model içindedir.  


TÜRKİYE  İÇİN BİR EKONOMİK İSTİKRAR
PROGRAMI ÖNERİSİ

(1991 Yılında Hükümete Sunulan Rapor, bu rapor 1997 yılındaki hükümete de sunulmuştur)

Dr. A. Mahfi Eğilmez

Ankara, 1991
                                                   
Dünya, kitapların öğrettiğinden daha fazlasını öğretir bize” Antoine de Saint - Exupery                                                           
  
ÖNSÖZ            
Türkiye uzunca bir süredir ekonomide istikrar arayışlarını sürdürüyor. Zaman zaman belirli ölçüde sonuç alabildiği bu arayışlardan hiç bir zaman kalıcı bir sonuç alabilmesi mümkün olamadı. Bunun pek çok nedeni var kuşkusuz. Her şeyden önce uygulanan istikrar programı toplumun tüm kesimlerine eşit biçimde fatura edilemiyor. Böyle olunca da uzlaşma sağlanamıyor. Üzerinde uzlaşma sağlanamaması sonucu uygulamalar kısa sayılabilecek süreler içinde gevşetilmeye ve popülist politikalara geri dönülmeye başlanıyor. Ekonomik istikrarın oluşumunun önündeki engeller temizlenemediği, kurumsal bozukluklar giderilemediği için uygulama sonucunda ulaşılan nokta bazan başlangıç noktasından daha da geriye düşüyor.

Bütün bu sayılanlara ek olarak ekonomi politikalarının ve özellikle istikrar politikalarının evrenselliği bizce tartışmalıdır. Gelişmiş ülkelerde, onların koşullarına göre geliştirilmiş bulunan politikaların aynı çerçevede Türkiye ye uygulanması mümkün değildir. Türkiyenin sürekli olarak deneyip te sonuç alamadığı evrensel nitelikli kabul edilen istikrar politikalarının yerine genel teorik çerçeveyi baz alarak kendi koşullarına uygun bir istikrar programını yürürlüğe koyması zorunludur. Bu çalışmamızda biz Türkiye için bir istikrar programının genel çerçevesini çizmeyi deneyeceğiz.

Çalışmanın birinci bölümünde genel olarak istikrar politikasını ele alıyoruz. Bu bölüm Türkiye için çizmeyi deneyeceğimiz istikrar politikası çerçevesi için teorik alt yapıya ve onun sınırlarına ayrılmıştır. İkinci bölümde istikrar politikasının genel sınırlarını ve Türkiyede ne gibi engellerle karşılaşacağını değerlendirmeye ayrılmıştır. Üçüncü bölüm Türkiye için istikrar politikasının önceliği, geçmişte yapılan hatalar ve uygulanması gereken önlemlerin tartışılmasına ayrılmıştır. Dördüncü ve son bölüm kısaca ekonomik istikrarın siyasal istikrara olan bağımlılığının vurgulandığı bir bölümdür. Türkiye örneği, siyasal istikrarın, ekonomik istikrar için bir sine qua non” zorunluluk olduğunu kesinlikle ortaya koymuş olmalı.

Bu çalışmayı ABD de görevli bulunduğumuz sırada yazmaya başladık. Bir kaç kez gözden geçirip yeniden yazdıktan sonra 15 Nisan 1996 günü Hacettepe Üniversitesi İktisat Bölümü öğretim üyelerine sunarak ilk kez bilimsel tartışmaya açtık. Çalışmaya nihai şeklini verirken söz konusu bölüm öğretim üyelerinin katkı ve eleştirilerini dikkate almaya çalıştık. Bununla birlikte evrensellik tartışmasında, düşüncelerine saygı duyduğumuz, öğretim üyelerinin büyük çoğunluğu ile anlaşamadığımızı ifade etmek isteriz. Çalışma, 23 Ocak 1997 günü Finans Kulüpte iş adamları ve profesyonel yöneticilerin tartışmasına sunuldu. Bu tartışma boyunca pek çok katkıdan yararlanma fırsatı bulduk. Katkı ve eleştirileri nedeniyle adı geçenlere teşekkür borçluyuz. Bu katkı ve eleştirilere karşın ortaya çıkabilecek hata ve eksikliklerden yalnızca bizim sorumlu olduğumuzu belirtmekte yarar var.


BİRİNCİ BÖLÜM: GENEL OLARAK EKONOMİK İSTİKRAR POLİTİKASI

1. EKONOMİK İSTİKRAR POLİTİKASINA GİRİŞ

1.1. Ekonomik Dengeyi Sağlamanın Güçlüğü Sorunu
Ekonomi bilimi, bir çok kavramı ve bunlara dayalı analiz aracını fizik bilimlerden ödünç almıştır. Bunlar arasında istikrar konusunu ilgilendirenleri “denge kavramı” ve 'denge analizi'dir. Denge, fizikte, karşıt güçlerin, güçlerinin eşitlendiği nokta olarak tanımlanır. Bunu ekonomi teorisine uyarladığımızda önümüze çıkan ilk örnek arz ve talep dengesidir. İki karşıt güç olan arz ve talep birbirlerine eşitlendiği, ya da ekonomi teorisindeki ifadeyle arz eğrisi ile talep eğrisinin birbirini kestiği noktada piyasa dengesi oluşur. Ekonomi teorisinde piyasa dengesinin yanı sıra, tüketici dengesi, firma dengesi, bütçe dengesi, dış denge, ekonominin genel dengesi gibi pek çok denge analizi yer alır.

Genellikle iki tür dengeden söz edilir. İlki kararlı ya da istikrarlı dengedir. Bu denge durumunda, dengeyi gerçekleştiren karşıt güçlerin birinin ötekine karşı, dengeyi lehine bozacak bir üstünlüğü yoktur. Bu durumda denge, böyle bir bozulma ortaya çıkıncaya kadar sürer, sonra bozulur. Bununla birlikte bir gücün diğerinden daha üstün bir konuma geçerek dengeyi bozması halinde dahi bir süre sonra yeni bir denge oluşur. Oluşan bu yeni denge ya yeniden eski noktada ya da yeni ve istikrarlı bir noktadadır.

İkincisi ise kararsız ya da istikrarsız denge durumudur. Bu durumda karşıt güçlerden birisinin dengeyi kendi lehine bozması halinde yeni denge, eski denge noktasından farklı bir yerde ve muhtemelen yine kararsız olarak oluşur. Bu durumda bu yeni dengenin tekrar bozulma olasılığı yüksektir.

Kararlı ya da kararsız, uzun ya da kısa dönemli denge halleri arzu edilen dengeler olabileceği gibi arzu edilmeyen denge halleri de olabilir. Ekonomide dengesizlik ortaya çıkması sıklıkla ifade edilmesine karşın ekonomi her zaman denge halindedir. Bütün sorun bu dengenin kararlı ve arzu edilen bir denge olup olmadığıdır. Hiç kuşkusuz ekonomi bilimi bir sosyal bilim olduğu için bu noktada fizikten ayrılır. Çünkü fizikte arzular, ya da bir başka deyişle subjektif yaklaşımlar yer almaz. Oysa ekonomi biliminin uygulamaya dönük dalı olan ekonomi politikası subjektif değer yargılarına dayanır.

İşte ekonomik istikrar politikası denildiğinde anlaşılması gereken ekonominin dengelerinin ne şekilde değiştirilmek istendiği konusudur. Bir başka deyişle fizik bilimlerden farklı olarak değer yargılarının etkisi altında objektif bir sonucu bir başka sonuç hedefleyerek değiştirme çabasıdır.

Ekonomide istikrar politikası uygulamanın temel amacı, istikrarsız olan ekonomik dengeyi istikrarlı hale getirmektir. Bunu yaparken de yalnızca istikrarlı değil aynı zamanda arzu edilen bir dengeyi gerçekleştirmek söz konusudur. Ekonomiyi hem arzu edilen hem de istikrarlı bir dengeye oturtmak da yeterli değildir. Bütün bunların yanında istikrarlı dengeyi, giderek daha yüksek tatmin sağlayan dengelere doğru ilerletmek de söz konusudur. Böylece ekonomi politikasının uğraştığı denge fizik dengelerden iki noktada ayrılır; (i)reel denge ile normatif (arzu edilen) dengeyi bir arada yerleştirmeye çalışmak, (ii)böyle bir dengeyi istikrarda tutarken bir yandan da bu istikrarı bozmadan, söz konusu dengeyi daha yüksek toplumsal tatmin sağlayacak yeni ve istikrarlı dengelere doğru yürütmek (ekonomik büyüme).

Buraya kadar yaptığımız açıklamalar ekonomide, arzu edilen istikrarlı bir dengenin  sağlanmasının güçlüğünü ortaya koymuş olmalı. Güçlük, yalnızca bu şekilde ortaya çıkmaz, aynı zamanda böyle bir dengeyi sağlamaya yönelik istikrar politikasının önünde bazı engeller de vardır.

1.2. Ekonomik İstikrar Politikalarının Evrenselliği Sorunu
Ekonomi politikaları ve hatta bunların dayanağı olan ekonomi kanun ve teorilerinin her dönem ve her koşulda aynı ölçülerde geçerli olmadığını düşünüyoruz. Eğer evrenselliğin tanımını her yerde her zaman geçerlilik” olarak verirsek bu yaklaşımımızı doğrulayacak pek çok kanıt ileri sürebiliriz. Örneğin her arzın kendi talebini yarattığı” şeklindeki Say Kanunu. Klasik iktisatın temel postülalarından biri olan Say Kanunu, uzun yıllar teorinin bel kemiğini oluşturmuş Keynesien iktisatın söz konusu kanunu her talep kendi arzını yaratır  biçiminde ters yüz etmesinden sonra egemenliğini yitirdiği düşünülerek ekonomi teorisinin biraz da aşağıladığı bir konuma dönüşmüştür. 1980 li yıllarda bu kez Arz yönlü iktisat yaklaşımı tarafından yeniden eski biçimiyle eski ününe kavuşturulan Say Kanunu üzerine pek çok makale yazılmış ve kanunun geçerliliği yeniden savunulmaya başlanmıştır. Bu örnekten açıkça anlaşılıyor ki ekonomi biliminin hareket noktası olan arz ve talep olayında hangisinin diğerine öncülük ettiği dahi tam olarak açıklanamamaktadır. Kanımızca hangisinin diğerine öncülük ettiği zamana, koşullara ve yere göre değişir. O nedenle ille bir formülasyon gerekiyorsa bunu şöyle ortaya koymak mümkündür: Bazen arz talebi, çoğu zaman da talep arzı yaratır.” Bir başka örnek zaman ve koşulların değişmesinin ekonomik kanunlarda yarattığı değişiklikle ilgili olarak verilebilir. Gresham Kanununa göre kötü para iyi parayı piyasadan kovar. Gerçekten de yalnızca madeni paranın geçerli olduğu bir dünyada aynı nominal değeri taşıyan maden içeriği azalmış olan para dolanımda kalıyor, maden içeriği yüksek olanı ise dolanımdan çekilip eritilerek maden olarak satılıyor ve daha çok aynı nominal değerli ve fakat daha az maden içerikli paraya satılabiliyordu. Kağıt paranın madeni paranın yerini aldığı, dışa açık yüksek oranlı enflasyona sahip günümüz gelişme yolundaki ekonomilerde ise durum tersine dönmüştür.  Değerini koruyabilen dolar, mark, yen gibi dövizler sürekli olarak yerli paraya tercih edilmekte, ortaya bir tür dövize endekslenme olgusu çıkmaktadır. Böylece kanun tersine dönmekte ve iyi para kötü parayı piyasadan kovmaya  başlamaktadır. Bu iki örnek ekonomik kanunların evrenselliğinin en azından tartışma götürür olduğunu ortaya koymuş olmalı. Evrensellik, toplumsal koşullar dikkate alındığında da tartışmalıdır. Bu düşüncemizi aşağıda rasyonel bekleyişler teorisini ele alırken bir ölçüde tartışmaya çalışacağız.

Türkiye için bir ekonomik istikrar politikasının genel çerçevesini ortaya koymaya yönelik bu çalışmaya bir evrensellik tartışmasıyla başlamaktan amacımız Türkiyeye özgü bir istikrar politikasının niçin gerekli olduğunun altını çizmekten ibarettir. Fiyat artışlarını, işsizliği, ekonomik durgunluğu yaşamadan bunları kanun, teori ve hipotezler çerçevesinde açıklamak ve bu çeşit istikrarsızlıkları giderebilmek için çeşitli ekonomi politikaları ve özel olarak da istikrar politikaları geliştirmek mümkün değildir. Bu teori ve politikalar genellikle gelişmiş ülkelerde ve o ülkelerin deneyimleri çerçevesinde yaratılmıştır. Oysa gelişme yolundaki ülkelerin karşı karşıya bulundukları enflasyon ya da durgunluk, gelişmiş ülkelerin koşullarından farklı nitelikler taşıyabilmektedir. Bu nedenle bütün ülkelerde aynı şekilde uygulanabilecek istikrar politikaları mevcut değildir. Bu çerçevede kanımızca her ülkenin kendi toplumunda yaşadığı ekonomik istikrarsızlıkları, genel teorik çerçeveden yararlanmak suretiyle kendi deneyimleri paralelinde politikaya çevirmesi en uygun çıkış yolu olarak görünmektedir.

Bu düşünceden hareketle Türkiye için bir ekonomik istikrar modelinin genel çerçevesini burada çizmeyi deneyeceğiz. Ancak bunu yapmadan önce ilk aşamada makroekonomik hedefler ve bu hedeflere ulaşmak için kullanılabilecek araçların neler olduğunu, söz konusu hedefler arasındaki çelişkileri ve ekonomik istikrar programının önündeki engelleri ortaya koyarak genel teorik bir giriş yapacak, ikinci aşamada Türkiyede istikrar politikası uygulamasının başarılı olabilmesi için kurumsal düzenlemelerin gereği ve istikrar programının önündeki Türkiyeye özgü yapısal engelleri tartışmayı deneyeceğiz. Bu açıklamaların ardından Türkiyenin içinde bulunduğu ekonomik istikrarsızlığın nedenini teşhis edip bu istikrarsızlığın tedavisi için uygulanması gerekli politikaları, ekonomi biliminin çizdiği genel teorik çerçeveden hareketle, Türkiye deneyiminin ışığı altında önermeye çalışacağız.

1.3. Kurallar mı Seçimlik Politikalar mı ?
Ekonomi teorisinin çokça tartışılan konularından birini kurallar mı seçimlik politikalar mı ? (rules vs discretion) konusu oluşturur. Genellikle klasik iktisat okulu ve onun yandaşı olan diğer okulların iddiasına göre eğer bir ülkede kurallar çerçevesinde düzenlenmiş bir serbest piyasa ekonomisi geçerliyse müdahaleye gerek kalmaksızın sorunlar piyasada çözülebilir. Müdahale yalnızca kuralların bozulması yönünde eğilimlerin ortaya çıktığı hallerde konu  olabilir. Keynesien iktisatçılara göre ise ekonomiye müdahale şarttır. Müdahale edilmeksizin ekonominin bozulan dengelerinin kendiliğinden onarılması mümkün değildir.
            
Biz ilk görüşe katılıyoruz. İyi konulmuş kurallar çerçevesinde piyasalar kendisini dengeler. Ancak Türkiyede kurallar iyi konulmamıştır. Serbest piyasa ekonomisi adı altında yürütülen uygulamalar kuralsız, müdahaleci ve taraflıdır. O nedenle Türkiyede çözümün bu haliyle piyasaya bırakılması mümkün değildir. Öncelikle ekonomiye bütün yönleriyle müdahale edilip, kurallar konulduktan sonra işin piyasaya bırakılması halinde konunun çözüme kavuşacağını düşünüyoruz. Kuralları koyup siyasal müdahaleyi asgariye indirmeden serbest piyasa ekonomisi uygulamaya kalkışmak bugün Türkiyede yaşadığımız anarşi ortamının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. O nedenle bizim savunduğumuz şey önce seçimlik politikalar uygulanarak ekonominin düzenlenmesi sonra kuralları konmuş serbest piyasadır.

2. EKONOMİK İSTİKRAR POLİTİKASI UYGULAMASININ ÖNÜNDEKİ ENGELLER

2.1. Makroekonomik Amaçlar, Araçlar ve Çelişkiler
Uygulanacak ekonomik istikrar politikasının seçimi sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Bunun temel nedeni mekroekonomik amaçlar arasında çelişkiler bulunmasıdır. Çoğu makroekonomik konuda karşımıza ekonominin temel sorunu olan kıtlık sorunu çıkar. Kıtlık sorununun ortaya çıktığı her konuda olduğu gibi makroekonomik hedeflerde de tercih yapmak, bir başka deyişle bir hedefi  seçerken diğerini feda etmek kaçınılmaz hale gelir.[1]  Bu nedenle iktisatçının görevi, siyasetçiye ulaşılabilecek hedefleri, bunlara ulaşmak için gerekli politika araçlarını ve bu araçların uygulanması sırasında veya sonucunda diğer hedeflerden nasıl sapmalar olacağını açıklamaktan ibarettir. Bundan sonrası, bir başka deyişle tercihin ortaya konması siyasal bir sorundur.

Aşağıdaki şemada makroekonomik amaçlar ve bunlara ulaşmak için kullanılabilecek makroekonomik politika araçlarına yer verilmektedir.

Şema 1. Makroekonomik Amaçlar ve Makroekonomik Politika Araçları


MAKROEKONOMİK AMAÇLAR
MAKROEKONOMİK ARAÇLAR
1.Üretimin Arttırılması
Yüksek ve sürekli bir GSMH büyümesi
1.Maliye Politikası Araçları 
Kamu giderleri ve vergi araçları
2.İşsizliğin Azaltılması
Yüksek ve sürekli bir istihdam
2.Para Politikası Araçları
Para arzı ve faiz oranının denetimi
3.Enflasyonun Giderilmesi
 Fiyatlar genel düzeyinin istikrarının sağlanması
3.Gelirler Politikası Araçları
Heterodox şok önlemler
4.Ödemeler Dengesinin İstikrarı
Dışticaret ve cari işlemler dengelerinin ve döviz kuru istikrarının sağlanması
4.Uluslararası Ekonomi Politikası AraçlarıTarifeler, kotalar v.b. ile dışticaretin caydırılması veya özendirilmesi, döviz kuru yönetimi


Kaynak: Paul A.Samuelson and William D. Nordhaus (1992) s.397 deki tablodan
yararlanılarak hazırlanmıştır. (Tablonun her iki tarafındaki numaralar hedef ve araçların birbirleriyle olan ilişkisinin paralelliğini göstermek amacını gütmemektedir)

Yukarıdaki şemada özetlenen makroekonomik amaçların birbirleriyle olan çelişkilerini genel olarak ortaya koyabilmek amacıyla aşağıdaki şemayı sunuyoruz.

Şema 2: Makroekonomik Amaçlar Arası Çelişkiler

AMAÇ
OLASI SONUÇLAR
Yüksek GSMH büyümesi
Enflasyonda yükselme, istihdam artışı
Enflasyonun düşürülmesi
GSMH gerilemesi, yüksek oranlı işsizlik
İşsizliğin azaltılması
GSMH büyümesi, enflasyonda yükselme
Dışticaret açığının düşürülmesi
İçtüketim ve yatırımda ve dolayısıyla GSMHda düşme

Şema 2 de yer alan olası sonuçların her zaman aynı şekilde ortaya çıkmayacağı açıktır. Bununla birlikte Türkiye uygulaması bu şemada yer  verilen olası sonuçlara büyük ölçüde uygundur. Görülen odur ki makroekonomik amaçlar arasında çok önemli çelişkiler bulunmaktadır.[2]  Bu nedenle bu hedeflerin hepsini aynı anda gerçekleştirmek mümkün değildir. Mümkün olan, ekonominin birincil öncelikli sorununu belirleyip bunu önlemeye yönelik istikrar önlemlerini alabilmektir. Aslında bu da yeterli değildir. Çünkü birincil öncelik olarak belirlenen sorunun çözümü için alınacak önlemler başka sorunları beraberinde getirecektir. Örneğin yüksek enflasyonla mücadele önlemleri bir süre sonra ekonominin durgunluk ya da stagflasyon içine girmesine yol açabilir. Bu nedenle uygulanacak istikrar politikası bir sorunu çözerken başka bir sorun yaratmamaya göre şekillendirilmek zorundadır.

Makroekonomik amaçlar arasındaki bu çelişkiler genellikle kısa dönemde çok daha açık bir şekilde ortaya çıkar. Zaman geçtikçe, bir başka deyişle kısa dönemden uzun döneme geçilmeye başlandıkça çelişkiler yumuşamaya başlar. Bunun en tipik örneği enflasyon ile işsizlik arasında ters yönlü bir ilişki olduğunu ortaya koyan A.W.Phillipsin İngiliz ekonomisi üzerine yaptığı bir araştırma sonucunda ortaya koyduğu düşünceler çerçevesinde geliştirilen Phillips Eğrisi analizinde görülebilir. Uzun yıllar enflasyon arttıkça işsizliğin azalacağı ya da işsizlik arttıkça enflasyonun düşeceği şeklindeki Phillips Eğrisi analizi ekonomik istikrar politikalarının önündeki en önemli engeli oluşturmuştur. Daha sonra yapılan araştırma ve katkılar söz konusu ilişkinin uzun dönemde bu kadar tersine bir görünüm içinde olmadığını ortaya koyunca enflasyonla mücadelede daha kararlı önlemler alınmasına yol açmıştır.

Son yıllarda ekonomi biliminde kısa dönem - uzun dönem farklılıklarının daha belirgin bir teorik yapıya ulaşması ve özellikle doğal işsizlik oranı teorisinin getirdiği katkılar sonucunda, bekleyişlerin ekonomik karar ve uygulamaların sonuçlarını sanıldığından daha fazla etkilediği görüşünün de yaygınlık kazanmasıyla Phillips Eğrisi analizi yeniden ele alınarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Bu yeni yaklaşım kısa dönemde ortaya çıkan enflasyon ile işsizlik arasındaki çelişkili ilişkinin (trade off) uzun dönemde ortaya çıkmayacağını, doğal işsizlik oranı teorisi çerçevesinde uzun dönemde bu ilişkinin yalnızca enflasyonda artışa yol açacağı ve işsizliği doğal işsizlik oranının altına çekemeyeceğini göstermektedir. O halde bunun tersi olan talep daraltıcı politikaların sonucunda enflasyonda ortaya çıkacak gerilemelerin kısa dönemde neden olacağı geçici istihdam azalmalarının uzun dönemde yine doğal işsizlik oranı etrafında dengeye kavuşacağını söylemek mümkündür.

Bütün sorun burada konu edilen uzun dönemin ne kadar uzun bir dönem olduğu konusunda düğümlenmektedir. Siyasal iktidar kısa dönemde kendisi açısından negatif puan getirecek olan bir uygulamanın olumlu sonuçlarını alabilecek kadar iktidarda kalacakmıdır?  Uzun dönemin süresini tam olarak vermek mümkün olmamakla birlikte iktisatçıların kabulünün en az 5 - 10 yıl arasında bir süre olduğunu vurgulayabiliriz. Uzun dönem böyle ortaya konunca bu sürenin demokrasiyle yönetilen ülkelerde siyasal iktidar süresiyle bağdaşmadığı anlaşılmaktadır. O nedenledirki Phillips Eğrisi analizi enflasyonla işsizlik arasındaki çelişkiden çok, siyasal iktidarın kendi oy oranı ile ülkenin çıkarları arasındaki çelişkinin açıklanmasına yarayan bir alet halini almaktadır.

2.2. Siyasal Yaklaşımlar ve Bürokrasiden Kaynaklanan Davranışsal Sorunlar
Siyasal iktidarlar çoğu kez bir ekonomik istikrar programı ile çözümlenebilecek gibi görünen ekonomik sorunları çözmek konusunda önlem almak yerine, tersine, sorunu daha da ağırlaştırabilecek olan subvansiyon arttırımları, enflasyonun üzerinde ücret artışları, kamu teşebbüslerinin fiyat artışlarının ertelenmesi gibi istikrarı daha da bozacak önlemleri niçin tercih ederler?

Bu sorunun cevabını kurucuları arasında James Buchanan gibi Nobel ödülü sahibi bir iktisatçının da bulunduğu Kamu Tercihi Okulu (Public Choice School) değişik bir şekilde vermektedir. Bu okulun temsilcilerine göre, iş dünyasına uygulanan kurallar, siyasal partiler ve siyasetçiler için de geçerlidir. Nasıl şirketler karlarını azamileştirmek için çaba harcarlarsa, siyasetçiler de oylarını azamileştirme çabasını en öne alırlar. Toplumun pek çok kesimi siyasal partilere, siyasal iktidara ve siyasetçilere kendi yararlarını yükseltebilmek için baskı yapar. Eğer bir toplumda subvansiyonların arttırılması, enflasyonun üzerinde üiret arttırımları vb. siyasal iktidara oylarını arttırma imkanı verecekse, iktidarın o yönde davranması en akılcı yoldur.[3]  Aynı şey muhalefet partilerinin iktidara yönelttikleri eleştiriler için de geçerlidir.

Her bir milletvekilinin kendi seçim bölgesinden alabileceği oy sayısını azamileştirme çabasının da dayanağı söz konusu bölgenin çıkarlarına göre (bazan ülkenin genel çıkarlarıyla çelişse bile) davranmaktan geçmektedir. Böylece her bir milletvekili kendi partisine o çıkarlar yönünde baskı yapmak görevini üstlenmiş olur.

Dolayısıyla siyasal partiler ve siyasetçilerin bir ekonomik istikrar programını yürürlüğe koymaları zor bir iştir.

Kamu tercihi okulunun bürokrasiye yaklaşımı da ilginçtir. Bürokrasi kar veya oy azamileştirilmesi konusuyla pek fazla ilgili değildir. Buna karşılık temel amacı maaşlarını, emeklilik ücretlerini ve belki de daha önemlisi yetkilerini azamileştirmektir. Bunun da yolu kuşkusuz kamu giderlerinin arttırılması ya da daha doğru bir ifadeyle bütçenin büyütülmesinden geçmektedir. Dolayısıyla bürokrasi de ekonomik istikrar politikası uygulamaları için önemli bir engel oluşturabilir [4].

Kamu tercihi okulunun yaklaşımları özellikle Türkiye gibi ekonomik istikrar önlemlerinin oy kaybına neden olacağı görüşünün siyaset ortamında yaygın olduğu ve kamu kesiminin kapladığı geniş yer dolayısıyla bürokrasinin de büyük olduğu ülkelerde daha da önemlidir. Gerçekten de bir bölgenin suyunun dağıtımı veya çöpünün toplanması karşılığında oluşturulaiak tarifeler, örneğin ABD de tümüyle özel şirketler kanalıyla yapıldığı için herhangibir siyasal yaklaşımla değil ekonomik olarak belirlenir. Oysa Türkiyede bu işleri yapan işletmeler belediyelere bağlı olduğundan, tarife belirlemelerini bağlı bulundukları belediyelerin siyasal kaygılarına göre yaparlar. Bu nedenle söz konusu işletmeler zarar etmek gerçeğiyle karşılaşırlar. Bunun sonucunda bu kez belediyeler siyasal iktidara baskı yaparak Devlet bütçesinden yardım talep ederler. Bu açıdan özelleştirmenin belki de en önemli yararlarından biri ekonomik bir işin fiyatının siyasal yaklaşımla değil ekonomik olarak belirlenebilmesine imkan sağlamasıdır.

2.3. Siyasal Amaçlarla Ekonomik Amaçlar Arasındaki Çelişki
Siyasal partilerin amacı öncelikle iktidar olmak ve ikinci aşama olarak ta iktidarda kalabilmektir. Bunun dışındaki amaçlar ikinci planda kalır. Temel amaç iktidar olmak ve iktidarı korumak olarak ortaya konunca oy kazandırıcı politikalar ön plana gelir. Böyle bir eğilim ortamında bir ekonomik istikrar politikasını orta - uzun dönemde sürdürmek güçleşir. Ekonomileri istikrar önlemlerinin alınıp sürüdürülmesine ihtiyaç gösteren ülkelerde temel sorun siyasal yaklaşımları ekonomik yaklaşımlarla bağdaştırmak sorunu şeklinde ortaya çıkar.

Bunu bir şekil yardımıyla açıklamaya çalışalım.
Şekilde siyasal amaçlarla ekonomik amaçlar arasındaki çelişkiyi ortaya koyabilmek için, siyasal iktidarın oy oranı dikey ve ekonomik istikrar yatay eksende gösterilmiştir.[5]  

Buna göre % 50 oranında bir oy ile işbaşına gelmiş bulunan siyasal parti ya da partilerin, oy oranları ekonomik istikrar önlemlerini almaya başladıkça gerileme içine girmektedir.  Örneğin ekonomik istikrar önlemlerini a dan b ye genişleten iktidarın oy oranı % 50 den % 40 a düşmektedir. Söz konusu istikrar önlemlerinin uygulanmasında ısrar eden iktidarın, istikrarı b den c ye ilerletmesi halinde oy kaybının durduğu ve istikrarı c den d ye kadar ilerletmesi halinde ise oy oranının yeniden artış eğilimine girdiğine dikkat edilmelidir. Bunun temel nedeni ekonomik istikrar önlemlerinin sonuçlarının alınmaya başlamasıyla birlikte önce enflasyon oranında, daha sonra işsizlik oranında düşmelerin ortaya çıkması ve toplumun ilk anda kaybettiklerini zaman içinde fazlasıyla geri almaya başlamış olmasıdır. Burada önemli olan husus istikrar önlemlerinin doğru ve kararlı biçimde uygulanmasıdır. Yanlış uygulamalar ekonomiyi yeniden istikrarsızlık içine iterse o takdirde C den D ye değil istikrardan sapma anlamına gelen D ye geçmek söz konusu olabilir ve bu durumda siyasal iktidarın oy oranı ilk anda gerilemez, hatta tam tersine eski düzeyine yükselir. Bu gelişmenin temel nedeni popülist politikaların, istikrardan bunalmış olan toplum kesimlerine ilk anda sevimli gelmesidir. Bununla birlikte ilk andaki sevimlilik zaman içinde kaybolacağından siyasal iktidar yeniden oy kaybetmaya başlar. Eğer populist politikalara dönüş anlamına gelen D noktasına geçiş ile seçim arasındaki süre uzarsa yeni bazı popülist politikaları uygulamaya koymak zorunludur. Böylece populizm batağına giren siyasal iktidar taviz vere vere hem ekonomik istikrarda elde edilen kazanımları hızla kaybettirir hem de oy kaybı süreci içine girer. Üstelik bu oy kaybı istikrar uygulamalarına başlanan noktadan da daha fazla olabilir (E noktası). Burada bütün sorun A D patikasında ilerlemeyi planlayan siyasal iktidarın, uygulamaya koyacağı ekonomik istikrar önlemlerinin kısa dönemde yaratacağı oy kaybını, orta - uzun dönemli olumlu sonuçlarla giderecek kadar iktidar süresine sahip olup olmadığıdır. Eğer böyle bir zamana sahipse ve bu patikada ilerlemeyi başarabilirse o zaman D noktasına ulaşır ve oy oranını arttırabilir.

2.4. Gecikmelerin Yaratacağı Sorunlar
Ekonomik istikrar politikalarının uygulanmasında bir başka önemli engel, gecikme ya da zaman kayıplarıdır. Bunlar üç aşamada ortaya çıkar; sorunun teşhisi, tedavinin belirlenmesi ve karar alınması, uygulama gecikmeleri.
(i) Sorunun teşhisinde ortaya çıkan gecikmeler
Makroekonomik koşulların değişmeye başladığı ve dolayısıyla belirli bozulmaların ya da sapmaların ortaya çıktığının politikacılar tarafından anlaşılması belirli bir zamana gereksinim gösterir. Politikacıların sorunu kabul etmeleri, genellikle, teknisyenlerin teşhisinden daha uzun bir zaman gerektirir.

Örneğin toplam talepte bir artış ya da azalma birdenbire büyük miktarlarda ortaya çıkmaz. Bu gelişme yavaş yavaş kendini gösterir. Dolayısıyla toplam talepte başlayan canlanmanın enflasyonist baskılar yaratacağının anlaşılması ve buna karşılık derhal bir önlem alınması çoğu kez mümkün olmaz. Sorun politikacılar tarafından teşhis edildiğinde genellikle belirli bir boyuta ulaşmış olur. Bu durumda alınacak önlemler, sorunun ilk ortaya çıktığı boyutun gereklerine göre daha fazla ciddileşmiş hale gelir. Teşhis ve kabuldeki gecikmenin yarattığı sorun büyümesi, uygulamaya konulması zaten belirli sıkıntılara dayanan istikrar programı için ek bir engel oluşturur.

(ii) Sorunun çözümü için karar oluşturmada gecikmeler
Sorun bir kez teşhis edildikten sonra hangi makroekonomik politikanın uygulamaya konulması yoluyla çözüme gidileceğinin kararlaştırılması ve eğer gerekiyorsa bu kararın uygulamaya konulabilmesi için yasama organından yetki alınması gecikmeyi arttıran unsurlar olarak karşımıza çıkar.

Örneğin toplam talepte ortaya çıkan artışın yarattığı enflasyonist baskıları; toplam talebi, kamu giderlerini kısmak veya vergileri arttırmak ya da her iki alt politikayı, bir miktar vergi arttırıp bir miktar kamu gideri kısıntısı yaparak, karma olarak uygulamak yoluyla düşürmeyi planlayan bir siyasal iktidarın gereken kanunları hazırlayıp parlamentoya göndermesi ve kanunlaşmasını sağlaması için zaman harcaması gereklidir.

Bunu da teşhisten sonra, tedavi için hangi ilaçların hangi dozlarda kullanılacağının belirlenmesi aşaması olarak düşünmek gerektir.
(iii) Uygulamada gecikmeler
Ekonomik sorunun tedavisi için uygulamaya konulan yeni politikaların ekonomi üzerinde gerekli etkiyi göstermesi de önceki aşamalarda olduğu gibi belirli gecikmelerle ortaya çıkar. Örneğin kamu giderlerinin kısılmasına karar verilmiş olması halinde dahi hukuki nedenlerle uygulamada olan sözleşmelerin iptal edilmesi mümkün olmaz. Bu durumda geçmişte bağlanmış sözleşmelerin etkisi sürerken yeni sözleşmelere girmeyerek kamu giderlerinin kısılması gerekir. Bunun etkisi ise mevcut sözleşmelerin iptali gibi derhal sonuç vermekten çok ileriye yönelik olarak sonuç vermek şeklinde ve dolayısıyla gecikmeli olarak ortaya çıkar. Enflasyonist sorunun vergi arttırımıyla çözümlenmesinin tercih edilmesi halinde ise yürürlüğe konulacak vergi kanunlarının etkileri, geriye dönük uygulanamayacağına göre ancak ileriki dönemleri etkileyecek sonuçlar yaratır. Bu gecikmeyi kısaltmanın tek yolu satış vergisi, katma değer vergisi gibi dolaylı vergilerle bir düzenlemeye girmek olabilir. Çünkü bu vergilerde yapılan değişikliklerin etkisi tüketim üzerinde kısa zamanda ortaya çıkar.

Gecikmelerle ilgili olarak belirtilen çerçeveyi daha iyi gösterebilmek için analizi bir şekil üzerine taşımayı deneyelim.[6]

Şekilde dikey eksende enflasyon oranı (TEFE ya da TFE cinsinden), yatay eksende ise gecikmeleri gösterebilmek üzere zaman yer almaktadır. OT1 zaman aralığında herhangi bir sorun bulunmamakta, enflasyon toplumun kabul edebileceği bir düzeyde seyretmektedir (E1E1 doğrusuyla gösterilmektedir.) T1 noktasından itibaren toplam talepte bir canlanma olduğunu ve bunun fiyat artışlarına yol açtığını varsayalım. T1 noktasından itibaren enflasyonda ortaya çıkan bu artış E1 doğrusundan A doğrusuna geçişle gösterilmektedir. Hükümetin enflasyondaki bu artışı ve nedenini teşhis etmekle kaybettiği zamanı T1T2 zaman dilimi olarak kabul ediyoruz. Bu zaman dilimi içinde herhangi bir önlem alınmadığı için enflasyon A çizgisinde yükselmesini sürdürmektedir. Hükümetin T2 noktasında enflasyonun nedeninin toplam talep artışından kaynaklandığını teşhis ettiğini ve para politikası önlemlerini yürürlüğe soktuğunu düşünelim. T2 noktasından itibaren enflasyon alınan para politikası önlemleri sayesinde hız kesmeye başlayacak ve A doğrusundan B doğrusuna geçecektir. Merkez Bankasının uygulayacağı para politikası önlemleri parlamentonun onayına ihtiyaç göstermediği için derhal uygulamaya konabilmekte ve sonuç vermeye başlamaktadır. Siyasal iktidar bu arada maliye politikası önlemlerini hazırlamış olsa bile bunların uygulama konulması, parlamento onayını gerektirdiği için, ek bir zamana ihtiyaç gösterir. T3 noktasında parlamento onayını tamamlayan siyasal iktidarın maliye politikası önlemlerini de yürürlüğe soktuğunu varsayalım. Bu geçiş C doğrusuyla temsil edilmektedir. Maliye politikası araçları para politikası araçlarına göre daha uzun bir zaman diliminde sonuç veren araçlardır. Buna karşın psikolojik etkileri yüksektir. Enflasyonun eski düzeyine düşürülmesi zaman alacak olmakla birlikte T3T4 zaman aralığında enflasyon denetim altına alınmış ve artış durdurulmuş olacaktır (D eğrisi). Önlemlerin tüm sonuçlarının alınmaya başlamasıyla birlikte enflasyon oranının eski düzeyine (E eğrisi) düşmesi için geçecek zaman dilimi de T4 T5 arasındaki temsili süre ile gösterilmektedir. Bu aralıkta düşmeye başlayan enflasyon oranı D doğrusu üzerindedir. T5 noktasından itibaren alınan tüm önlemler etkisini ortaya koymuş ve enflasyon yeniden normal seyrine dönmüştür (E1E1 doğrusu).

ABD de 1994 yılı boyunca ekonominin canlandığını ve bunun enflasyonist baskı yaratacağını önceden gören FED (ABD Merkez Bankası) para politikası önlemlerini alarak sorunun önüne geçebilmiştir. Eğer para politikası araçları yerine aynı amaca yönelik maliye politikası araçları yürürlüğe konulmaya çalışılsaydı, ABD Kongresinden kanun geçirmenin zorluğu ve zaman alıcılığı uygulamada gecikmeye ve dolayısıyla çözümün uzamasına yol açabilecekti. Gerçekten de ABD yasama meclisi üyelerinin bir bölümü FEDin uyguladığı politikalara karşı çıkmaktadırlar. 1995 yılında bu kez ABD Kongresi bütçe açığının kapatılması için kanun çıkarma girişimine geçmiştir. Böylece enflasyonda ortaya çıkabilecek artışları politikacılar maliye politikası araçlarıyla ve fakat FEDin önlem almaya başlamasından yaklaşık bir yıl sonra çözümleme amacına yönelmişlerdir. Bu, ekonomik sorunu teknik kişilerin politikacılardan daha önce ve açık şekilde görüp çözüm aramaları ile politikacıların konuyu kabul etmeleri arasındaki gecikmenin tipik bir örneğidir.

İşte bu nedenledir ki mali altyapısını kurmuş, vergi, kamu gideri gibi alanlarda disiplin sağlamış olan ülkelerde gecikmeleri en aza indiren ve uygulama kolaylığı olan para politikası, maliye politikasına tercih edilir hale gelmiştir. Ancak Türkiye gibi mali altyapısını henüz kuramamış mali disiplini sağlayamamış ülkelerde para politikası tek başına yeterli olamamaktadır.

2.5. Kişi ve Kurumların Yaklaşımlarından Kaynaklanabilecek Davranışsal Sorunlar
Ekonomi teorisinde, uygulanacak ekonomik istikrar politikasına ilişkin olarak kişi ve kurumların bekleyişleriyle ilgili olarak iki tür yaklaşım vardır. İlki uyarlanmış bekleyişler (adaptive expectations) diye anılan ve kişi ve kurumların, uygulanacak ekonomi politikalarına ilişkin bekleyişlerinin geçmişte uygulanmış politikalara göre şekilleneceğini ileri süren bir yaklaşımdır. Buna göre kişiler ve kurumlar, siyasal iktidarın uygulamaya koyacağı yeni ekonomi politikası önlemlerini, geçmiş uygulamaları göz önünde tutarak tahmin ederler ve ona göre bir davranış içine girerler. Bu yaklaşım çerçevesinde beklenen enflasyon, geçmiş enflasyon oranlarının bir ortalamasından ibarettir. Böyle bir ortalamaya ulaşılırken çoğu kez yapılan, çok yakın geçmişteki fiyat düzeyi değişikliklerine daha fazla ağırlık vermek yönündedir. Eğer ekonomi bir durgunluk içine girmiş ve geçmişte yaşanmış benzeri durumlarda hükümetler yatırımları arttırmak suretiyle durgunluğu aşmayı denemişlerse, bu yeni dönemde de aynı önlemlerin alınacağı beklenir ve kişi ve kurumlar davranışlarını bu beklenti çerçevesinde oluştururlar. Geçmiş deneyimlere dayanan bu yaklaşım, içinde bulunulan andaki olayların analize katılmaması gibi bir eksiklik taşır. Oysa geçmişte durgunluk içine girildiğinde hükümet yatırımları arttıracak parasal politikalar uyguladığı halde bu kez vergilerle ilgili bir maliye politikası uygulamaya girişebilir. Bu durumda geçmiş uygulamalar üzerine inşa edilmiş bulunan uyarlanmış bekleyişler pek fazla yol gösterici bir işlev göremez.

İkinci yaklaşım olan rasyonel bekleyişler teorisi (rational expectations), uyarlanmış bekleyişler yaklaşımının geçmiş veri ve kararlara dayanması ve açıklanacak kararları hesaba katmaması nedeniyle gerçeği yansıtmamasından dolayı geliştirilmiştir. Aralarında Robert Lucas[7] , Thomas Sargent ve Robert Barro gibi iktisatçıların bulunduğu yeni klasikler adıyla anılan bir grup iktisatçı tarafından geliştirilen bu teoriye göre, ekonomideki veri ve bilgilerin yaygın ve bilinir olmasının yanı sıra alınacak önlemleri uygulamaya geçirmenin zaman alıcı bir iş olması kişi ve kurumların geçmiş deneyimlere göre bekleyiş içine girmelerine gerek olmaksızın alınan önlemlere göre karar vermelerini mümkün kılar. Örneğin ekonomideki durgunluğu aşmak için hükümetçe uygulamaya konulacak önlemlerin açıklanması ile bunların yaşama geçirilmesi arasında meydana gelecek yeteri kadar zaman farkı, kişi ve kurumların önlerinde bekleyişlerini rasyonel olarak oluşturup güncelleştirebilecek imkanı yaratır. Dolayısıyla geçmiş deneyimlere dayanarak karar alıp sonradan bir sürprizle karşılaşılması olasılığı yoktur. O nedenle, bu teorinin savunucularına göre, yürürlüğe konulacak ekonomi politikaları umulan etkiyi gösteremez.[8] Hükümetlerin ekonomiye müdahaleleri hayal alemine hitap etmekten başka bir işe yaramaz.[9]

Rasyonel bekleyişler teorisini bir örnek üzerinden daha açık bir şekilde ortaya koymaya çalışalım. Ekonominin yüksek bir işsizlik oranına neden olan derin bir durgunluk içine girdiğini varsayalım. Bu durumda iktisatçılar genişlemeci bir ekonomi politikasının yürürlüğe konulmasını önerirler. Çoğu iktisatçıya göre genişlemeci bir ekonomi politikası, toplam talepte yükselmeye ve bu da daha fazla üretim ve istihdama yol açar ve ekonomi durgunluktan çıkmaya yönelir. Yeni klasik iktisatçılar, rasyonel bekleyişler teorisi çerçevesinde, aynı görüşte değillerdir. Onlara göre, kişiler, hükümetin talebi arttırma yönünde önlemler alarak durgunluğu tedavi edeceğini öğrenmişlerdir. Bu nedenle kişiler ve kurumlar, durgunluk dönemlerinde ne fiyatlarını düşürürler ne de üretimlerini arttırırlar. Hükümetin uygulayacağı talep genişletici politikaları beklerler. Bunun sonucunda üretimde bir artış olacak yerde fiyatlar biraz daha yükselir. Yalnızca bekleyişlerin dışındaki sürpriz kararlar üretim düzeyini etkileyebilir.[10]  Bu çerçevede Devletin alacağı kararlar ekonomiyi daha da kötü bir duruma sokabilir. Bu nedenle seçimlik makro ekonomi politikalarının uygulanmasında çok dikkatli olunması gerektir.[11]

Rasyonel bekleyişler teorisinin makroekonomik teori ve uygulanacak istikrar politikaları açısından en önemli etkileri üç noktada toplanabilir; (i)ekonometrik analiz ve modeller, geçmiş verilere dayalı olarak geleceğin tahminine yönelik olarak kullanıldıkları için, bir başka deyişle uygulamaya konulmuş bulunan yeni politikaları kapsamadıkları için çok fazla yararlı değillerdir, en azından sınırlı yarar sağlayabilirler, (ii) enflasyon ile işsizlik arasında sanıldığı gibi bir tersine ilişki söz konusu değildir. Merkez Bankasının para arzını arttırarak ekonomiyi canlanma içine sokmayı planladığını düşünelim. Bu durumda işçiler ve şirketler enflasyon oranının yükseleceğini bekleyecekleri için ücretlerini ve fiyatlarını arttırmaya yönelecekler, enflasyonda artış olacağı halde işsizlik oranında bir değişme olmayacaktır, (iii) para ve maliye politikalarının ekonomiyi istikrara kavuşturma yönünde herhangi bir etkisi yoktur. Hükümetin ekonomiyi canlandırmak için Devlet satın almalarını arttırdığını varsayalım. Kişiler ve şirketler böyle bir artışı görür görmez ücret ve fiyatlarını arttırmaya yönelecekler ve dolayısıyla yapılan bu politika değişikliği fiyat artışlarına neden olurken, üretim ve istihdam eski düzeyinde kalmaya devam edecektir.[12] Rasyonel bekleyişler teorisinden hareketle yeni klasik iktisatçıların önerisi fiyat dalgalanmalarının etkisini ve sürekliliğini minimize etmek için talep artışını istikrarlı bir düzeyde tutacak bir parasal büyümeyi hedeflemektir [13].

Bu yaklaşımın Keynesienler ve Monetaristler için ne kadar büyük bir şok olduğunu belirtmeye bile gerek yok.[14]  Çünkü eğer teori doğru ise ekonomiye hiçbir şekilde, para politikası veya  maliye politikası araçlarıyla müdahale etmemek gerekmektedir. Dolayısıyla yeni klasiklere göre en iyi politika, politikasızlıktır[15]

Rasyonel bekleyişler teorisinin daha açık bir şekilde ifade edilebilmesini sağlamak üzere, ekonomik durgunluğu aşmak amacıyla siyasal iktidarın talebi arttırmak için genişletici bir para ya da maliye politikasını yürürlüğe soktuğunu düşünelim.

Şekilde dikey eksende fiyatlar genel düzeyi, yatay eksende reel GSMH gösterilmekte, ekonominin uzun dönemli toplam arz eğrisi kolay kolay değişim göstermeyen bir yapıda olduğu için dikey eksene paralel olarak yer almaktadır.

Ekonominin ilk anda (A) noktasında 0F1 fiyatlar genel düzeyine karşılık 0Y1 reel GSMH sı konumunda dengede olduğunu ve hükümetin talebi canlandırıcı bir para veya maliye politikasını uygulamaya soktuğunu varsayalım. Talebi canlandırıcı bu politika toplam talep eğrisinin (TT1) talep artışını temsil etmek üzere sağa doğru kaymasına (TT2) yol açacaktır. Bu durumda yeni toplam talep eğrisi (TT2) kısa dönemli toplam arz eğrisini (KDTA1), (B) noktasında kesecek ve yeni denge bu noktada oluşacaktır. Bu noktada fiyatlar genel düzeyi 0F1 den 0F2 ye yükselmiş, talep genişlemesinin ve bunun neden olduğu fiyat artışlarının etkisiyle üretim (toplam arz) bir miktar artmış ve dolayısıyla yeni dengede reel GSMH da (Y1Y2 kadar) bir miktar artarak 0Y2 noktasına geçmiştir. Bu yeni denge uzun süreli bir denge değildir. Özel kesim, talep artışının fiyatlar genel düzeyinin artışıyla birlikte ortaya çıktığını gördüğü zaman gerçekte yeni bir şey kazanmadığını anlayacak ve bu kez üretimini kısacaktır. Üretimin kısılması kısa dönemli toplam arz eğrisinin (KDTA1) üretim daralmasını temsil etmek üzere sola doğru kaymasına (KDTA2) yol açacaktır. Bu durumda uzun dönemli denge (KDTA2) ile (TT2) nin uzun dönemli toplam arz eğrisi (UDTA) üzerinde kesiştikleri (C) noktasında oluşacak, bu yeni denge noktasında fiyatlar genel düzeyi biraz daha yükselmiş (0F3), reel GSMH ise eski noktasına (0Y1) geri dönmüş olacaktır.

Rasyonel bekleyişler teorisinin savunucuları bu gelişmenin böyle olmayacağını, hükümetin talepte canlanmaya yol açacak bir para veya maliye politikasını yürürlüğe soktuğunda, bu politikanın fiyatları arttıracağını gören özel kesim kuruluşlarının, üretimi hiç arttırmayarak fiyatlarını yükseltip, fiyatlar genel düzeyinin (0F1) den doğrudan doğruya (0F3) noktasına geleceğini öne sürmektedirler. Böylelikle, hükümetin bir miktar fiyat artışına neden olsa da talebi canlandırmak suretiyle reel GSMH yi arttırma çabası, yalnızca fiyat artışlarıyla sonuçlanacaktır.

Rasyonel bekleyişler teorisi çerçevesinde ekonomiye karışmanın herhangi bir anlamı kalmamaktadır. Bir başka deyişle ekonomik dengesizlikler müdahale ile düzeltilemez.

Rasyonel bekleyişler teorisine karşı çeşitli itirazlar ileri sürülmüştür. Bunlar arasında şu tezler yer almaktadır; (i)acaba kişiler uzun süreli alışkanlıklarına göre mi hareket ederler yoksa gerçekten rasyonel bekleyiş sahibi midirler? (ii)gerçekten rasyonel bekleyişleri varsa bile düşündükleri gibi mi davranırlar? [16] (iii)rasyonel bekleyişler teorisi ücret ve fiyatların esnek olduğu tezinden hareket etmektedir. Oysa ücret ve fiyatlar her zaman uygulanacak politikalara hemen cevap verebilecek kadar esnek değildir.[17]  Genel karşı çıkış ise böylesine sofistike bir tepkinin kişilerden beklenmesinin doğru olmayacağı şeklinde özetlenebilir.[18]

Yukarıda özetlenen eleştirilere karşın rasyonel bekleyişler teorisinin taraftarları giderek artmaktadır. Bizim ileri süreceğimiz eleştiri, teorinin evrensel bir nitelik taşıyıp taşımadığı, bir başka deyişle ABD gibi ülkeler dışında bu teorinin ne kadar geçerli olduğu yönünde yoğunlaşacaktır.[19]

Kanımızca bu teori ABD gibi bir ülke için büyük ölçüde geçerli olabilir. Çünkü ABD de sürekli ve düzenli bir veri ve bilgi akımı son derecede yaygındır. Ayrıca pek çok kurumun geleceğe ilişkin kendi özel tahminlerini hazırlayan danışmanları vardır. Bir çok iktisatçı ABD Hazinesi ve ABD Merkez Bankasının davranışlarını gözlemleme konusunda uzmanlaşmışlardır. Üstelik ABD ekonomisinde hükümetlerin sürpriz kararlar alması pek yaygın bir olasılık değildir. Bu çerçeveden bakıldığında rasyonel bekleyişler teorisi önemli bir analiz aracı niteliği taşımaktadır.

Acaba teori ABD dışındaki ülkelerde örneğin gelişme yolundaki ülkelerde de geçerli midir? Bu konuda en azından bazı tereddütlerimiz var. Gelişme yolundaki ülkelerin büyük çoğunluğunda veri ve bilgi eksikliğinin yanı sıra mevcutların da kamuoyuna açıklanması konusunda eksiklikler vardır. Onun için bu tür ülkelerde ekonomi politikası uygulamalarında sürprizlere geniş bir yer bulunmaktadır. Bu noktada 8 - 10 yıl öncesinin Türkiyesini hatırlamakta yarar vardır. 8 - 10 yıl öncesine kadar Türkiyede enflasyon oranı, büyüme oranı, bütçe açığı, dış ticaret açığı vb. gibi önemli göstergeler yılda bir veya iki kez kamu oyunun gündemine gelecek şekilde açıklanırdı. Parasal göstergeler ise tümüyle toplumun bilgisinin dışındaydı. Bugün gelişme yolundaki pek çok ülke Türkiyenin 8 - 10 yıl önceki konumuna benzer bir durumdadır. Böyle bir ortamda kişilerin ve kurumların rasyonel bekleyişlerinin olması kolay değildir. Ancak geniş ölçüde sezgiye dayalı bir uyarlanmış bekleyişler seti geliştirmeleri imkan içinde olabilir. Türkiye, bugün konu edilen veri ve bilgilerin gelişmiş ülkelerdeki gibi açıklandığı bir ortama az çok ulaşmış olmakla birlikte yine de bir yönüyle rasyonel bekleyişler teorisinin öngördüğü ortamdan uzaktır; sürpriz kararlar. Sürpriz kararlara en belirgin örnek olarak siyasal iktidarların zaman zaman Hazine borçlanmalarını kullanarak başvurdukları faiz indirimlerini örnek verebiliriz. Aslında Türkiyede borç verilebilir fonlar piyasası büyük ölçüde serbest piyasa koşullarına göre çalışmaktadır. Bu nedenle faizlere doğrudan bir müdahale söz konusu olamamaktadır. Siyasal iktidarlar, kredi faizlerini ve dolayısıyla bunların maliyetinin en önemli parçasını oluşturan mevduat faizlerini indirmek amacıyla bu faizlerin yüksekliğinin nedeni olarak kabul edilen Hazine kağıtları faizlerini, Hazinenin piyasaya yönelik borç talebini kısarak düşürmeyi sıklıkla denemişlerdir. Gerçekten de bu uygulamalar sonucunda kısa bir süre faizler düşmüş, fakat Hazinenin borçlanma talebi, gerçek önlemlerle düşürülmeyip yapay önlemlerle düşürüldüğü için, bir süre sonra tekrar ve daha fazla yükselmiştir. Yapay zorlamalara dayalı bu iniş çıkışlar mevduat faizlerinde de iniş çıkışlara yol açmıştır.

Enflasyonun nedenleri arasında talep yönlü etkilerin daha ağırlıklı olduğunun kabul edildiği monetarist ekonomi yaklaşımı çerçevesinde, enflasyonist ortamlarda faizlerin yükselmesi genel beklentidir. Nitekim ABDde benzeri beklentilerin belirmesi halinde FED derhal faizleri yükseltme kararı almaktadır. Böyle bir ortamda Türkiyede bunun tersinin yapılması, sürpriz kararlara tipik bir örnek oluşturmaktadır. Kişi ve kurumlar böyle bir uygulama ile ilk kez karşılaştıklarında, hazırlıksız oldukları için, rasyonel bekleyişleri sarsılmaktadır. Bununla birlikte sürprizler devam ettikçe sürpriz olmaktan çıkmakta, kişi ve kurumları, siyasal iktidardan irrasyonel uygulamalar bekler hale getirmektedir.

Sürpriz kararlar konusunda bir başka değişik örnek geriye dönük uygulamalardır. Örneğin 1994 yılında, yıl ortasında çıkan bir yasayla, bir önceki yıl kazançlarına uygulanmak üzere vergi arttırımına gidilmiştir. Benzeri uygulamalar kamu iktisadi teşebbüslerinin fiyat ve tarifelerine de yönelebilmektedir. Örneğin elektrik tarifeleri geçmişe dönük olarak arttırılabilmekte ve aradaki farkın ödenmesi istenmektedir. Oysa ABD de bu tür kararlar hep belirli bir zaman dilimini önceden vermek suretiyle ileriye dönük olarak yapılmakta, kişi ve kurumlara kendilerini hazırlama imkanı tanınmaktadır.

Böylece bazı gelişme yolundaki ülkelerdeki veri ve bilgi eksikliği; Türkiye gibi veri ve bilgi eksikliğini belirli düzeyde aşmış bazı gelişme yolundaki ülkelerde ise sürpriz kararlar ve geriye dönük uygulamalar, bir irrasyonel bekleyişler teorisine alt yapı oluşturmaktadır.

Özet olarak rasyonel bekleyişler teorisinin pek çok doğru öngörüsüne karşın, özellikle gelişme yolundaki ülkelerde, siyasal iktidarların ekonomiye müdahalelerinin olumlu ya da olumsuz sonuçlar yaratacağını ancak bunun limitleri olduğunu vurgulamak gerekir.

İKİNCİ BÖLÜMTÜRKİYEDE UYGULANMASI GEREKEN EKONOMiK iSTiKRAR PROGRAMININ ÖNÜNDEKi ENGELLER, ÇÖZÜM YOLLARI VE KURUMSAL DÜZENLEMELERiN GEREĞİ

1. EKONOMiK iSTiKRAR PROGRAMI UYGULAMAKTA KARŞILAŞILACAK ENGELLER VE ÇÖZÜM YOLLARI
(i)  Herşeyden önce uygulamaya konulacak bir ekonomik istikrar programı orta - uzun vadeli olmak zorundadır. Hatta belki biraz daha ileri giderek bir istikrar programının zaman zaman yoğunlaştırılıp zaman zaman hafifletilmek suretiyle sürekli olarak gündemde tutulması gerektiğini ileri sürebiliriz. Bu yalnızca Türkiye için değil bütün ülkeler için geçerli bir husustur.

Genellikle Türkiyede bugüne kadar uygulanan istikrar programları kısa süreli programlar olmuş, daha tam sonuçları alınmadan gevşetilme yoluna gidilmiştir.

Benzeri uygulamalar Güney Amerika ülkelerinde görülmüş, bu kısa süreli uygulamalarla varılan olumlu sonuçlar yine kısa sayılacak süreler içinde kaybedilmiştir.

Aslında kısa dönemli yaklaşım sorunu yalnızca Türkiyede değil, bütün demokratik ülkelerde siyasal rejimin getirdiği kısa aralıklı seçim süreleri ile ekonomik istikrar programlarının gerektirdiği orta - uzun süre çelişkisinden doğan bir sorundur. Bu ülkelerde siyasal iktidarların, iktidar süreleri genellikle 4 - 5 yıllık seçim süreleriyle kısıtlıdır. Bir ekonomik istikrar programının uygulanma süresi, özellikle henüz mali piyasaları tam gelişmemiş, piyasaları serbestleştirme konusunda temel uygulamaları henüz tamamlanmamış, diğer ülkelerle rekabeti tam gerçekleştirememiş ülkelerde, daha uzun süreleri gerektirebilmektedir. Bu genel altyapıyı tamamlamış ülkelerdeki istikrarsızlıkların çözümü bir siyasal iktidarın, iktidar süresinin belirli bir bölümünü gerektirdiği halde, söz konusu alt yapıyı da istikrarsızlık sorunu ile birlikte ele almak zorunda olan Türkiye gibi ülkelerde bu süre, bir siyasal iktidarın, iktidar süresine sığmayabilmektedir. Siyaset ile ekonomi arasındaki bu süre çelişkisi orta - uzun dönemli ekonomik istikrar programlarının uygulamaya konulmasında en önemli engeli oluşturmakta, yürürlüğe konulan istikrar programları seçimlere yaklaşılırken çeşitli siyasal endişeler sonucu gevşetilmeye başlanmaktadır. Bu konu,Türkiye açısından bakıldığında son derecede tipik bir uygulamadır. Üstelik Türkiye yakın geçmişte sık sık erken genel seçim ve genel seçimlerden farklı tarihlerde genel yerel seçim yapmak durumunda kaldığı için ekonomik istikrar programlarından kolayca vazgeçebilmektedir. Bu süre tutarsızlığı çerçevesinde siyasal hedeflerle ekonomik hedeflerin genelde birbirleriyle çeliştiğini söylemek yanlış olmayacaktır.[20]

Bu sorun için Türkiye açısından bir çözüm yolu genel ve yerel seçimlerin bir arada yapılmasının sağlanmasına yönelik yasal düzenlemeler ile erken genel seçim eğiliminin önlenmesi olabilir.

(ii) Vurgulanması gereken önemli bir nokta da şudur; ekonomik istikrar programlarının tam sonuçları alınmadan yapılacak gevşetmeler yalnızca bu programlarla hedeflenen makroekonomik dengelerin yeniden bozulmasına değil fakat onun yanı sıra mali liberalizasyon hareketlerine de zarar verebilmekte ve bu konuda alınan yoldan geri dönmeye neden olabilmektedir.[21]  Bu gelişmelerin örnekleri yine Türkiye uygulamasında fazlasıyla vardır. Örneğin Türkiye, 1980 li yılların sonlarında geçtiği serbest faiz uygulamasını, yüksek kamu finansman açıklarını kapatma sorununu çözmeye yönelik ekonomik istikrar önlemlerini tamamlayamaması sonucu, zaman zaman terk ederek, Hazine kanalıyla, bankalara faiz indirimi empoze etmek uygulamasına geri dönmüştür.

(iii) Ekonomik istikrarın sağlanmasına ve mali disiplinin oluşturulmasına yönelik uygulamalar, ülke içinde geniş bir uzlaşma zeminine ihtiyaç göstermektedir. Bu nedenle bir istikrar programının başarılı olabilmesi için, üzerinde toplumun bütün kesimlerinin, hiç değilse asgari ortak noktalarda, uzlaştığı bir program olması gerekmektedir. Bu açıdan siyasal iktidarların belirli konularda muhalefet ile anlaşmaları zorunlu görülmektedir. Buna benzer bir uygulama, ABD de iktidar ve muhalefet partilerinin anlaşması ve ortak hareket etmesi sonucu, bütçe dengesizliklerinin giderilmesi konusunda gerçekleştirilmiştir. Bu tür uzlaşmalar Türkiye için çok daha fazla gerekli görülmektedir. Aksi takdirde seçimler dolayısıyla verilen aşırı sözlerin tutulamaması siyasal iktidarı; bu gibi sözlerin tutulmaya çalışılması ise ülke ekonomisini yıpratmaktadır.

(iv) Türkiye'nin tarihsel ekonomik sorunlarının başında gelen döviz dar boğazını aşmış olmak şeklindeki görüntüsü, bir başka açıdan şanssızlık olarak değerlendirilebilir. Türkiye de genellikle dövizin bittiği dönemlerde ekonomik istikrar programları uygulamaya konulmuştur. 1980 li yılların uygulamaları her ne kadar iç ekonomik istikrarın sağlanamadığını ortaya koyuyorsa da dış dengeyi en azından daha bunalımsız bir görünüm içine oturttuğu açıktır. Bir ekonomik istikrar programı uygulanması için 1994 yılı başında olduğu gibi mutlaka bir döviz darboğazına girilmesi beklenmemelidir.

(v) Siyasal iktidarların seçecekleri ekonomi politikası araçlarının diğer hedefler üzerinde yan etkileri olduğunu bilmeleri şarttır.[22]  Gerçekten de makroekonomik hedeflerin pek çoğu birbiriyle çelişkili sonuçlar yaratabilir.

Örneğin istihdamı arttırmaya yönelik otoyol yapımları, havaalanı inşaatları, baraj yapımları gibi işler, enflasyonist etkiler yaratır. O nedenle bir ekonomik istikrar programı uygulanırken amacın ne olduğunun iyi tanımlanması gerekir. Amaç eğer yüksek enflasyonu düşürmekse o takdirde kamu yatırımlarının asgariye indirilip, vergi çabasının azamiye çıkarılması zorunluluktur.[23]  Hem enflasyonla mücadele programı uygulayıp hem de arz yönlü iktisat uygulaması bir arada olamaz. Böyle bir uygulama, ekonomideki hastalığın tam olarak teşhis edilemediği ya da enflasyonla gerçekten mücadele edilmediği anlamına gelir. Gelişmiş ülkelerde uygulanan ekonomik istikrar programlarının ne yazık ki Türkiye'ye uyarlanması mümkün değildir. Çünkü gelişmiş ülkeler enflasyon sorunlarını büyük ölçüde çözmüş, durgunlukla mücadele yönünde programlar uygulamaya yönelmişlerdir.

Türkiyede ise 1980 li yılların ilk yarısında enflasyon oranında görülen düşme, siyasal iktidarı rahatlatmış ve durgunluk dönemlerinde uygulanması gereken vergi oranlarını düşürmek suretiyle yürütülen arz yönlü bir ekonomik politikaya yönlendirmiştir. Sonuçta enflasyon tekrar yükselmiş, başlangıç noktasına geri dönülmüştür. Bu eğilimde Türkiyenin 1960 lı yıllardan, kalma ekonomik büyümeye ağırlık veren yaklaşımı büyük rol oynamıştır. Ciddi ve sürekli bir ekonomik istikrar programı için Türkiyenin ekonomik büyüme tutkusu yerine ekonomik istikrar arayışını ön plana çıkartan bir yaklaşıma ihtiyacı vardır.

(vi) Türkiyede uygulanacak ekonomik istikrar programlarının, maliye politikası araçları veya para politikası araçlarından hangisinin uygulamaya konulacağı tartışmasının dışında olması zorunludur. Gelişmiş ülkelerde mali alt yapı disipline edildiği ve enflasyon sorunu büyük ölçüde çözümlendiği için parlamentoya gitmeksizin uygulamaya konulabilen para politikası araçları ideal çözüm yolu olarak ileri sürülebilmektedir.

Gerek para politikası gerekse maliye politikası, siyasal iktidarların toplam talebi denetlemek için kullandıkları temel tekniklerdir. Maliye politikası, bütçe açık ve fazlaları yoluyla toplam talebi denetim altına almaya çalışırken, para politikası aynı amaç doğrultusunda disponibilite, mevduat munzam karşılıkları gibi parasal araçları yürürlüğe koyan bir tekniktir.[24]

Bugün varılan nokta, para ve maliye politikalarının birlikte uygulanmasının en doğru yol olduğu noktasıdır.[25]  Bu sentezi destekleyen iktisatçıların sayısı giderek artmaktadır.  ABD Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspanın bu yaklaşımı destekleyen bir açıklamasında yaptığı Keynes’in başını Milton Friedman’ın omuzlarının üstüne koymak” sözü bu sentez için güzel bir benzetmedir.[26]

Yüksek ve sürekli enflasyon sorununu çözemeyen ve mali alt yapısını tam olarak oluşturamayan Türkiye için ideal çözüm bu iki politikanın karma bir şekilde uygulandığı bir ekonomi politikası bileşimidir.

(vii)  Maliye politikasının gerçek boyutlarıyla uygulanabilmesi için, izlenmekte olan maliye politikasının sonuçlarını sağlıklı bir şekilde irdeleyebilmek gerektir. Bunun da temel yolu bütçelerin gerçekçi yapılmasıdır.

Türkiyede bütçelerin çeşitli siyasal gerekçelerle gerçekçi yapılmadığını ve yıl sonlarında büyük sapmalar gösterdiği bilinen bir husustur. Son 15 yılın bütçe açığı sapma ortalaması % 130 dolayındadır.[27]  Bu şekilde yapılan ve uygulanan bütçeler, uygulanan maliye politikasının ne kadar doğru olduğunun algılanmasına ve aksaklıkları gidermek için önlem alınmasına  başlıca engeli oluşturmaktadır. Bir başka deyişle kamu kesiminde mali disiplini sağlamanın aracı olması gereken bütçe, Türkiyede disiplini daha da bozucu bir etki yaratmaktadır. Bu nedenle bütçelerin gerçekçi yapılması, bütçelerle birlikte Hazinenin borçlanma programının da TBMM nin onayından geçirilmesi şarttır. Aksi taktirde parlamento onayından geçirilmeyen borçlanma programlarının istenildiği gibi değiştirilmesi, faizler üzerinde baskı kurulmak şeklinde kullanılması ya da sürekli olarak vergiye alternatif olarak ileri sürülmesi imkan içinde olur ve dolayısıyla doğru bir maliye politikası uygulanması mümkün olamaz.

Türkiyede siyasal partilerin üzerinde titizlikle uzlaşmaya varmaları gereken konulardan biri, bütçe denkliğinden çok bütçenin gerçekçi yapılmasıdır.

2.     KURUMSAL DÜZENLEMELERiN GEREKLİLİĞİ
Bir ekonomik istikrar politikasını yürürlüğe koymak kadar onu başarıyla sürdürmek de büyük önem göstermektedir. Yukarıda denge kavramı üzerinde dururken açıklamaya çalıştığımız gibi istikrar bir kez ulaşıldıktan sonra otomatik olarak korunabilecek bir nokta değildir. O nedenle istikrarın sürdürülebilir olması, istikrarı önleyen bazı kurumsal sorunların çözümlenmesiyle yakından ilgilidir.

(i) Çözülmesi gerekli kurumsal sorunların en başında güçlü bir Hazinenin oluşturulması gelmektedir. Güçlü ve sağlam bir Hazinenin varlığı ise her şeyden önce Hazinenin üzerindeki tartışmaların kaldırılmasına bağlıdır.

1994 yılı Hazinenin yaşadığı en bunalımlı yıllardan biri olmuştur. Türkiyenin karşılaştığı ekonomik bunalıma ek olarak Hazine, 1994 yılının önemli bir bölümünü yasal dayanaktan yoksun olarak geçirmiştir. Hazinenin kuruluş kanununun yenilenmesine ilişkin kanun hükmünde kararnamenin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi sonucu, devletin tüzel kişiliğini temsil eden kurum aylarca yasal olmayan yetkilerle çalışmış, yasa dışı borçlanma yetkisi kullanmıştır. Böyle bir durum, kurumsal sorunların tartışmaya yer vermeyecek şekilde çözümlenmesi gerektiğinin en önemli kanıtıdır.

Eğer bugün Türkiyede geçerli bulunan modelde olduğu gibi Hazine, ayrı bir kurum olarak kalmaya devam edecekse, bunun ötesindeki arayışların kamu oyunda tartışılmasını siyasal iktidarlar önlemek zorundadırlar. Bir toplumda Hazine ve Merkez Bankası kadar istikrarlı bir yapı içinde tutulması gereken başka bir kurum yoktur.  Osmanlı imparatorluğuşnun son döneminden bu yana Hazinenin yeri konusunda gelişen tartışmaların terkedilmesi, söz konusu istikrarlı yapının oluşturulmasında başlangıcı oluşturacak ve ekonomik istikrar önlemlerinin daha kolay ve rahat uygulanması için gerekli ortamı yaratmış olacaktır.

Kabul edilecek şekil ne olursa olsun Hazinenin yeri bir kez belli edildikten sonra bu tartışmaların terk edilmesi zorunludur. Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde Hazinenin yeri ve bağlantısı tartışılmamaktadır.

(ii)  Hazinenin yeri ve/veya bağlantısı sorunu çözümlendikten sonra tek ve merkezi hazinenin yeniden oluşturulmasının sağlanması zorunludur. Kamu parasının yönetimi tek elden yapılmadığı takdirde, kamu maliyesini disipline etmenin, Devlet giderlerini denetlemenin, gelir - gider dengesini sağlıklı olarak kurmanın, kamu borçlanmasını programlı olarak yürütmenin imkanı yoktur.

Tek ve merkezi hazinenin oluşturulabilmesi için bütçe dışı fonların 3 - 5 yıllık bir program çerçevesinde tümüyle kaldırılması zorunludur. Bu fonları, gider taahhütlerini devam ettirmelerine izin vererek bütçeye dahil etmenin pek fazla bir yararı yoktur. Eğer bazı gider programlarına öncelik verilmek ve bunların diğer programlara göre daha kolay ve formalitesiz gider yapabilmelerine imkan tanınmak isteniyorsa o takdirde bunları bütçe dışına çıkararak çözümlemeye çalışmak yerine, bütçe disiplinini bozmadan yasal çerçevelerinin değiştirilmesine gidilmesi çok daha anlamlı bir yöntemdir.

(iii) Para otoritesinin TC Merkez Bankası olduğunun bu kuruma bağımsızlık verilerek ve Hazinenin yetkileri arasında yer alan para politikasının belirlenmesi yetkisi kaldırılarak tescil edilmesi gereklidir. Bununla birlikte Merkez Bankasının bağımsızlığı, kendi başına, para politikasının kredibilitesi için kesinlikle bir garanti oluşturamaz. Bu, büyük ölçüde ekonomik istikrar politikasının kredibilitesine bağlıdır. Eğer kur politikası ya da maliye politikası hedefleri yanlış belirlenmişse, bağımsız Merkez Bankasının yegane yararı bu yanlışların yaratacağı maliyetin daha kolay görülebilir olmasını sağlamaktan ibarettir.[28]

(iv) Maliye politikasının oluşturulmasında koordinasyon görevi yasal olarak Hazineye verilmelidir. Çünkü Hazine, maliye politikasının oluşturulmasında görevli bütün kurumlar içinde objektifi en geniş olan, ekonomik olaylara karşı en duyarlı yapıya sahip olan kurumdur. Maliye politikasının oluşturulmasında birden çok kurumun görev yapması değil, koordinasyonun hangi kurum tarafından yapılacağının açık olmaması sorun yaratmaktadır.

(v) Kamu maliyesi alanında görev yapan kamu kurumlarının görev yetki ve sorumlulukları yeniden ve geniş şekilde elden geçirilerek aynı konuda iki ayrı kuruma aynı yetkileri veren ve bu şekilde kurumlar arası gereksiz görev çatışmalarına neden olan hükümler ayıklanmalı ve o konuda hangi kuruma yetki verilmek isteniyorsa diğerindeki benzeri yetki kaldırılmalıdır.

Bu düzenlemelerin yapılması Hazinenin ve Merkez Bankasının bankacılık ve kambiyo rejimi, Hazinenin ve Sermaye Piyasası Kurulunun sermaye piyasası ve borsa, Hazinenin ve Maliyenin bütçe, Hazinenin ve Devlet Planlama Teşkilatının kamu iktisadi teşebbüslerinin yönlendirilmesi konuları üzerindeki birbiriyle zaman zaman çatışan  yetkilerinin açık bir şekle dönüşmesini sağlayacaktır. Bu düzenlemeler sırasında Hazinenin Devlet adına politika belirleyen ve zaman zaman bu politikaları bizzat uygulamak zorunda olan ve diğer kurumların Hazinece belirlenen politikaları yaşama geçirip uygulamayı gözetmekle yükümlü birimler olduğu dikkatten kaçırılmamalıdır.

(vi) Belirli sürelerde oluşmuş bulunan ekonomik geleneklerin değiştirilmesi düşünülüyorsa bu değişiklik orta - uzun dönemde ve mutlaka amaçları ve ayrıntıları önceden açıklanarak yapılmalıdır. Örneğin Hazine kağıtları satışında çoklu fiyattan vade ve miktarın önceden ilanı şekline dayalı ihale yöntemi uygulanıyor ve bunun bir başka ihale yöntemiyle değiştirilmesi isteniyorsa söz konusu değişiklik önceden kamu oyuna açıklanmalıdır. Ani ve açıklamasız değişiklikler piyasalarda şok etkisi yaratmakta ve ortaya çıkan belirsizlik, güven ortamını zedeleyerek riski ve dolayısıyla maliyetleri arttırmaktadır. Türkiye bu konuda çeşitli defalar yaptığı hataların bedelini fazlasıyla ödemiştir.

(vii) Türkiyenin artık taşıyamaz olduğu sosyal güvenlik sisteminin sorunlarını mutlak surette çözmesi gerekmektedir. Mevcut sistem iyileştirilirken özel sosyal güvenlik kuruluşlarının kurulması da özendirilmelidir. Sistem fon tüketir halden çıkarılıp fon yaratır duruma getirilmelidir.

Sosyal güvenlik sistemindeki tıkanma, emeklilik yaşının yükseltilmesi, primlerin arttırılması gibi konularda yine ücretli kesime yüklenecek fedakarlıklarla çözülebilecek noktaya gelmiş bulunmaktadır. Bununla birlikte Türkiyede ücretli kesimin son 10 yıldır sürekli bir fedakarlık içinde bulunması yeniden bir fedakarlığa katlanmayı kabul etmesini zorlaştırmaktadır. Bu nedenle ücretli kesimden böyle bir fedakarlığın istenebilmesi toplumun bütün kesimlerinin benzer fedakarlıklara katlanmayı kabul etmelerine bağlıdır. Örneğin milletvekillerine tanınan bir takım sosyal güvenlik ayrıcalıklarının kaldırılmasından önce ücretlilerin fedakarlığını gerektirecek bir sosyal güvenlik düzenlemesi toplumsal tepkileri zirveye çıkaracaktır.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:  TÜRKİYE  İÇİN  EKONOMİK İSTİKRAR PROGRAMININ ÇERÇEVESİ

1.     MAKROEKONOMiK HEDEF ÖNCELİĞİNİN BELİRLENMESİ
Her ne kadar rasyonel bekleyişler teorisi, ekonomiye, yeni makroekonomik politikaları uygulamaya sokmak suretiyle devlet müdahalesininin yararlı olmayacağını hatta tam tersine zararlı sonuçlar doğurabileceğini ileri sürüyorsa da yukarıda ortaya koyduğumuz itiraz ve ayrıca henüz mali disipline yönelik alt yapının tam oluşturulamadığı gerekçesiyle, Türkiye ekonomisi açısından biz aksini düşünüyoruz. Üstelik geçmişteki sürprizlerden farklı olarak doğru politikaları uygulamaya koymak Türkiye açısından yeni bir sürpriz oluşturacağından, rasyonel bekleyişler teorisinin doğruluğu kabul edilse bile, ekonomik istikrar politikalarından bu sürpriz çerçevesinde sonuç almak mümkün olabilecektir.

Türkiyenin bugün önünde bulunan birincil ekonomik sorun yüksek kamu açıklarından kaynaklanan enflasyondur. O halde Türkiye bu sorunun çözümü için önlemler almak ve diğer makroekonomik hedeflerini bir süre feda etmek zorundadır. Bununla birlikte kamu açıklarını azaltma ve enflasyonu düşürme yönündeki önlemlerin, durgunluğa yol açmaması için son derecede dikkatli uygulanması gerekmektedir.

Türkiyenin temel ekonomik sorununu enflasyon olarak belirledikten sonra, bu sorunla mücadele için uygulanacak ekonomik istikrar programının genel çerçevesini çizmeden önce, çeşitli ekonomi okullarının enflasyonla mücadelede uygulanacak istikrar politikaları ile ilgili önerilerini kısaca ele almak yararlı olacaktır.

Klasik iktisatçılar ekonomide tam istihdam dengesini genel durum olarak ele aldıkları için ekonomik dengesizlik hallerini geçici olgular olarak kabul etmektedirler. Klasik iktisat teorisinin temel postülalarından birisi olan Say Kanununa göre her arz kendi talebini yaratacağı için, dengesizlik halleri genelde arz yönlü bazı sorunlardan doğmaktadır. Piyasa kendi haline bırakıldığında, arz yönünde ortaya çıkacak değişiklikler görünmez elin”  yardımıyla piyasanın yeniden tam istihdam dengesine gelmesini kendiliğinden sağlayacaktır. Ekonominin ve piyasaların yaşadıği dengesizliklere devletin, düzeltme amacıyla müdahale etmesi doğru değildir. Bu tür müdahaleler piyasanın kendiliğinden dengeye gelmesi yerine, zorlamayla dengeye gelmesine yol açacağı için bu tür zoraki dengeler yeniden bozulmaya mahkumdur. Klasik iktisatçılar, piyasanın ve ekonominin bütününün dengeye gelebilmesine engel oluşturabilecek her türlü koşulun ortadan kaldırılmasından ve devletin nötr bir ekonomi politikasıizlemesinden yanadırlar. Buna göre en iyi bütçe denk bütçe ve en iyi vergi politikası nötr vergi politikasıdır. Klasik iktisat teorisinin piyasaları kendiliğinden dengeye getirdiğine inanılan anahtar postülası ücret ve fiyatların kolayca uyumlanabilen esnek bir yapıda olduğu görüşüdür.

Keynesien iktisatçılar, klasik iktisatçıların aksine, tam istihdam dengesinin özel bir durum olduğunu, ücret ve fiyatların klasik iktisatçıların iddia ettikleri gibi kolayca uyumlanabilen bir yapıda olmadığını, dolayısıyla dengesizlik hallerinin kalıcı olabileceğini ve devlet karışımının gerekli olduğunu iddia etmektedir. Keynesienlere göre enflasyonla mücadelede en etkin yol, vergilerin arttırılması ve kamu giderlerinin azaltılmasıyla ulaşılacak bütçe fazlası yönünde bir maliye politikası izlenmesidir. Keynesien iktisat, ekonomideki dengesizliklerin arz yönünden çok talep yönünde ortaya çıkacağını ve bu nedenle talep yönetimi ağırlıklı bir maliye politikası izlemek gerektiğini öne sürmektedir. Böylelikle ekonomide enflasyona yol açan aşırı talep giderilmiş ve fiyat artışları denetim altına alınmış olacaktır.

Monetaristler, daha çok klasik iktisatın postülalarından hareketle denk bütçe ve onun kadar önemlisi sabit bir parasal büyüme oranını kural haline getirmeyi önermektedirler.  Mademki para arzındaki artışlar (diğer değişkenler sabit tutulduğunda) fiyatlar genel düzeyini fonksiyonel olarak etkilemektedir [P = f (M)], o halde para arzı artışı durdurulur ve para arzı artışına neden olan bütçe açıkları denk bütçe uygulamasıyla giderilirse, fiyatlar genel düzeyinin yükselmemesi sağlanmış olur. Enflasyonun temel nedenini para arzı artışının yarattığı talep artışına bağlayan monetaristler, bu sorunla mücadelede temel ağırlığı talebi denetlemeye yönelik para politikasına vermektedirler.

Arz yönlü iktisat görüşünü savunan iktisatçılar, konuya tümüyle arz yönünden yaklaşmakta ve ekonomik dengesizlik durumu ne olursa olsun (enflasyon, durgunluk, stagflasyon) ekonominin canlandırılması gerektiğini savunmaktadırlar. Bu görüşü savunanlara göre örneğin vergi indirimleri yapılmak suretiyle üretim arttırılırsa, hem durgunluk giderilmiş olacak, hem de talep fazlası emilerek fiyatların düşmesine yol açılacaktır. Görüleceği gibi arz yönlü iktisatın, Say kanununa dayalı klasik iktisat teorisinin değişik bir ifade şekli olduğu açıktır.

Yeni klasik iktisatçılar, koşullar ne olursa olsun sabit bir parasal büyüme kuralı ve sabit vergi oranları konulmasını, Devletin izleyeceği bütün politikaları önceden açıklaması ve açıkladığı gibi izlemesi gerektiğini ileri sürmektedirler. Yeni klasik iktisatçılar, klasik iktisatın temel postülalarını monetarist okulun görüşleriyle bir araya getirerek yeni bir çerçeve içinde sunmakta ve devletin ekonomiye ani karışımlar yapmak yerine izleyeceği politikaları açıklayarak ekonomik birimleri rasyonel kararlar alan ve ekonomiyi yönlendiren birimler haline getirmenin gereğini ortaya koymaktadırlar. Çünkü ekonomide beklentiler son derecede önemlidir ve beklenti ne yöndeyse genellikle gerçekleşme de o yönde çıkar. O halde beklentilerin hiçbir sürprize yer vermeyecek şekildeki politikalarla yönlendirilmesi gerektir. Ekonomiye devletin ani ve aktif karışımlar yapmasına karşı olan yeni klasik iktisatçılar bu tür irrasyonel davranışlara yol açabilecek karışımlar yapmaya yönelik bir politika uygulamaktansa hiçbir politika uygulanmamasının daha tercih edilir bir politika olduğunu savunmaktadırlar.

Yeni Keynesien okulun temsilcileri arasında en ön sıraları alan James Tobin, Robert Solow ve Franco Modigliani bütün bu klasik iktisat dayanaklı eleştirilere karşın vergi ve kamu giderlerinde değişiklikler yapılmak suretiyle ekonomiye devlet karışımının zorunlu olduğu görüşünü savunmaya devam etmektedirler.  Monetarist ve yeni klasiklerin bir parasal büyüme oranı belirlenip ona sadık kalınması şeklindeki pasif parasal karışım politikasını eleştiren yeni Keynesienler, devletin para politikasını ekonomiye aktif karışımın bir aracı olarak kullanması gerektiği görüşündedirler [29].

Yukarıda özetle sunduğumuz görüşler iki kategoride toplanabilir;

(i) Klasik iktisat okulu ve onun değişik çeşitleri (monetarist okul, arz yönlü iktisat ve yeni klasik okul),

(ii) Keynesien okul (ve tamamlayıcısı olan yeni Keynesienler).
İlk kategoriye girenler ekonomiye devlet müdahalesinin mümkün olan en düşük düzeyde tutulmasını ve ekonominin kendi dengesini kendisinin bulmasını değişik yaklaşımlar altında savunurlarken Keynesien okul, ekonomide dengesizlik (ve bunun bir türü olan enflasyon) ortaya çıkması halinde Devletin dengesizliği giderme yolunda ekonomiye aktif karışımını savunmaktadır.

Acaba bu yaklaşımların hangisi doğrudur?  Türkiye için enflasyonla mücadeleyi hedef alan bir ekonomik istikrar programı önerirken bu görüşlerin hangisine dayanmak gereklidir?  Bizim cevabımız hem çok basit hem de çok karmaşık olacaktır; hepsini dikkate almak gereklidir. Daha önce her ülkenin kendi koşullarına göre ekonomi politikaları geliştirmesi gerektiğini ileri sürmüştük. Gerçekten de örneğin kamu kesiminin çok dar olduğu, mali disiplinin geniş ölçüde sağlandığı ABD nin enflasyonla mücadelesi ile kamu kesiminin oldukça geniş olduğu, mali disiplinini gerçekleştirememiş olan Türkiyenin enflasyonla mücadelesi farklı politikalara dayanmak zorundadır. ABD de yalnızca para politikası araçlarıyla sonuç alınabilmesi mümkün görünürken, Türkiyede uygulanacak politikalar Keynesien maliye politikası araçlarına büyük ölçüde dayanmak zorundadır. Bununla birlikte bu tür bir istikrar programı para politikasını da ihmal etmemek zorundadır.

2. TÜRKİYEDE SON ON YILDA UYGULANMIŞ BULUNAN EKONOMİK İSTİKRAR POLİTİKASI ÜZERİNE BiR DEĞERLENDİRME

2.1. 1983 - 1993 Arasındaki Uygulamalar
Türkiyede siyasal iktidarlar 1980 li yılların başlarından beri enflasyonun en önemli makroekonomik sorun olduğunu kabul etmekte ve enflasyonla mücadeleyi birincil öncelikli konu olarak ilan etmekte fakat bazı yıllarda sağlanan ve sürdürülebilir olmaktan uzak bulunan kısmi başarıların ötesinde enflasyonu sürekli bir iniş temposuna oturtmak mümkün olamamaktadır. Bu olgunun nedeni nedir?  Bizim cevabımız çok açıktır: Türkiye gerçek anlamda enflasyonla mücadele etmemektedir. Türkiyede enflasyonla gerçekten mücadele edilmediğini daha önce genel çerçevesini çizmeye çalıştığımız ekonomik istikrar programı önerisinde yer alan önlemlerin son on yıldaki görünümlerini test ederek kanıtlamaya çalışalım.

Enflasyonla mücadelede maliye politikasının birincil aracının vergi olduğunu ve enflasyonist dönemlerde vergi arttırımlarının etkinlikle kullanılması gerektiğini vurgulamıştık. Buna karşın siyasal iktidarlar son on yılda vergi sorununun üstüne gitmemiş ve bu anlamda dolaylı bir arz yönlü iktisat politikası uygulamışlardır. Oysa enflasyonla mücadelede vergi hasılatının yükseltilmesi Keynesien talep yönetiminin temel taşlarından birisidir. Uygulama yalnızca dolaylı bir modelle de sınırlı kalmamıştır. Türkiye, arz yönlü iktisat modasına uygun bir şekilde, 1984 ve 1985 yıllarında gelir vergisi tarifelerinde indirimler gerçekleştirmiştir. 1980 lerin ilk yarısında yapılan vergi indirimleri dolayısıyla kaybedilen vergi hasılatına, katma değer vergisinin 1985 yılında yürürlüğe konulmasına karşın, ancak 1990 larda ulaşılabilmiştir.

O halde son on yılda Türkiyede yanlış bir vergi politikası izlendiğini ileri sürebiliriz.
Aynı dönemde kamu giderlerinin gerçek anlamda kısılması yolunda da bir uygulama yapılmamıştır. Son on yıllık dönem ele alındığında konsolide bütçe giderlerinin GSMH içindeki payının sürekli olarak arttığı görülmektedir. Üstelik bu artış kamu giderlerinden bir bölümü bütçe dışı fonlar aracılığıyla yapıldığ1 halde ortaya çıkmaktadır. Gerek yeteri kadar vergi toplanamaması ve borçlanmanın vergi yerine ikame edilmesi ve gerekse kamu giderlerinin kısılamaması sonucu kamu kesimi borçlanma gereği (PSBR) % 10 ların altına çekilememiş ve dolayısıyla enflasyonla mücadelede maliye politikası araçlarından ciddi bir şekilde yararlanılmamıştır.

Son on yıl içinde enflasyonla mücadelede kısa bir süre de olsa uygulanan en ciddi politika, para politikası olmuştur. 1980 lerin ikinci yarısından itibaren Hazinenin, Merkez Bankasından kısa vadeli avans kullanımının derece derece düşürülerek 1989 ve 1990 da en düşük noktasına ulaşması sonucu enflasyonun daha ileri boyutlara gitmesi önlenmiştir. 1991 yılı sonlarından itibaren Hazinenin yeniden Merkez Bankasındaki avans limitini sonuna kadar kullanmaya başlamasıyla birlikte, enflasyonla mücadelede para politikası da bir seçenek olmaktan çıkmıştır.

Aynı dönem boyunca faiz politikası zaman zaman doğru uygulanmakla birlikte, zaman zaman da neden-sonuç ilişkileri birbirine karıştırılarak uygulanmıştır. Bazı dönemlerde yüksek faizin, yüksek enflasyonun bir sonucu olduğu unutularak, faizlerin düşürülmesinin enflasyonda düşmeye yol açacağı düşüncesiyle zorlama bazı uygulamalara girişilmiştir. Bu zorlamalar her defasında faizlerin daha da yükselmesine yol açtığı halde yeniden aynı uygulamalara dönülmekte ısrar edilmiştir.

Kamu iktisadi teşebbüslerine 1980 lerin ilk yarısında yapılan siyasetten nispeten uzak  doğru yaklaşımlar zaman içinde yerini yeniden siyasal müdahalelere terk etmiştir. Bu teşebbüslerin özelleştirilmesi veya belki daha da önemlisi siyasetten arındırılması konusundaki anayasal engellerin gerekli anayasa değişiklikleri yapılmak yoluyla aşılması düşünülmediği için, teşebbüslere yoğun siyasal müdahaleler devam etmiş ve dolayısıyla teşebbüsler zarar ederek ekonomiye yük olmayı sürdürmüşlerdir.

Dönem boyunca tarımsal destekleme başta olmak üzere her türlü subvansiyon, enflasyonla mücadele amaçlarıyla ters doğrultuda, yüksek tutulmuş ve enflasyonu arttıran unsurlar arasında yer almıştır.

Son on yıl içinde enflasyonla mücadelede doğru olarak uygulanmış politika araçlarından birisi de dışticaret politikasıdır. 1980 lerde yaşanan büyük ihracat artışı bir yandan ülkenin döviz girdilerini arttırıp dışticaret dengesine katkı yaparken öte yandan da kaçınılmaz bir şekilde yurt içi fiyatların artmasına yol açmış olmakla birlikte ihracat artışı politikalarına paralel olarak yürürlüğe konulan ithalat serbestliği, enflasyonun yüksek fakat istikrarlı bir boyutta tutulabilmesini sağlamıştır.

Özetle Türkiyede son on yılda izlenen enflasyonla mücadele politikası, hepsi aynı zaman aralığında ve bir arada olmamak üzere; arz yönlü iktisat yaklaşımının “ vergi indirimlerinin vergi gelirlerini arttıracağı tezinin”, yeni klasik iktisatçıların en iyi politika politikasızlıktır” görüşünün, klasik iktisatın devleti küçültmenin piyasaları müdahaleden arındıracağı ve serbest piyasa sisteminin sorunları çözeceği” iddiasının ve monetaristlerin “enflasyonun her yerde ve her zaman parasal bir olgu olduğu” iddiasına dayalı olarak para politikasının enflasyonla mücadelenin temel aracı olarak alınması gerektiği felsefesinin etkisi altında kalmış ve Keynesien maliye politikası araçlarına itibar etmemenin yanısıra genellikle bir bütünlük içinde uygulanamamıştır.

Bundan sonraki on yılda enflasyonla mücadelede başarı sağlanmak isteniyorsa bu politikaları zamana ve koşulların gelişimine göre çeşitli ağırlıklarla uygulamak ve Keynesien maliye politikası önlemlerine mutlaka para politikası araçlarıyla birlikte yer vermek gerekmektedir. Enflasyon hedefinde gelişmiş ülkeler düzeyine gelindiğinde istikrar sorununun çözümünü tümüyle piyasalara bırakmak en akılcı yaklaşım olarak ortaya çıkmaktadır.

2.2. 5 Nisan 1994 İstikrar Önlemleri ve Sonuçları
Türkiye ekonomisinin tıpkı 1970 lerin sonlarında olduğu gibi, 1980 lerin sonuna doğru tıkanmaya başladığı bilinen bir gerçektir. Bu tıkanmaya bir çözüm oluşturmaya yönelik ekonomik istikrar programının uygulamaya konulamamış olması (ki bunun temel nedeni siyasal iktidarların en büyük  karabasanı olan döviz sorununun aşılmış gibi görünmesidir) sonucu 1994 yılı başında Türkiye yeniden bir ekonomik krizin içine girmiş, uzun süredir istikrarlı görünen dolar TL paritesi ciddi şekilde bozulmuş, enflasyonist beklentiler büyük ölçüde artmış, Hazine içeride borçlanamaz duruma gelmiştir. ABD li kredi değerlendirme kurumlarının Türkiyenin kredi değerliliğini peş peşe ve ciddi şekilde düşürmesi sonucu dış kredi sağlanması imkanı da yok olunca siyasal iktidar bir ekonomik istikrar paketini yürürlüğe koymuş ve hemen peşinden IMF ile 14 aylık bir stand by düzenlemesine girilmiştir.

5 Nisan 1994 tarihli ekonomik istikrar programının başlıca hedefleri şunlardır:(i) Ek vergi alınarak kamu gelirlerinin arttırılması, (ii) Kamu giderlerinin, ücret artışlarının enflasyonun altında tutulması da dahil olmak üzere, çeşitli bütçe kısıntıları yoluyla düşürülmesi, (iii) (i) ve (ii) de konu edilen önlemler sonucu konsolide bütçe açığının ve dolayısıyla kamu kesimi harcama gereğinin (PSBR) düşürülmesi, (iv) TL sının dolar karşısında değer kazanmasının önlenmesi, (v) Hazine borçlanmasını çekici hale getirebilmek için başlangıçta enflasyonun çok üstünde bir faizle kağıt satılmaya başlanması ve zaman içinde bu faizin düşürülmesi.

Bütün bu önlemler sonucunda da enflasyonun makul düzeylere indirilmesi temel amaç edinilmiştir.

Uygulanmaya başlanan bu program yukarıda sayılan hedeflerin bir bölümüne kısa zamanda ulaşmış, ihracat artışına ithalat daralmasının eşlik etmesi sonuiu dışticaret açığı küçülmüş ve bunu izleyerek cari işlemler dengesi pozitif bir dengeye dönüşmüştür. Faizler yeniden serbest bırakılmış ve hatta çok yüksek faiz artışları başlangıçta teşvik edilmiştir. Bu tür maliye politikası ağırlıklı bir ekonomi politikasından beklendiği üzere reel GSMH 1994 yılının ikinci 3 aylık bölümünde % 10.5 oranında azalma göstermiş, yıl sonu gerçekleşmesi % 6 dolayında bir küçülmeyle sonuçlanmıştır. 1995 yılı ekonominin yeniden büyümeye yöneldiği bir yıl olmuştur. 1995 yılı GSMH reel büyümesi % 8.1 lik bir büyümeyi ortaya koymaktadır. Buna karşın fiyatlar genel düzeyinde ilk başta görülen düşme trendi kısa zaman sonra geçmişe göre daha da büyük bir artma eğilimi içine girmiştir. 1994 yıl sonu itibariyle 12 aylık toptan eşya fiyatları endeksi % 150 olmuştur. Bu oran bir önceki 12 aylık döneme göre yaklaşık 2 misli bir artışa işaret etmektedir. Fiyat artışları 1995 yılında yeniden istikrar programı öncesindeki düzeyine dönmüş ve % 70 ler dolayında gerçekleşmiştir. Böylece enflasyonun nedeni olarak teşhis edilen hastalıkların tedavisi daha önce ortaya koyduğumuz modele uygun bir biçimde GSMH gerilemesine neden olurken bir yandan da ilginç bir şekilde enflasyonu yükseltici sonuçlar vermiştir.

Bu şaşırtıcı sonucun nedenlerini şöylece sıralamak mümkündür:
(i) Maliye politikası önlemleri tek başına uygulanmış, piyasadaki aşırı likiditeyi düşürmeye yönelik para politikası araçları uygulanmamıştır. Hazine, Merkez Bankasından doğrudan para kullanmaya devam etmiş, Merkez Bankası, bankalara yönelik kredilerini arttırmış, sonuçta bankalar bu kredilerle kısa vadeli yüksek faizli Hazine kağıtlarını alarak Hazineye borç vermişlerdir. Böylece geçmişte tek başına uygulandığı için sınırlı sonuç vermiş bulunan para politikası terk edilerek yerine maliye politikasının uygulamaya konulması yoluyla bu iki politikanın birlikte uygulanmaması hatasında ısrar edilmiştir.
(ii) Siyasal iktidara duyulan güvensizlik, ekonomik istikrar programının yürürlüğe konmasından sonra da devam etmiş, mevcut iktidarın ve dolayısıyla uygulanan istikrar programının uzun ömürlü olmayacağını düşünen ekonomik aktörler beklentilerini olumlu bir çerçeveye dönüştürmemişlerdir. Böyle olunca da yeni klasik iktisatçıların beklenti ne yöndeyse gerçekleşme de o yönde olur” tezine uygun sonuçlar alınmıştır.
(iii) İstikrar önlemleri uygulaması sırasında kurumsal yapılanmaya ilişkin önlemler alınamamış, hatta tam tersine söz konusu önlemleri uygulamakta en büyük ağırlığa sahip olması gereken Hazine, Anayasa Mahkemesinin kuruluş kanununu iptal etmesi ve siyasal iktidarın yeni bir kanunu uzun süre yürürlüğe koyamaması sonucu kanunsuz olarak yönetilen bir kurum haline gelmiştir. Bu gelişme, 1994 yılının ikinci yarısı boyunca mevcut belirsizlik ortamını daha da arttırmış ve beklentilerin daha da olumsuz yönde etkilenmesine yol açmıştır.
(iv) Kamu tercihi okulunun daha önce değindiğimiz öngörüleri doğrultusunda, milletvekillerinin baskıları artmış ve Türkiye için bir istikrar programının temel ögeleri arasında bulunması gereken subvansiyonların daraltılması politikasından hedeflenen amaca göre ciddi şekilde sapma gösterilmiştir. 
(v) Bütün bu belirsizlikler içinde Hazine, kısa vadeli borçlanmayı sürdürmeye mecbur kalmış ve bu gelişme, ortamın belirsizliğini arttırmaya katkıda bulunmuştur. Artan belirsizlik faizlerin yüksek düzeyde kalmaya devam etmesine yol açmış, Hazine borçlanması giderek daha pahalılaşmaya başlamıştır.
(vi) 1994 yılı sonlarına doğru Türkiye önce ara seçim, sonra da erken genel seçim havasına girmiş, bu gelişme siyasal iktidarın ömrünün tamamlanmak üzere olduğu ve dolayısıyla uygulanmaya çalışılan istikrar programını terk edeceği inancının yerleşmesine yol açmıştır.

Özetle 5 Nisan kararları, yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız çerçeveye göre eksik alınmış, kamu oyu nezdinde güvenilirliğini yitirmiş bir siyasal iktidar tarafından, kurumsal düzenlemelere gitmeksizin ve hatta mevcutların da bozulmasıyla birlikte yürütülmeye çalışılmış kararlardır. 5 Nisan 1994 kararlarının, çerçevesi tam belirlenmeden, siyasal ve yapısal olumsuzluklar giderilmeden uygulamaya sokulmuş ve başarısız sonuçlar alınmış bir ekonomik istikrar programı örneği olarak tarihe mal olacağı anlaşılmaktadır. Söz konusu kararların asıl önemli olumsuz etkisi bundan böyle alınacak istikrar önlemlerine inançsızlık için bir altyapı oluşturması yönünde olmuştur.

3. TÜRKİYEDE ENFLASYONU DÜŞÜRMEK İÇİN UYGULANACAK İSTİKRAR POLİTİKASININ ÇERÇEVESİ

3.1. Para ve Maliye Politikalarının Birlikte Uygulanma Zorunluluğu
Enflasyonun nedenleri arasında iktisatçılar arasında derin anlaşmazlıklar vardır. Nedenler üzerinde anlaşmazlık olmasının alınacak önlemler konusunda çok daha derin anlaşmazlıklar yaratacağı son derecede açıktır.

Monetaristlerin yaklaşımın doğruluğunu kabul ederek Milton Friedmanın enflasyon her yerde ve her zaman parasal bir olgudur” sözünü esas alsak ya da daha açık bir ifadeyle enflasyonun ardında yatan temel nedenin para arzı büyümesi olduğunu kabul etsek şu soruyu sormak gerekmektedir. O halde para arzı büyümesinin nedeni nedir?  Para arzının büyümesine yol açan nedenleri ortadan kaldırmadan parasal araçlarla denetime dayalı bir politikayı yürürlüğe koymak en azından Türkiye gibi siyasal kararlarla ekonomik kararların iç içe olduğu ülkelerde pek fazla sürdürülebilir bir politika olamamaktadır. Bir başka deyişle siyasal karar alıcıları enflasyonla mücadeleye razı etmeksizin para politikası önlemlerinden hareket ederek enflasyonu denetim altına alma şansı pek yoktur.

Merkez Bankasının para programı uygulamasının 1990 yılında başarılı olup 1992 yılında başarısız olmasının ardında bu gerçek yatmaktadır.

Türkiyede para arzı genişlemesinin ardında yatan temel neden kamu kesiminin vergi toplayamamak ve kamu giderlerini kısamamaktan kaynaklanan yüksek finansman açıklarıdır. Bu açıklar devam ettiği sürece Hazine ve kamu kesiminin diğer yetkili kurumları Merkez Bankası kaynaklarına başvurmak zorundadırlar.

Özet olarak şunu söylemek mümkündür;  para arzı genişlemesini önlemenin yolu para politikası önlemlerinden, para arzı genişlemesine yol açan nedenlerin önlenmesi ise maliye politikası önlemlerinden geçmektedir. Para arzı genişlemesine yol açan mali disiplinsizlikler bir kez önlendiğinde ondan sonra yalnızca para politikası araçları enflasyonun denetimi için yeterli hale gelebilecektir. Nitekim mali disiplin sorununu çözmüş bulunan gelişmiş ülkelerin yürüttüğü uygulama da bu şekildedir. Para politikası araçlarının üstünlüğü, bu araçların uygulamaya konulmasındaki sürat, eksikliği ise sonuç alınmasının maliye politikası araçlarına göre daha uzun zamana bağlı olmasıdır. Maliye politikası araçları ise uygulamaya konulmadaki yavaşlığına karşın daha çabuk sonuç veren önlemlerdir. O halde her iki politika birbirini tamamlayıcı şekilde uygulanırsa diğerinin eksikliği giderilmiş olur.

3.2. Maliye Politikası Önlemleri
(i) Vergi Yükünün Arttırılması
Türkiyede vergi yükünün mevcut % 25ler düzeyinden en az % 30 - 35ler düzeyine çıkarılması ve bu artışın vergi oranlarında arttırma yoluyla değil vergi idaresinin yeniden örgütlenmesi ve bu şekilde vergi kayıp ve kaçaklarının önlenmesi suretiyle sağlanması gerekmektedir. Vergi oranlarıyla başlangıçta oynama yerine, gerçek vergi hasılatını toplamaya yönelik idari önlemler alınıp vergi kaçakları önlendiği oranda vergi oranlarında indirimler yapılması mümkündür.

Vergi geliri artışını sağlamanın ilk adımı siyasal iktidarların Türkiyede vergi toplanmadığını kabul ederek konunun üstüne gidilmesini sağlamalarından geçmektedir. Bu çerçevede, çok sayıda vergi mükellefiyle uğraşan vergi daireleri yerine az sayıda vergi mükellefiyle uğraşan, mükelleflerini tanıyan ve izleyebilen mahalle vergi dairelerinin kurulması  gerekmektedir. Bu düzenlemelerin yanı sıra vergi denetimiyle görevli elemanların tümüyle vergi dairesi müdürlerinin emri altında çalışmaları zorunluluğu vardır. Bir kaç bin vergi mükellefini kapsayan mahalle vergi daireleri, bu mükellefleri rahatlıkla izleyebilecek onlardan beyanname alır almaz denetim elemanları aracılığıyla beyanların doğruluğunu denetleyebilecek ve vergi kayıp ve kaçaklarını asgari düzeye indirebilecektir. Bugünkü sistemde son derecede ağır işleyen vergi yargısını hızlandırabilmek için yasal bazı önlemler getirilmesi de bir zorunluluktur.

ABD de ve bir çok Avrupa ülkesinde, tüketiciyi koruma mevzuatı çerçevesinde, tüketicilerin, satın aldıkları malları 1 ay içinde iade edip bedelini tümüyle geri almaları hakkı vardır. Türkiyede tüketiciyi koruma kanunu çıkarılmış olmakla birlikte böyle geniş haklar tanıyan bir düzenleme mevcut değildir. Türkiyedeki uygulama yalnızca ayıplı veya bozuk mallar için getirilmiş son derecede kısıtlı bir koruma uygulamasıdır. Alınan tüm malların herhangi bir kısıtlama olmaksızın belirli bir süre içinde iade edilebilmesi yolunda bir yasal zorunluluğun getirilmesi, hem tüketici haklarının ileri ülkeler düzeyinde korunmasına hem de söz konusu iadeler için fatura gösterilmesi zorunluluğu olacağı için fatura istenip saklanmasına ve dolayısıyla satışların mutlaka belgelenmesine yol açacaktır. Satışların bu şekilde belgelenmesinin vergi kaçakçılığını önemli ölçüde çözeceği açıktır. Böyle bir uygulamaya geçilmesi halinde vergi iadesi gibi pahalı yöntemlere gerek kalmayacaktır.

Dolayısıyla böyle bir programın ilk adımı yine bazı kurumsal düzenlemelerden geçmek zorundadır. Bununla birlikte bir toplumda vergi kayıp ve kaçaklarının önlenmesinde temel noktalardan birisinin toplanan vergilerin yerli yerine harcanıp harcanmadığı sorunudur. Vergi ödeyenler, ödedikleri vergilerin gereksiz yerlere harcandığı inancını taşıyorsa vergi kayıp ve kaçaklarını tam anlamıyla önlemek mümkün olamaz. Devlet, giderlerinin haklı ve tarafsız yapıldığına yurttaşlarını ikna etmek zorundadır.

Öte yandan, gelir vergisi kaçakçılığının üzerine gidilerek bu verginin hasılatının arttırılması, bu vergiye, otomatik dengeleyici rolünü daha etkin bir şekilde oynayabilme imkanı verecektir.

 (ii) Kamu Giderlerinin Kısılması
 Burada konu, öncelikle kamu kesiminin yatırım ve diğer giderlerinin kısılması olmakla birlikte gerektiğinde ücret, maaş ve transfer gideri kısıntılarını bile kapsamaktadır.

Konu ücretler olduğu zaman iki tür yaklaşım söz konusu olabilir. İlki ücretlerin artışının enflasyonun ötesinde artmasına izin verilmemesi, ikincisi ise Heterodox  istikrar  politikasının en önemli parçası sayılan gelirler politikası”nın (incomes policy) uygulamaya konulması.

1980 li yıllarda özellikle yüksek enflasyon içinde bocalayan Güney Amerika ülkelerinden bazılarında uygulamaya konulan ve heterodox istikrar politikasının bir parçasını oluşturan ve genel olarak ücret ve fiyatların geçici olarak dondurulmasını içeren gelirler politikası; ortodox istikrar politikası adıyla da anılan bütçe açıklarını düşürmeye ve para arzının büyümesini önlemeye yönelik maliye politikalarıyla birlikte uygulanmıştır. Gelirler politikası vergi araçlarıyla da desteklenebilir. Vergi aracı iki ayrı yöntem aracılığıyla uygulanabilir; sopa yöntemi” ve “havuç yöntemi”.  Sopa yönteminde, kabul edilen klavuz ücret artışlarının ötesinde ücret artışı yapan kuruluşların ödeyecekleri kurumlar veya gelir vergisi oranları, neden oldukları sapma oranında arttırılır. Havuç yönteminde ise kabul edilen klavuz ücret artışlarına paralel ücret artışı yapan kuruluşların ödeyecekleri kurumlar veya gelir vergilerinde bir miktar indirim yapılır.[30]  Kısa dönemde enflasyonda önemli inişlere yol açan bu politikalar orta - uzun dönemde, uygulandığı ülkelerin bir bölümünde yine eski duruma dönülmesini önleyememiştir.[31]

O halde Türkiye için yapılacak şey, fazlaca başarılı sonuçlar vermemiş heterodox istikrar politikaları yerine, siyasal iktidarın toplumsal uzlaşma kanallarını deneyerek ücretlileri ve toplumun bütün kesimlerini enflasyon üzerinde artışlara yol açacak taleplerden uzak durmaya razı etmek suretiyle, dereceli bir enflasyonla mücadele politikasını, bir başka deyişle ortodox istikrar politikalarını benimsemek olacaktır. Bununla birlikte istikrarsızlık süresi uzadığı taktirde, heterodox politikaların uygulanması kaçınılmaz hal alabilir.

Türkiyede kamu giderlerinin kısılması, tarım kesimine sağlanan çeşitli kategorilerdeki subvansiyonların da bir süre arttırılmamasını ve faiz subvansiyonundan gübre subvansiyonuna kadar yayılan bu desteklerin orta-uzun dönemde tek kalemde toplanarak yapılmasını gerektirmektedir.

Kamu giderlerinin kısılması açısından en önemli konulardan biri bütçe dışı fon giderlerinin tam anlamıyla disiplin altına alınmasıdır.  Özellikle ileriki yıllara yönelik olarak gider taahhütlerine girilmesinin önlenmesi büyük önem göstermektedir. Fonların bütçe ile birleştirilmesi yalnızca geçici bir çözümdür. Bu konuya ilişkin asıl çözümün bu fonların tümüyle kaldırılmasından geçtiği açıktır.

Türkiyede enflasyonu düşürme yolunda uygulanacak önlemler ister maliye politikası, ister para politikası, isterse de iki politikanın bileşimi şeklinde olsun sonuçta fatura ilk anda reel GSMH nın gerilemesi şeklinde çıkacaktır. Bununla birlikte başlangıçta kamu giderlerini kısma ve kamu kesimini küçültme şeklinde uygulanacak bir maliye politikasının ilk etkisini, orta - uzun dönemde özel kesimin yapacağı yeni yatırımlarla gidererek GSMH yı yeniden arttıracağını düşünüyoruz. Burada özellikle azalan kamu giderlerinin kamu borçlanmasında azalmaya yol açacağı ve bu gelişmenin de faizlerde ortaya çıkacak düşme sonucu özel kesimi yeniden borç verilebilir fonlar piyasasındaki aktif konumuna geri getireceği varsayımına dayandığımızı vurgulamakta yarar vardır. Bunu şekiller yardımıyla açıklamaya çalışalım.


Şekil 4/(a) da dikey eksende fiyat düzeyi, yatay eksende reel GSMH gösterilmektedir. Uzun dönemli toplam arz eğrisi (UDTA) kolay değişebilen bir nitelikte olmadığı için dikey eksene paralel olarak yer almakta, kısa dönemli arz eğrisi (KDTA1) ve toplam talep eğrisi (TT1) fiyat değişikliklerinden etkilenebilmektedir. Toplam arz ile toplam talebin buluştuğu noktada ekonominin genel dengesi ortaya çıkacağı için, böyle bir denge, kısa dönemde KDTA ile TT eğrilerinin kesiştiği, uzun dönemde ise KDTA ile TT eğrilerinin UDTA üzerinde kesiştiği noktalarda oluşacaktır.

Ekonominin belirli bir anda KDTA1 ile TT1 eğrilerinin UDTA üzerinde kesiştiği (A) noktasında dengede olduğunu ve hükümetin kamu giderlerini kısıtlayarak toplam talebi daraltıcı bir ekonomi politikasını uygulamaya soktuğunu varsayalım. Bu durumda toplam talep eğrisi (TT1) talep daralmasını sergileyerek sola doğru kayacak (TT2) ve kısa dönemli toplam arz eğrisiyle (KDTA1), (B) noktasında kesişecektir. (B) noktası, uzun dönemli toplam arz eğrisi üzerinde olmadığ1 için kısa dönemli bir dengeyi göstermektedir. (B) noktasında fiyatlar genel düzeyi P1 den P2 ye düşmüş, reel GSMH ise Y1 den Y2 ye gerilemiştir.

Ekonominin bu yeni kısa dönemli dengesinin oluştuğu noktadan itibaren, daha önce değindiğimiz borç verilebilir fonlar piyasasında ortaya çıkacak gelişmeler önem kazanmaktadır.

Şekil 4/(a) da açıklanan kamu kesimi borçlanmasını düşürücü gider kısma politikasının, borç verilebilir fonlar piyasasındaki etkileri şekil 4/(b) de yer almaktadır. Şekil 4/(b) de dikey eksende faizler ve yatay eksende borç verilebilir fonlar miktarı gösterilmektedir. Hazinenin bulunmadığı bir piyasada toplam borç verilebilir fon arzı (TA) ile özel kesimin toplam borç talebi (TÖ) nün kesiştiği (1) numaralı noktada denge sağlanmakta ve bu noktada 0M1 kadar borç, 0F1 faizi ile alınmaktadır. Hazinenin bu piyasaya borçlanmak üzere girmesiyle birlikte toplam borç talebi eğrisi (TÖ+H1) e kaymakta ve yeni denge (2) numaralı noktada oluşmaktadır. Bu denge noktası 0M2 kadar borç miktarının 0F2 faizinden alınıp verildiği bir noktadır. Bununla birlikte özel kesimin borç alma amacı kamu kesiminden farklı olduğu için özel kesim artan faizden borçlanma miktarını daraltıp (TÖ+H1) e geçmeyerek TÖ üzerinde (3) numaralı noktaya kaymaktadır (özel kesimin piyasadan itilmesi etkisi). (2) numaralı noktada 0F2 kadar faiz üzerinden toplam 0M2 kadar borç alınmakta; bu miktarın 0M3 kadarını özel kesim, M3M2 kadarını Hazine almaktadır. Böylelikle özel kesimin borçlanması M1M3 kadar daralmış olmaktadır. Bu noktada Hazinenin, yukarıda şekil 4/(a) da açıklandığı şekilde uygulanan bir gider kısıcı politika sonucu bütçe açığındaki azalmaya paralel olarak borçlanmasını düşürdüğünü varsayalım. Bunun borç verilebilir fonlar piyasasındaki etkisi (TÖ+H1) eğrisinin talep daralmasını temsil edecek şekilde sola doğru kayması (TÖ+H2) olarak ortaya çıkacaktır. Bu durumda yeni denge  (TÖ+H2) ile (TA) nın kesişme noktası olan (4) numaralı noktada ortaya çıkacaktır. (4) numaralı yeni denge noktasında faizler F3 e düşmüş, toplam borç miktarı 0M2 den 0M4 e gerilemiştir. Faizlerde ortaya çıkan düşme, özel kesimi yeniden bu piyasada talebini arttırmaya yöneltecektir. Bununla birlikte faiz düşüşü özel kesimin piyasada tek başına bulunduğu kadar çekici olmadığı için özel kesimin kendi talep eğrisinden ayrılmasına yol açmayarak, (5) numaralı noktaya geçmesine yol açacaktır. Bu durumda 0F3 faizinden borçlanılan 0M4 miktarındaki toplam borcun, 0M5 kadarını özel kesim, M5M4 kadarını Hazine alacak demektir. Sonuçta gider kısıcı politika, Hazinenin borçlanma gereğini (M4M2 kadar) düşürmüş, özel kesimin genellikle yatırım amaçlı borçlanma miktarını (M3M5 kadar) arttırmıştır.

Şekil 4/(a) da, özel kesimin daha çok borçlanarak yaptığı yatırımların yarattığı arz artışı kısa dönem toplam arz eğrisinin (KDTA1) sağa doğru kayarak (KDTA2) ye geçmesiyle gösterilmektedir. (KDTA2) (TT2) ile (C) noktasında kesişmekte ve söz konusu buluşma (UDTA) üzerinde olduğu için ekonominin uzun dönemli dengesini temsil etmektedir. (C) noktası, kamu kesimi giderlerinin kısılmasının ilk aşamada yarattığı reel GSMH gerilemesinin, özel kesimin yatırım fonlarını daha ucuza bulabildiği bir ortamın yaratılması sonucu yeniden artışa dönüştüğü ve fiyatlar genel düzeyinin gerileme gösterdiği bir noktadır.

Özetle şunu söylemek mümkündür; Türkiye gibi enflasyon oranının büyük kamu kesimi açıklarından kaynaklanarak denetim dışı boyutlara ulaştığı ülkelerde, kamu giderlerini ve oradan giderek toplam talebi kısıtlayıcı politikalar, fiyat artışlarının gerilemesinin yanısıra kaçınılmaz bir şekilde kısa dönemde reel GSMH gerilemesine yol açmak durumundadır. Bununla birlikte yukarıda sunduğumuz analiz, bu politikanın uzun dönemde reel GSMH düşüşünü telafi edeceğini ortaya koymaktadır.

Yukarıda vergilerle ilgili olarak değindiğimiz gibi, kamu giderlerinin kısılması vergi ödeyen yurttaşların, ödedikleri vergilerin gereksiz yere harcanmadığı izlenimi edinmelerine ve vergi ödemekten kaçınmada direnmemelerine de yol açacaktır.

(iii) Bütçe Fazlası
Vergilerin arttırıldığı, kamu giderlerinin kısıldığı bir dönemde öncelikle kronik bütçe açıklarının dengeye gitmesi daha sonra da bütçe fazlalarının ortaya çıkması olasıdır. Bu ortamda, ortaya çıkacak durgunluğun derecesine göre bu fazlaların kullanılması, gerektiğinde derece derece bazı yeni kamu yatırımlarının başlatılması uygun olabilir. Bununla birlikte bu tür yatırımlar özellikle başlangıçta, kısa sürede gelir getirici yatırımlar olmalı ve enflasyonu yeniden beslememelidir.

Buraya kadar gerek vergi yükünün arttırılması ve gerekse kamu giderlerinin kısılması ve sonuçta bütçe fazlasına yönelik bir politikayı ileri sürerek, Keynesien maliye politikası uygulamanın gerekliliğini vurgulamış oluyoruz.

(iv) Borç Yönetiminin Bir Araç Olarak Kullanılması
Gelirlerin artmaya ve giderlerin düşmeye başladığı ortamda Hazine borçlarının, özelleştirme gelirleriyle de takviye edilerek geri ödenmesine, ya da en azından yeni ve büyük yatırımlara girişerek bu borçların artmasına engel olmaya çalışmak gerekmektedir. Hazine borçlarının geri ödenmeye başlanması, bir yandan piyasada, yukarıda sayılan önlemlerin yaratacağı likidite ve dolayısıyla talep daralmasını giderecek ve durgunluğa doğru gidişi kaçınılmaz olan ekonomiye bir genişleme sağlayacak, öte yandan da Hazinenin özel kesim kuruluşlarını piyasadan itmesi etkisini yavaş yavaş ortadan kaldıracak ve özel kesim kuruluşlarının fon bularak yatırım yapmalarına ve kamu kesiminin yarattığı boşluğu doldurmalarına imkan verecektir.

Bununla birlikte konu aşırı talebin baskısını gidermek olduğu için ilk aşamada elde edilecek fonların TC Merkez Bankasına olan borçların ödenmesinde kullanılması, uygulanacak para politikasının başarısı için şarttır. Piyasaya olan borcun ödenmesi daha çok talebin kısılmasına değil yer değiştirmesine yol açacağı halde Merkez Bankasına dönen para sterilize olur.

 3.3. Para Politikası Önlemleri
Para politikası araçlarının, yukarıda açıklanan maliye politikası araçlarıyla bir bütünlük içinde uygulanabilmesi için, Hazinenin  Merkez Bankasına yönelik kullanımları kaldırılmalı, piyasaya sürülecek para denetlenmelidir. Merkez Bankasının kamu iktisadi teşebbüslerine kredi açması uygulaması terk edilmelidir. Türkiyede yalnızca bu kadarlık bir parasal disiplin sağlanması bile para programının başarıya ulaşması ve fiyat istikrarının sağlanmasında bir alt yapı oluşturulması için yeterli olabilmektedir.

O halde burada monetaristler ve yeni klasik iktisatçıların görüşü paralelinde sabit bir parasal büyüme kuralını savunmuş oluyoruz.  Kanımızca bu politika maliye politikasıyla eş-anlı olarak uygulamaya konulması gereken bir politikadır. Bir başka deyişle toplam talebi denetim altına alacak maliye politikası önlemleri uygulanırken tersine bir genişlemeci para politikası uygulanması alınacak sonuçları yok eder.

Başlangıçta maliye politikasına yardımcı olarak kullanılacak olan para politikası araçları, zaman içinde, maliye politikası önlemlerinden alınacak sonuçlara göre bu politikanın yerini alacak şekilde kullanıma hazır tutulmalıdır. Bir başka deyişle enflasyon, maliye ve para politikası ortaklığı sonucunda tek rakamlı büyüklüğe düşürüldükten sonra, o noktaya kadar maliye politikası araçlarına bırakılmış olan ağırlık para politikası araçlarına devredilmelidir.

3.4. Dışticaret Politikası
Genellikle ithalata sınırlamalar getirildiğinde enflasyon üzerinde arttırıcı, sınırlamalar kaldırıldığında enflasyon üzerinde azaltıcı etkiler ortaya çıkar. İthalat bir yandan iç fiyatları denetim altında tutmanın bir aracı olarak kullanılabileceği gibi ihracat artışının neden olacağı iç fiyat artışlarını dengelemek üzere de kullanılabilir. Bu nedenle enflasyonla mücadele politikası izlendiğinde ani ithalat kısıtlamalarından, ya da yine ithalatı kısıtlayıp ihracatı arttıracak sonuçlar yaratacak olan ani ve yüksek oranlı devalüasyonlardan kaçınmak gereklidir. Kuşkusuz bu tür kısıtlamalardan ya da devalüasyonlardan kaçınılması ülkenin dış ticaret ve ödemeler dengesi cari işlemler dengesinin ne kadar sürdürülebilir olduğuyla yakından ilgilidir.

3.5. İstikrar Politikasını Tamamlayıcı Diğer Politikalar
(i) Siyasal İktidarın Ekonomik Alandaki Yetkilerinin Kısıtlanması
Türkiyede siyasal iktidarın ve onun lideri olan başbakanın yetkileri hiçbir gelişmiş ülkedeki uygulama ile kıyaslanmayacak kadar geniştir. Hiçbir gelişmiş ülkede hükümet başkanı iç borçlanmaya, faizlere, döviz kurlarına, kamu iktisadi teşebbüslerinin fiyatlandırma politikalarına müdahale edecek kadar geniş yetkilere sahip değildir. Bu anlamda basit bir karşılaştırma yaparsak şunu söyleyebiliriz; Türk Başbakanının ekonomiye müdahale yetkisi örneğin ABD Başkanının yetkisinin kat kat üstündedir. Aslında Türkiyedeki ekonomik sorun büyük ölçüde bu müdahale yetkisinden kaynaklanmaktadır. Bir örnek olarak 1994 ekonomik istikrar önlemleriyle sonuçlanan uygulamalara değinmek mümkündür; siyasal iktidar 1993 yılının son çeyreğinde faizleri düşürmek tutkusuna kapılmış, bunu gerçekleştirmek amacıyla peş peşe iç borçlanmayı iptal ettirmiş ve sonuçta döviz krizinin doğmasına neden olmuştur. O dönemde siyasal iktidarın faize müdahale etme yetkisi bulunmasaydı Türkiye herhangi bir krizle karşılaşmayacaktı.

Bütün bu açıklamalar Türkiyede siyasal iktidarın ekonomik kararlara doğrudan müdahalesini önleyecek düzenlemelere gidilmesinin zorunlu olduğunu ortaya koymaktadır. Bu husus Türkiye açısından özelleştirmeden daha önemlidir. Zira siyasal iktidarın ekonomiye bu denli ayrıntılı olarak ve rahatlıkla karışabilmesi özel kesim için de ciddi bir tehlikedir.

Burada  ortaya koyduğumuz yaklaşımla daha önce değindiğimiz kurallar mı seçimlik politikalar mı  tartışmasında değindiğimiz hususlar arasında bir çelişki olmadığını belirtmemiz gerekir. Türkiye gibi henüz kuralların oturmadığı ülkelerde siyasal iktidarlar öncelikle ekonomiye kendilerinin müdahale etmesini önleyecek kuralları koymak için müdahale etmek zorundadırlar.

Bu alt kesimdeki açıklamalarımızın klasik iktisat okulu ve onun devamı niteliğindeki iktisat okullarıyla paralel olduğunu vurgulamamız gerekir.

(ii) Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Özelleştirilmesi
Bu politika bir yandan, zarar eden bu kuruluşları özel kesim içinde, ticari kurallara göre çalışıp, Hazineden para talep etmek yerine devlete vergi öder duruma getirerek ek gelir sağlayacak öte yandan da, kamu kesiminin küçültülmesi ve bu yolla piyasa müdahaleleri yoluyla sistemin bozulmasına neden olan yanlış bir takım siyasal eğilimleri yok edecektir. Aksi takdirde, devletin gereksiz subvansiyon yüklerinden, kamu kesiminin ücret baskılarından kurtulması çok daha zor bir iştir.

Bu yararlarına karşın özelleştirmenin aceleye getirilmesi ve bu nedenle yanlış işlemler yapılması, ilerisi için son derecede kötü bir referans oluşturur. O nedenle Türkiyede özelleştirmeye girişmeden önce, kamu iktisadi teşebbüslerine, özellikle de tekel konumunda bulunan ya da bu konuma dönüşmesi kolay olanlara, siyasal karışımları giderici ve bunların tekel olarak çalışmalarını önleyici mekanizmaların kurulması şarttır. Bu tür mekanizmaların kurulması halinde özelleştirmeye hangi alanlarda gereksinim olduğu daha iyi anlaşılabilir. Aksi takdirde sosyal amaçlardan haklı olanlarının da kaybedilmesi ve özelleştirilen kuruluşların özel kesim elinde tekelleşmesi gibi olumsuz sonuçlarla karşılaşılması olasıdır.

Özelleştirme yalnızca kamu iktisadi teşebbüsleriyle sınırlandırılmamalı, belediyelere bağlı işletmeler öncelikle özelleştirilmelidir. Bu işletmelerin özelleştirilmesi hem daha kolaydır hem de siyasetin ekonomiye karışımını daha hızlı önleyecek niteliktedir.

Öte yandan bu kuruluşların özelleştirilmesinden sağlanacak gelirlerin Hazine dış borçlarının geri ödenmesinde kullanılması, böylece kamu kesiminin borç yükünün hafifletilmesi de önemli bir konudur. Özelleştirme gelirlerinin bu şekilde kullanılmasının bir başka yararı söz konusu paranın iç talebi artırmaksızın sterilize edilmesinde görülecektir.

Devleti küçültme yolundaki bu girişimin klasik iktisat okulunun temel görüşlerinden biri olduğunu bir kez daha belirtelim. Piyasaların müdahalesiz çalışabilmesi için klasik okulun kamu kesimini olabildiğince küçültme yolundaki görüşü oldukça önemlidir.

(iii) Faiz Politikası
Genel olarak enflasyonist ortamda ülkenin en büyük borçlusu konumundaki Hazine ile Merkez Bankası arasında uygulanacak faiz politikası anlayışları açısından çelişki oluşur. Merkez Bankası, enflasyonla mücadele konusunda yüksek faizi bir politika aracı olarak kabul ederken, Hazine düşük faizle borçlanmayı tercih eder. Hazinenin bu tercihinin sonucunda faizlerin düşürülmesi yönünde siyasal baskılar oluşur ve enflasyonla mücadelede Merkez Bankasının en önemli araçlarından biri zedelenmiş olur.[32]  Türkiye uygulaması bu örneklere sıkça rastlanabilen zenginliktedir.

Borç verilebilir fonlar piyasasında faiz, borç verilebilir fon arzı ile borç verilebilir fonlara yönelik talep tarafından belirlenir. Böyle bir piyasada fiyata (faize) müdahale söz konusu olamaz. Fiyatın arz ve talep tarafından belirlenmesi serbest piyasanın temel koşuludur. Hazinenin zaman zaman faizleri düşürme yönündeki müdahalesi iki anlam taşıyabilir (i) Türkiyede borç verilebilir fonlar piyasası serbest piyasa değildir, (ii) Hazine, borçlanma talebini düşürmek suretiyle faizlerin düşmesini sağlamaya çalışmaktadır. Türkiyede borç verilebilir fonlar piyasasının tam rekabet piyasası olmasa da serbest bir piyasanın koşullarını taşıdığı açıktır. O halde Hazine aslında faizlere doğrudan müdahale etmemekte, borçlanma talebini düşük tutarak faizleri etkilemeye çalışmaktadır. Bu davranışın piyasanın serbestliğini bozmaya yönelik bir yönü yoktur. Çünkü bir malı arz ya da talep etmek zorunluluğu hiçbir piyasada sözkonusu değildir. Bununla birlikte Hazinenin, kamu açıklarının büyüdüğü ve bu açıkları reel gelirlerle azaltma yönünde önlem alınmadığı bir ortamda, borçlanma talebini düşürmesi sürekli olamaz. Burada konu olan seçenek Merkez Bankasından daha fazla kaynak kullanmaktır. Bu seçeneğin anlamlı olmadığı açıktır. Çünkü borcun, para basarak ödenmesinin (monetizasyon) sonuçta enflasyonist etkiler yaratacağı ve enflasyonist etkilerin de kamu kesimi açıklarını daha fazla arttıracağı bilinen bir gerçektir. O halde faizler üzerinde, ileride faizlerin daha da yükselmesine yol açacak baskılar kurmak yerine, Hazinenin yüksek miktarlarda borç talep etmesini önleyecek şekilde kamu kesimi açıklarını azaltacak önlemlerin alınması zorunludur. Bu önlemlerin bir başka yararı da özel kesimin daha düşük faizlerle yatırım için finansman bulabilmesine imkan sağlaması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu çerçeveden hareketle  istikrar programı uygulamasında, faizlere hiçbir şekilde müdahale etmemek ve alınacak diğer önlemler sonucunda faizlerin kendiliğinden düşmesini beklemek en doğru yol olarak görünmektedir.

Faizlerin oluşumunu piyasaya bırakmayı savunurken klasik, monetarist ve yeni klasik okulların görüşlerine paralel bir öneri yapmış bulunuyoruz.

(iv) Sosyal Güvenlik Sisteminin Yenilenmesi
Türkiyede sosyal güvenlik sistemi bugünkü haliyle çökmüş durumdadır. Bu sistemin çökmüş olması kamu maliyesini de çökmenin arefesine getirmiştir. Bu çöküşün temel nedeni halen uygulanmakta olan kuşaklar arası kaynak aktarımı yöntemidir. Bu yöntemde sosyal güvenlik şemsiyesi altındaki kişinin kendisinin ve işverenin onun adına yatırdığı primlerle doğrudan bir ilişkisi bulunmamaktadır. Geçmiş dönemde çalışmış olan bir emeklinin maaşını halen çalışıp ta prim ödeyenler karşılamaktadır. Elde edilen fonların uygun yerlerde kullanımı halinde kendi kendini finanse edebilecek olan bu yöntem, Türkiyede yanlış kullanımlar, erken emeklilik hakları, kurumların finansman yapıları öngörülmeden yapılmış zamlar vb nedenlerle iflas etmiş bulunmaktadır.

İflas etmiş bulunan bugünkü kuşaklar arası kaynak aktarımı sistemi yerine herkesin yatırdığı primle bağlantılı olarak emekli olması yönteminin getirilmesi, sosyal güvenlik sistemini ve mali sistemi kurtarmanın en önemli adımlarından birini oluşturmaktadır. Bu yeni yöntemde kişiler, kurulacak özel sosyal güvenlik kurumlarına belirli bir asgari sosyal güvenlik primini ödeyecekler, işverenler de benzer bir katkıda bulunacaklardır. Bu primler söz konusu sosyal güvenlik kurumu tarafından en yüksek geliri getiren alanlarda nemalandırılacak ve kişi emekli olunca kendisine emekli ikramiyesi ve emekli aylığı olarak ödenecektir. Kişi, belirlenmiş asgari primin üstünde ödeme yapmak isterse bu onun ilerideki emekli aylığının artmasını sağlayacaktır. Belirli bir süre prim ödemiş olan kişi bu süreden sonra işsiz kalırsa bu primleri ve onların nemalarından kendisine işsizlik aylığı bağlanabilecektir.

Böyle bir sistemi uygulamaya koyabilmek için atılacak ilk adım özellikle TC Emekli Sandığındaki ayrıcalıklı uygulamaları kaldırmaktır. Sandığın elindeki otel vb işletmeler hızla elden çıkarılarak kötüye kullanılmaları önlenmelidir. Buna ek olarak sandığın sağladığı emeklilik statülerindeki ayrıcalıklar tümüyle kaldırılmalıdır.

(v) Açık Sözlülük Politikası
Enflasyonun temel nedenlerinden birisi beklentilerdir. Bir toplumda beklentiler fiyatların yükseleceği yönündeyse, enflasyonu kısa dönemde düşürmek son derecede zordur.

Ekonomik istikrar politikası uygulamaya başladığı zaman siyasal iktidar, amaçlarını, kullanacağı araçları ve izleyeceği yolu önceden açık açık ilan etmeli ve ortaya çıkan sapmaları hata ve eksiklerini de kabul ederek açıklamalıdır. Yaptığı hataları kabul edip bunu toplumla paylaşmayan bir siyasal iktidar izlediği yolun farkında olmadığı kanısını uyandırır ki bunun sonucu beklentilerin daha da olumsuz bir şekle dönüşmesidir. Siyasal iktidar önceden programlanıp açıklanmış bir politikayı devamlı bir şekilde uygulamalı, bu programda yapacağı değişiklikleri önceden açıklamalıdır. Böylece toplumun çeşitli kesimleri üzerinde kararlı ve tutarlı bir politika izlendiği inancı oluşacak, belirsizlikten kurtulan kişi ve kurumların davranışları rasyonelleşecektir.[33]

Bunların yanı sıra bir ekonomik istikrar programının hedeflerinin varılamayacak kadar iddialı hedefler olmasından kaçınmak da önemlidir. Özellikle miktar, oran ve süre konusunda hedef açıklarken çok dikkatli olmakta yarar vardır. Önemli olan ne zaman ne miktar veya oranda sonuç alınacağının açıklanması değil, siyasal iktidarın bu hedeflere varmak için ne kadar kararlı olduğunu açıklaması ve bu açıklamalar doğrultusunda aynı kararlılıkla hareket ettiğini kamuoyuna yansıtabilmesidir.

3.6. Ekonomik İstikrar Politikasının Uygulama Sırasında Revizyonu
Bir istikrar politikası programını uygulamaya başlamadan önce programın bütün sonuçlarını tahmin etmek imkansızdır. Yukarıda değinilen önlemler kuşkusuz bir başlangıç modelinden ibarettir. istikrar politikası uygulamaya konulup önlemler alındıktan sonra ortaya çıkan sonuçlara göre yeni önlemler alınması ya da bazı düzeltmeler yapılması gerekeceği açıktır. Bu açıdan bakıldığında istikrar politikası önlemlerinin sürekli olarak gözden geçirilmesi, uygulama sonuçlarına göre kapsam ve yönteminin revize edilmesi ve gelişmelerin kamuoyuna açıklıkla anlatılması zorunludur.

Söz konusu programın uygulanması sırasında ortaya çıkan başarısızlıkların kabul edilerek kamuoyuna açıklanması ve bu başarısızlıkları gidermek için ne gibi önlemler alınacağının belirtilmesi açık sözlülük politikasının bir gereğidir. Böylece kamuoyu, ortaya çıkan başarıların tesadüfi olmadığına, başarısızlıkların siyasal iktidarın bilgisi altında olduğuna ve bunları gidermek için yeni önlemler alınacağına inanacak, bu açık sözlülük, siyasal iktidara duyulan güveni arttırmanın yanısıra beklentileri olumlu yönde etkileyecektir.

Bir siyasal partinin iktidar süresinin 4 - 5 yıl olduğu dikkate alınırsa ilk 2 -3 yılda ekonomik istikrar programının en zor bölümünü aşmaya çalışmasının en akılcı yol olduğu anlaşılacaktır. Şekil 1 e bu amaçla yeniden bakılırsa siyasal iktidarın I noktasını aşıp D noktasına doğru oy oranını tırmandırması için önünde 2 yılı kalmış olacaktır. Eğer söz konusu iktidarın I noktasına ulaşması 4 yılını almışsa D yerine D ne geçecek popülist politikalara sapması son derecede kolay olacak, başlangıçta pek fark etmemiş olan bu sapma sonuçta E noktasına kadar bu iktidarı taşıyacaktır.
  

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: SONUÇ:  EKONOMİK İSTİKRARIN SİYASAL İSTİKRARA BAĞIMLILIĞI

Yeni klasik iktisatçıların ortaya koyduğu çok önemli bir gerçek vardır; enflasyon sorunu, para ve maliye politikaları aracılığıyla geçici ayarlamalar yapmakla çözümlenemez. Siyasal iktidarın, devlet giderlerini karşılama şekli, kamu oyunun siyasal iktidara güven duyacağı tarzda değiştirilmek zorundadır. Bir başka deyişle ekonomik istikrar politikasının başarısı siyasal iktidarın kredibilitesiyle yakından ilgilidir. Herşeyden önce kamu oyu, kamu kesimi finansman açıklarının para basarak karşılanmadığını, Merkez Bankasının siyasal iktidardan bağımsız olduğunu görmelidir. İkinci önemli konu, alınan önlemlerin devamlılığının sağlanmasıyla, ya da daha açık bir ifadeyle bu tür sorunların ileride yeniden ortaya çıkmayacağına olan inancın yerleştirilmesiyle ilgilidir. Bunun da yolu bütçe açıklarının düşürülmesindeki devamlılıktan geçmektedir.

Türkiyenin 1980 ler boyunca gerçekleştirdiği yapısal değişimlere karşın 1994 yılı başında tekrar aynı noktaya gelmesinin nedenleri ekonomik olmaktan çok siyasal nedenlerdir. 1993 yılı boyunca, Hazinenin Merkez Bankasından kullandığı kısa vadeli avansın % 130 dan fazla artmış olmasının, iktidara gelirken en çok bu noktayı eleştirmiş bulunan bir liderin dönemine denk gelmesi, sorunun siyasal bir sorun olduğunun en önemli göstergesi olarak kabul edilebilir.

Yaptığımız bütün açıklama ve değerlendirmeler, Türkiye'de gerek kurumsal düzenlemelerin ve gerekse ekonomi politikasının siyasal kararlılık olmaksızın yürütülemeyeceğini ortaya koymaktadır. Vardığımız en acı sonuç budur. Genelde, bu konulardan bazıları tümüyle teknik çalışmalarla ve son noktaya kadar siyasal iktidarın bilgisine gerek göstermeksizin çözülebilecek konular olduğu halde, Türkiye'de, başlangıçtan itibaren siyasal karara gereksinim gösterir bir şekle dönüşmüştür. Çünkü, teknik konuların çoğu siyaset malzemesi haline getirilmiş, uzlaşma zeminleri yok edilmiştir. O nedenle, Türkiye'nin siyasal kadrolarının işi, gelişmiş ülkelerin siyasal kadrolarından çok daha zordur. Zira o siyasal kadrolar, kendi siyaset yetkilerini kısıtlayacak önlemleri kendileri almak; yasama organını, hükümete hesap vermekten çıkarıp tam tersine hesap soran bir organ konumuna getirmek zorundadırlar.


KAYNAKLAR
1. Robert E.Hall and John B.Taylor, Macroeconomics (Theory, Performance and Policy), 3rd edition, W.W.Norton and In., 1991.
2. Neil M.Singer, Public Microeconomics (An Introduction to Government Finance), 2nd edition, 1976.
3. Todd G.Bucholz, New Ideas From Dead Economists, New American Library, 1989.
4. James M.Buchanan, Economics (Between Predictive Science and Moral Philosophy), Texas A & M University, 1987.
5. Milton H. Spencer, Contemporary Economics, 6 th edition, Worth Pub.Inc., 1986.
6. Paul A.Samuelson, Economics, 14 th edition, McGraw Hill Inc., 1992.
7. Michael R.Edgmand, Macroeconomics - Theory and Policy, 2 nd edition, Prentice Hall  Inc, 1983.
8. Dr.A.Mahfi Eğilmez, Bütçe Gerçekçiliğinin Ölçülmesi ve Bütçe Sapmalarının Hazine Faizlerini Arttırıcı Etkileri, İşletme ve Finans, Sayı 88, s.7 - 11, Temmuz 1993.
9. Robert B.Ekelund Jr. and Charles D. Delorme Jr., Macroeconomics, 2nd edition, Business Publ.Inc.,1987.
10. Dr.A.Mahfi Eğilmez, Hazine, Finans Dünyası Yayınları No.3, İstanbul, 1996
11. Edwin G.Dolan and David E.Lindsey, Macroeconomics, 6 th edition, The Dryden Press, 1991.
12. Chorng-Huey Wong, Reform of Monetary Policy Instruments, Finance and Developments, March, 1992.
13. Paul Heyne, The Economic Way of Thinking, 6 th edition, Macmillan, 1991.
14. Paul Wonnacott and Ronald Wonnacott, Economics, 3 rd edition, McGraw Hill, 1986.
15. Mark Swinburne and Marta Castella Branco, Central Bank Independence and Central Bank Functions, The Evolving Role of Central Banks, IMF,1991.
16. Richard T.Froyen, Macroeconomics - Theories and Policies, 2 nd edition, McMillan Pub.In., 1986.
17. Miguel A.Kiguel and Nissan Liviatan, Progress Report on Heterodox Stabilization Programs, Finance and Developments, March, 1992.
18. Dr. A.Mahfi Eğilmez, IMF, Dünya Bankası Grubu ve Türkiye, Finans Dünyası Yayınları No.2, İstanbul, 1996.
19. J.A.Trevithick, Inflation - A Guide to the Crisis in Economics, Penguin Books, London, 1978.
20. Dr.A.Mahfi Eğilmez, Türkiye Ekonomisine İlişkin Öneriler (Hükümete verilen rapor), Ağustos, 1991.
           




[1]Robert E.Hall and John B.Taylor, Macroeconomics (Theory, Performance and Policy), 3rd edition, W.W.Norton and In., 1991, s.508.
[2]Neil M. Singer, Public Microeconomics (An Introduction to Government Finance), 2nd edition, 1976, s.10.
[3]Todd G. Bucholz, New Ideas From Dead Economists, New American Library,  1989, s.243.
[4]James M. Buchanan, Economics (Between Predictive Science and Moral Philosophy),         Texas A & M University Press, 1987, s.201.
[5]Bu analiz ilk kez tarafımızdan yapılmaktadır. Şekil, Türkiye'de ve pek çok ülkede sürekli yaşanan bir gelişimi daha açık sergileyebilmek amacını güttüğü için, ölçülebilen bir değişken ile (oy oranı) soyut bir kavram (ekonomik istikrar) arasındaki hipotetik ilişkiyi ortaya koymanın dışında bir iddia taşımamaktadır. Bununla birlikte, ekonomik istikrar kavramının tanımı, fiyatlar düzeyi, işsizlik oranı vb gibi istikrarın özünü oluşturan değişkenlere dayanılarak yapılmak suretiyle, verilebilir. Bu şekilde oluşturulacak verilerin sonuçları ile de ekonomik istikrar için ölçülebilir bir somut baz oluşturulabilir. 
[6]Şekil ve şekle bağlı takdim ilk kez tarafımızdan yapılmaktadır.
[7]1995 Nobel iktisat ödülü sahibi.
[8]Milton H. Spencer, Contemporary Economics, 6th ed., Worth Pub.Inc., 1986,  s.277.
[9]Todd G. Bucholz (1989) s.266.
[10]Todd G. Bucholz (1989) s.273.
[11]Paul A. Samuelson and William D. Nordhaus, Economics, 14th ed., McGraw Hill Inc.,1992,        s.649.
[12]Michael R. Edgmand, Macroeconomics - Theory and Policy, 2nd ed., Prentice Hall Inc., 1983, s.224 - 225.
[13]Robert E.Hall and John B.Taylor (1991), s.19.
[14]Todd G. Bucholz (1989) s.273.
[15]Robert B.Ekelund Jr. and Charles D.DeLorme Jr., Macroeconomics, 2nd  edition, Business      Publications Inc., 1987, s.12.
[16]Todd G. Bucholz (1989) s.276.
[17]Michael R. Edgmand (1989) s.226.
[18]Edwin G. Dolan and David E. Lindsey, Macroeconomics, 6th ed., The Dryden Press, 1991,        s.404 - 405.
[19]Bildiğimiz kadarıyla rasyonel bekleyişler teorisine karşı bu eleştiri ilk kez yöneltilmektedir.
[20]Paul A. Samuelson and William D. Nordhaus (1992) s.310.
[21]Chorng-Huey Wong, Reform of Monetary Policy Instruments, Finance and  Developments,     Marih, 1992, s.16.
[22]Neil M. Singer (1976), s.5.
[23]Vergi Çabası deyimiyle kasdettiğimiz vergi oranlarının arttırılması değil, vergi kaçakçılığının Önlenmesi yoluyla toplanan vergi hasılatının arttırılmasıdır.
[24]Paul Heyne, The Economic Way of Thinking, 6 th  edition, Macmillan,  1991, s.504.
[25]Paul Wonnacott and Ronald Wonnacott, Economics, 3rd ed., McGraw Hill, 1986, s.292.
[26]Todd G. Bucholz (1989), s.239.
[27]Dr.A.Mahfi Eğilmez, "Bütçe Gerçekçiliğinin Ölçülmesi ve Bütçe Sapmalarının Hazinenin Borçlanma Faizleri Üzerine Etkileri", İşletme ve Finans, Sayı 88, s.7 - 11.
[28]Mark Swinburne and Marta Castella Branco,  Central Bank Independence and Central Bank  Functions, The Evolving Role of Central Banks, IMF,  1991, s.444.
[29]Robert E.Hall and John B.Taylor (1991), s.19.
[30]Richard T.Froyen, Macroeconomics - Theories and Policies, 2nd edition,  McMillan Pub. In., 1986, s. 602.
[31]Miguel A. Kiguel and Nissan Liviatan, Progress Report on Heterodox Stabilization Programs, Finance and Development, March, 1992, s.22.
[32]Milton H. Spencer (1986) s.241.
[33]Ekelund Jr. and DeLorme Jr. (1987) s.16.



84 yorum:

  1. IMF, Dünya Bankası ve Türkiye adlı kitabın mevcudu bulunmuyor. Ben uzun bir uğraş sonucu şans eseri bulabildim. Okumak isteyene ödünç olarak verebilirim.
    YanıtlaSil
  2. kolay ekonomi kitabınızı romandan daha hızlı okudum.
    çok yararlı buldum.
    bazı küçük eleştirilerim, haddime olmayarak, ve sorularım olacak. (ama sonraki yorumumda)
    saygılarımla,
    YanıtlaSil

    Yanıtlar




    1. Çok teşekkür ederim. Eleştirileri ve soruları merakla bekliyorum.
      Sil
  3. Öncelikle ekonomi/iktisat konusunda eğitim (hatta bir ders) almamış (yalnızca mühendislik ekonomisi dersi aldım) biri olarak kitabınızı oldukça anlaşılır, yararlı, pratik, aydınlatıcı ve akıcı bulduğumu belirtmek isterim.
    Kitabınızda tek tek ürün/hizmetlerdeki fiyat artışlarının enflasyon olarak değerlendirilemeyeceğini (s.42), enflasyon için genel ve sürekli bir fiyat artışının olması gerektiğini belirtiyorsunuz. Ben enflasyon denince aylık/ yıllık enflasyon oranlarını anlıyorum. Bu oranlar da, bildiğim kadarıyla, belirtilen periyotta sepete dahil ürünlerdeki dönemsel fiyat artışlarını ifade ediyor. Bu durumda sepetteki bir ya da birkaç ürünün fiyatındaki değişimlerin de toplam enflasyona ağırlığına göre az ya da çok etki edeceğini düşünüyorum. Ayrıca fiyat artışının bir defaya mahsus değil sürekli biçimde olması gerektiğini belirtiyorsunuz. Örneğin kira ücretlerinde bir defa önemli bir artış olması ilgili ayın enflasyon oranlarına önemli bir etki yapacağını düşünüyorum. belki bir kavram kargaşasını ortadan kaldırmak adına spesifik bir üründeki fiyat artışı ile sepetin genel fiyat artışının farkını vurgulamak için bu bakış açınız yararlı olabilir ama tekil ürünlerdeki fiyat artışların da enflasyona ağırlıkları nispetinde katkı yapacaklarını göz ardı etmemeliyiz. Kaldı ki enflasyon oranları her zaman yüksek değerlerde olmayabiliyor, bazen negatif değer bile olabiliyor. Bu durumda enflasyon yok demek yerine düşük enflasyon oranı veya negatif enflasyon oranından bahsedebiliyoruz.
    Enflasyon konusunda birkaç sorum olacak:
    - Bazı ürünlerde (ör. cep tel., bilgisayar) değişim hızlı. Fiyat artışlarını dönemsel olarak izleyebilmek için sanırım aynı tip ürün üzerinden izleme gerekir. Örneğin spesifik bir tel. modelinin fiyatı bir süre sonra hızla düşebilir, hatta satıştan kalkabilir. Bu tür ürünlerin fiyat hareketi nasıl izleniyor? Hesaplamalar güvenilir mi?
    - Aylık enflasyon hesabında ay içinde fiyatı değişen ürünlerin ayın hangi gününde değiştiğinin enflasyona etkisi dikkate alınıyor mu? örneğin akaryakıt fiyatlarının ayın başında zamlanıp sonunda inmesi durumunda bunun enflasyona etkisi nasıl oluyor?
    Diğer bir konu işsizlik. Siz kitabınızda işsizlik olarak değerlendirilebilmesi için işgücüne dahil olanların aynı zamanda başvuru yapmış olmalarını, bu durumu kaydettirmiş olmalarının gerektiğinden bahsediyorsunuz (s. 97). Bu kayıtlı işsizliği çağrıştırıyor ki ülkemizde İŞKUR’a kayıtlı olanlar ile işsizlik tanımı kapsamına girenler aynı değil. İşsizlerin önemli bir kısmı İŞKUR’a kayıtlı değil. Diğer taraftan iş bulan bazı işsizler de İŞKUR’da kayıtlı gözükebilir. Dolayısıyla işsizlik tanında kayıtlı olma gerekliliği sanırım söz konusu olmamalı.
    GSYH hesaplarıyla ilgili bir sorum olacak. Harcamalar yoluyla hesaplama yapılırken son ürünlerin dikkate alındığını belirtiyorsunuz. Bazı ürünler var ki bunların son tüketici tarafından mı satın alındığı veya bu ürünü alarak başka bir ürün/hizmete mi dönüştürüldüğünü bilmek mümkün olamayabilir. Gıda maddelerini , örneğin domatesi, düşünelim. Bu ürünü alan evinde yemek yapmak için de almış olabilir, bir restoran işletmesi de almış olabilir. Restoran işletmesi aldığında bunu son tüketiciye üzerine ekleme yaparak satacaktır. Bu durum hesaplamalarda hataya neden olmuyor mu?
    GSYH hesaplamasının, konuyu derinlemesine bilmediğimden olabilir, çok zor olduğunu, pek çok hata içerebileceğini düşünüyorum. Bu hesaplamalarda doğruluk nasıl sağlanıyor? Gelirlere göre hesaplanan GSYH ile harcamalara göre yapılan GSYH’nın eşitliği nasıl mümkün olabilir? Gelirlerini tasarruf edenler, harcama yaparken kredi kullananlar bu hesaplamalarda hataya yol açmaz mı?
    Saygılar sunarım.
    YanıtlaSil

    Yanıtlar




    1. Öncelikle hem nazik sözleriniz hem de yorumlarınız için teşekkür ederim.
      Ekonomi biraz varsayımlara dayalı bir bilimdir. Fiyat artışıyla enflasyon arasındaki ayrımı göstermek için tek bir malın fiyatını örnek alırız. Japonya'da örneğin yıllardır enflasyon sıfır düzeyindedir. Diyelim ki tsunamiden sonra kiralar yüzde 10 arttı ve orada kaldı. İşte bu enflasyon değildir. Kastettiğim odur. Yoksa sizin dediğiniz anlamda sepetteki artışlarla azalışlar birbirini giderir ve kalan fark enflasyon olur.
      İşsizlik oranları için İŞKUR dışındaki kayıtlar da (Kariyer siteleri vb) kullanılıyor. Zaten sonuçta bunlar anketlerle saptanıyor.
      GSYH hesaplarının birçoğu izafidir. Domatesin fiyatı satış anında hesaba alınırsa restoranın sadece hizmet satışı hesaba katılır. Daha açık ifadeyle restoranın toplam hesabından bu tür ara malların fiyatı düşülür. Ama dediğim gibi bunlar tek tek sayılarak yapılamaz doğal olarak ve çoğu hesaplama anketlerle, vergilerden gidilerek yapılır.
      Sil
  4. İlk olarak kolay ekonomi kitabınızı okudum... Ve eski bilgilerimi tazeledim... Kitabınız o kadar sade o kadar anlasilir ve o kadar çekici geldiki kitabı bi cirpida okuyup bitirdim... Ve bundan sonra sizin bütün kitaplarınızı okumak istedim... Arkasından gittim ekonomi politikası kitabınızı aldım ve onuda begendim ilgiyle okudum... Bir hafta bile sürmeden ekonomi politikası kitabınızı okuyup bitirdim... Kitaplariniz o kadar zevk verici ki samimiyetle söylüyorum elimden bırakmak istemiyorum... Bir Ktu maliye mezunu olarak Kitaplarinizi çok faydalı, özgün, sade, akıcı, surukleyici ve güzel buluyorum... Bütün kitaplarınızı da okumak istiyorum... Elinize emeginize ve gönlünüzce sağlık... İyiki varsınız Mahfi hocam... Saygı ve sevgilerle...
    YanıtlaSil

    Yanıtlar




    1. Kitapları beğenmenize sevindim. Yakında Ekonomi Dışı bir kitabım daha çıkacak: Kendime Yazılar.
      Nazik sözleriniz için çok teşekkür ederim.
      Sil
  5. hocam kurum sınavları için özellikle yazılı; iktisat dersini genellemek için hangi kitabınızı önerirsiniz.
    YanıtlaSil
  6. kolay ekonomi kitabınızı yenibitirdim.gerçektende çok anlaşılır bir kitaptı.yalın anlatımınız için teşekkürler.sırada makroekonomi var.eksik olmayın hocam.
    YanıtlaSil
  7. Kitaplarınızın okunma sırasını belirlediğiniz tabloyu çok beğendim. Ben de "kitaplar hakkında atıp tuttuğum" blogumda iktisat kitaplarıyla ilgili bir seri yazı yazmış; Ekonomi Politikası'nı girişten bir sonraki aşamaya koymuştum. Pek yalnış olmamış demek ki :)
    YanıtlaSil

    Yanıtlar




    1. Ne demişler? Aklın yolu bir.
      Sil
  8. Mahfi Hocam merhabalar
    Kitaplarınızı severek okuyan bir ekonomi öğrencisi olarak derslerde çok büyük faydasını görüyorum.
    Makroekonomi kitabınızın yanında Mikroekonomi adlı bir kitap da yazacakmısınız ?
    YanıtlaSil
  9. Anadolu Üniversitesinde okuyorum. Maliye hocamız var Şebnem hanım. Mahfi hocayı takip edin diye diye dilinde tüy bitti neredeyse. Yazılarınızı takip ettiğim günden beri şebnem hocamı daha iyi anlıyorum. İyi ki varsınız Mahfi hocam. Bize o kadar faydalı oluyorsunuz ki anlatamam. Çok teşekkür ederim size :)
    YanıtlaSil

    Yanıtlar




    1. Teşekkürler. Bu arada Anadolu Üniversitesinin yayınladığı ekonomi kitaplarını internet üzerinden sürekli izliyorum. Çok iyi kitaplar. Herkese tavsiye ediyorum.
      Sil
  10. Hocam kitaplarınızı gerçekten keyifle okuyorum. Anlatımınız çok yalın, akıcı ve anlaşılır.

    ''Küresel Finans Krizi'' kitabınızı okudum en son. Bu kitabınız dışında özellikle 2008 küresel krizini ve etkilerini anlamak açısından önereceğiniz başka kitap, makale vs var mı?
    YanıtlaSil

    Yanıtlar




    1. Birçok kitap ve mkale var. IMF sitesinden bazılarına ulaşabilirsiniz. Ayrıca bütün finans krizlerini ele alıp inceleyen Ken Rogoff'un BU Defa Farklı ve Roubini'nin Kriz Ekonomisi kitapları var.
      Sil
  11. Hocam kurum sınavları için para-banka ve işletme-finans alanları için önerebileceğiniz kitaplar var mıdır?

    Kpss'nin açıklanmasına ve dolayısıyla kurum sınavlarına az kaldı, önerileriniz doğrultusunda çalışmaya başlamak istiyorum.

    (Umarım ilgisiz sorular sormamışımdır.)
    YanıtlaSil

    Yanıtlar




    1. Benim önereceğim kitaplar teorik kalabilir. Bence siz sınavlara girmiş arkadaşlarınız varsa onlara sorup ona göre çalışın.
      Sil
    2. Peki, teşekkürler hocam.
      Sil
  12. Hocam ekonominin e'sinden anlamayan birisiydim şimdi e'sinden anlıyorum sanırım çünkü kolay ekonomi kitabınızı okudum :) özün özü bilgilere bilgi kirliliğinin çok yoğun olduğu günümüzde çok daha fazla ihtiyaç var diye düşünüyorum. Bu sebeple bu kitabınızı çok yerinde yazılmış, amacına uygun bir ürün olarak görüyorum. bu kitabınızdan, genel okumalarımı ekonomi okumaları ile mutlaka desteklemem gerektiği sonucunu çıkardım. kitaplarınızı okumaya devam edeceğim. bu arada oluşturduğunuz bu blog da çok yararlı görünüyor hocam. hem kitaplarınız hem de internet üzerinden yaptığınız paylaşımlarınız için çok teşekkürler.
    YanıtlaSil
  13. Hocam Kolay Ekonomi kitabınızı okudum, gerçekten benim gibi meraklılarına çok faydalı, ekonomist kibri parçalayıp atan, insanları ekonomiden soğutmak yerine ısındırmaya çalışan bir kitap olduğunu düşünüyorum.

    Kafama takılan birkaç sorum olacak:

    1. Reel GSYİH yüksek olduğu müddetçe enflasyon yükselebilir mi? Sonuçta ülke içerisindeki arzın artması sonucu fiyatlar düşüyor. Eğer yükselme olsa bile yükselen GSYİH'nin sağladığı arz bunu dengelemez mi?

    2.Aşırı ekonomik canlılık, neden para veya maliye politikalarıyla soğutulması gerekir?

    Teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılar.
    YanıtlaSil

    Yanıtlar




    1. Çok teşekkürler.
      1. Üretimin artması kadar biliyorsunuz talebin de ona yanıt vermesi gerekli. İç veya da dış talep yeterli değilse üretim artışı bir süre sonra düşer. Bir ekonomide hem reel GSYH hem de enflasyon yüksek olabilir.
      2. Aşırı ekonomik canlılık genellikle ya kredilerin artmasıyla ya da ithalat vb nedeniyle ekonominin potansiyeli üzerinde büyümesi demektir. Ki bunun sonucunda ikiz ya da üçüz açık ve dolayısıyla yüksek borçlanma çıkabilir. Bu da ekonomiyi ileride tehdit edecek bir gelişmedir.
      Sil
    2. Cevabınız için teşekkür ederim.

      Bankalardaki vadeli TL mevduat hesapları için; örneğin bir banka yıllık %7,5 faiz veriyor. Temmuz ayının enflasyon oranı %8,8. Gelecek sene de enflasyon oranının aynı kalacağını varsayarsak bir kişi parasını yatırsa reelde, (%7,5-%8,8) %1,3 kaybetmiş mi oluyor?
      Sil
    3. Mantık doğru ama formül yanlış.
      Reel faiz hesabı şöyle yapılıyor:
      Reel Faiz = (1 + nominal faiz) / (1 + beklenen enflasyon) -1
      (Beklenen enflasyon vade sonu için gerçekleşeceği tahmin edilen enflasyon oranı)
      Buna göre (1.075)/(1.088) -1 = % 1,19 çıkıyor.
      Sil
    4. -%1,19 demek istediniz.

      Çoğu banka bu oranın(%7,5) altında. Öyleyse bankalar doğru enflasyon tahminleri yaparsa vadeli mevduatlarda para kaybetmiyor, tam tersine kazanıyor.

      Teşekkürler.
      Sil
    5. Evet - % 1,19 olacak.
      Mevduat faizinden kazanan ya da kaybeden vatandaş ya da bankaya para yatıranlar.
      Sil
  14. Sayın Hocam Küresel Finans Krizi kitabınızı da okudum bu kitabınız da gayet bilgilendirici. keyifle okudum notlarımı aldım. hocam anlayabildiğim kadarıyla krizin sorumlusu olarak spekülasyon, türev ürünler ve hedge fonları görmüşsünüz. balon meselesini anladım da türev ürün ve hedge fonlar meselesi biraz kafa karıştırıcı. sağdan soldan biraz araştırdım hocam biraz bişeyler oluştu ama tam da anlayamadım. bunlar hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz veya kaynak tavsiye eder misiniz? ( hocam ne yapıyor şirket borcu mu satıyor?.. o halde peşin parayla mı çalışıyorlar ''bu borcu ucuza satıyorum'' gibi. sadece borcun el değiştirmesi üzerinden olsa kriz çıkmazdı herhalde )
    YanıtlaSil

    Yanıtlar




    1. Kredi alamayacak konumda olanlara kredi açılıyor ve örneğin onların konut alması sağlanıyor. Sonra bu krediler toplanıp bir tahvil çıkarılarak ayrıca satılıyor. ABD'deki işin özü böyleydi. Sonra o ilk kredi geri ödenemeyince bu tahviller de ödenemez hale geliyor. Toksik varlık denilen şeyler de onlardı.
      Sil
    2. anladım. bu durum kitabınızda da belirttiğiniz gibi krizin geniş alana yayılmasını sağlıyor sanırım hocam. teşekkür ederim.
      Sil
  15. Sayın Eğilmez,

    Küresel Finans Krizi kitabınız benim için tam bir hayalkırıklığı oldu. Şu anda krizler üzerinde çalışıyorum. Çalışmanız bana fazlasıyla yüzeysel geldi. Bundan sonraki çalışmalarınızda daha fazla araştırma yapmanızı dilerim.

    Saygılarımla



    Murat Kaykusuz
    Ekonomist
    YanıtlaSil

    Yanıtlar




    1. Umarım daha iyisini siz yazarsınız.
      Sil
    2. Hocam, sakın bu tür yorumlara prim vermeyin. Sizi çok seviyoruz.
      Sil
    3. üniversitede hocalarımdan birinin (20 yıllık akademisyen) odasında "ben bir iktisat öğrencisiyim" yazarken Murat Kaykusuz un kendini Ekonomist olarak nitelemesi...
      Sil
    4. Mahfi Hocam'ın her kitabını veya yazısını beğenmek zorunda değiliz. Örneğin Makroekonomi kitabını çok beğendiğimi ve öğrencilerime tavsiye ettiğimi yazdım. Eleştirilmek akademisyene çok şey katar. Bu nedenle, Mahfi Hocam'ın da eleştirilmekten rahatsız olmadığını biliyorum.

      Saygılarımla


      Murat Kaykusuz
      Ekonomist
      Sil
  16. hocam merhabalar.kurum sınavları ve mülakatlara hazırlanıyorum maliye bölümünü bitirdim.güncel olayları ve son yıllarda gerçekleşen ekomide ki değişiklikler ve sebeplerini öğrenmek istiyorum örneğin dolar neden yükseldi gibi mülakat aşaması soruları.kolay ekonomi kitabınızı almayı düşünüyorum ayrıca tavsiye ettiğiniz kaynaklar varmıdır şimdiden teşekkrler
    YanıtlaSil
  17. Hocam merhabalar,

    Fransada ekonomi ve işletme okuyorum bu sene ikinci senem ve ilk senemde çok zorlanmıştım ancak bu sene sizin kitaplarınızdan birkaçını babamın da tavsiyesiyle okudum ve soyut ekonomik kavramların kafamda oturmasına çok büyük yardımları dokundu. Bunu sizinle paylaşmak istedim çünkü özellikle Makroekonomi kitabınızı okurken bir türlü anlayamadığım derslerin aslında çok da zor olmadığını gördüm ve size teşekkür etmek istedim.
    YanıtlaSil
  18. Ekonomi Politikası
    Sayın hocam, ekonomi politikası kitabınızı büyük bir keyifle okudum. Gerçekten bu bilimde aranan sizin yazım ve yorumlayış tarzınız. Ekonomiden hiç hazetmeyen birisi olmama rağmen kitabınız sayesinde ekonomiye tekrar ısındım bile diyebilirim. Bence daha hummalı bir çalışma ile teorik-daha grafik-yogun açıklamalı bir kitap da yazmalısınız, eminim tüm üniversitelerde tercih edilen tek kitap olur.
    YanıtlaSil
  19. Makroekonomi,

    Hocam saygılar, yukarıda bahsi ismi geçen kitabınızın yirmi sayfalık özetini çıkarma durumum var nasıl yapabilirim rica etsem yardımcı olabilirmisiniz ?
    YanıtlaSil
  20. semih ergün7 Nisan 2014 11:19
    Hocam,
    Kolay ekonomi kitabınızla aklımda olan birçok soruyu cevaplama fırsatı buldum.
    Kitabınızın dili hafif ve örneklemeleriniz çok güncel ve basit olduğundan rahatlıkla anladığımı belirtebilirim. Çok açıklayıcı bir kitap olmuş. Tebriklerimi sunarım. Birkaç sorum olacaktı cevaplayabilirseniz çok sevinirim.
    Reel faizin sıfır olması durumunda sıcak para girişi yavaşlar mı?
    Buna bağlı olarak cari denge (-) yönde ilerler mi?
    Bu durumda yerli yatırımcı pozitif yönde mi negatif yönde mi etkilenir.?
    Reel faizin 0 olması hayal midir?

    Çok teşekkürler
    YanıtlaSil
  21. Hocam, ne yazık ki sizin varlığınızdan bugün haberdar olmak, beni bi hayli üzdü. İşletme 1.sınıf öğrencisiyim ve iktisata karşı ilgim diğer derslere nazaran biraz daha fazla.Hocam Doç.Dr. Fatih Yücel e sizi önerdiği için teşekkürlerimi sunuyorum. Kitaplarınızdan Kolay Ekonomi ile, devamlı takipçilerinizdenim artık. Başarılarınızın devamını dilerim..
    YanıtlaSil
  22. Hocam "kolay ekonomi" ile "örneklerle kolay ekonomi" kitaplarınız arasında ne fark var? teşekkürler.
    YanıtlaSil

    Yanıtlar




    1. Örneklerle Kolay Ekonomi, Kolay Ekonominin düzeltilip, güncellenip yeniden yazılmış halidir.
      Sil
  23. Hocam 2003 yılından itibaren yazdığınız tüm yazıları okumak istiyorum. Fakat bulamadım. Link atar mısınız?
    YanıtlaSil
  24. Saygıdeğer Mahfi hocam merhaba. İktisat bölümünü bitireli iki sene oldu. Çoğu İİBF mezunu arkadaşım gibi ben de iş bulma mücadelesi içindeyim. Yaklaşık bir aydır programınızı ve İnternet sitenizi takip ediyorum. Keşke sizi ve kitaplarınızı, üniversitede iken keşfetmiş olsaydım. Muhtemelen bugünkü durumum çok daha farklı olacaktı. Ancak hayatın bir "öğrenme süreci" olduğunu düşünürsek hiç de geç kalmış sayılmam. Sizi tanımak benim için bir dönüm noktası oldu. Şöyle ki; ben iktisat bölümünü isteyerek seçtim. Ama 4 yıllık eğitimim boyunca iktisattan hiç zevk alamadım. Hep kendimi sorguladım yanlış tercih mi yaptım diye. Ama sizi tanıdıktan sonra iktisadın sıkıcı değil aksine çok zevkli bir bilim dalı olduğunu düşünmeye başladım. İç dünyamda yaşadığım mutluluğu tarif edemem. İktisadın bu kadar sade, anlaşır, zevk dolu anlatımı karşısında hayran kalmamak mümkün değil hocam. İyi ki varsınız. Okuldayken eğitimimden hiç zevk almadığım için dersleri de sırf dersi geçmek için çalışıyordum öğrenmek için değil. Bunu keşfetmek benim için çok önemli. Bir de siz "İİBF SORUNU" başlıklı yazınızda, mezun olan sayısı çok olduğu için okulu bitirenlerin işe girebilmesi için bir fark yaratması gerektiğini söylemiştiniz. O kadar haklısınız ki hocam. Ben de bir fark yaratmak için kendimi geliştirmeye karar verdim. Sıfırdan başladım, hiçbir şey bilmiyormuşçasına. İşe ilk olarak sizin Kolay Ekonomi adlı kitabınızı okuyarak başladım. Bundan sonraki adımda Ekonomi Politikası kitabınızı okumayı düşünüyorum. Hocam ben iktisat teorileri içinde boğulmak değil iktisadı hayatın içinde canlı canlı hissetmek istiyorum. İktisadı sizin sayenizde sevdim. Bu anlamda tavsiyeleriniz benim için çok kıymetli. Kendimi geliştirmem için neler önerirsiniz. Eğer buradan paylaşmanız mümkünse hangi kitapları, yayınları, yazarları okumamı tavsiye edersiniz. Saygılarımı sunarım. İyi ki varsınız.
    YanıtlaSil
  25. Merhaba Hocam, gender economics ile ilgili bir yazı planınız var mıdır?
    YanıtlaSil
  26. Bu yorum yazar tarafından silindi.
    YanıtlaSil
  27. Kolay Ekonomi kitabınızın 9. baskısını aldım. Okudum.Hiç ekonomi bilmeyen biri olarak bu kitabı sevmekle birlikte basit buldum. Ancak tesadüfen bir gün sonar başka bir arkadaşımda gördüğüm aynı kitabın 6. baskısını incelediğimde hayal kırıklığına uğradım. 9. baskı içinde 6. baskıda yeralan bilgilerin yarısı mevcutken görüşlerinizin neredeyse hiçbiri yok. Fikirlerinizin tırpanlanmış halinin okutulması beni üzdü açıkçası. 9. Baskı fiyatı 15 TL, 6. Baskı 12.5 TL. 9. baskıyı almamın fırsat maliyeti nedir. acaba? Sizden kaynaklanamayacağını düşündüğüm bu durum sebebiyle yayınevini şiddetle kınıyorum.
    YanıtlaSil

    Yanıtlar




    1. Yayınevini kınamayın. Çünkü sonraki baskılarda gereksiz tekrarları kaldırdık.
      Sil
  28. hocam bu kitaplardan hariç bir iktisat öğrencisi olarak kesinlikle okunması gereken mikro ve makro ekonomi kitapları hangileridir...tavsiyeniz için teşekkürler...
    YanıtlaSil

    Yanıtlar




    1. Zeynel Dinler'in Mikroekonomi kitabını tavsiye ederim.
      Sil
  29. Merhaba mahfi bey,
    Bursada kolay ekonomi kitabinizi bir cok kitabevine bakmama ragmen hic birinde bulamadim, örneklerle kolay ekonomi kitabi var ellerinde acaba yeni baskinizda bu sekilde yayinlaniyor olabilir mi
    Bilgilendirme yaparsaniz sevinirim,iyi çalışmalar
    YanıtlaSil
  30. Yapısal reformlara devrim demekten neden korkuyoruz Hocam. Hukuk devrimi eğitim devrimi ekonomi devrimi ve sağlık devrimi olmadığı müddetçe bu ülke siyasetçilerin elinde oyuncak olur kalır. Ayrıca büyük sermayenin sakıza çekideğe domatese peynire göz diktiği bir ekonomik modelde krizler ve piyasaya müdahale kaçınılmaz olur. Sadece yüksek teknoloji üreten firmalar Türkiyeye gelsin. Diğrrlerini biz yaparız. Tabi daha sonra yüksek teknolojiyi de yapmak şartıyla.

    Bayramınız kutlu olsun
    YanıtlaSil
  31. Hocam siz jüride olsanız ekonomi master'ına alacağınız bir öğrenciye neler sorarsınız, neleri mutlaka bilmesi gerektiğini düşünürsünüz?
    YanıtlaSil
  32. hocam ekonomist olmak istiyorum dil egitimim iyi oldugu için uluslararası ilişkiler okuyayım dıyorum ama iyi bir ekonomist olmak için iktisat bolümü daha mı iyi olur?
    sermaye piyasası uzmanlıgı ve aktüerya sınavları veya bu konularda bilginiz varsa acıklama yaparsanız sevinirim. şimdiden tesekürller..hocam..
    YanıtlaSil
  33. Merhabalar Mahfi Bey, aşağıdaki tezinize nasıl ulaşabiliriz. selamlar
    “Türkiye’de KİT’lerin Finansmanı” Yayınlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal
    Bilimler Enstitüsü, Ağustos 1990, 
    YanıtlaSil
  34. Hocam Merhaba; öncelikle emeğinize ve bilginize sağlık biz öğrencilere büyük katkı sağlıyorsunuz anlaşılır anlatımınızla . Merak ettiğim ve cevabını bulamadığım bir sorum olacak hocam Çin neden karşılıksız para basmaktadır ? Şimdiden ilginize teşekkür eder iyi günler dilerim.
    YanıtlaSil
  35. hocam merhabalar, ekonomi eğitimi almış insanlar için yaptığın sıralı okuma listesi tersten mi yoksa ben mi yanlış anladım ?
    YanıtlaSil
  36. Bu yorum yazar tarafından silindi.
    YanıtlaSil
  37. Ekonomi Politikası kitabınızı okudum.Teorinin ardından verilen örnekler ve yayımlanan makaleleriniz konunun anlaşılması için harika olmuş.. Emeğinize sağlık
    YanıtlaSil
  38. Hocam merhaba iktisat 1. sınıf öğrencisiyim hangi okuma listesini baz almam daha faydalı olur.
    YanıtlaSil
  39. Hocam maliye 1.sınıf öğrencisi olarak hocalarımın önerisiyle sizin kitaplarınızı okumaya karar verdim hangi kitaplarınızı hangi sırayla okumalıyım acaba ?
    YanıtlaSil
  40. Hocam makro ekonomi kitabinizi okuyorum , kitapta bi cümle aklima takildi. "İş gücü piyasasin da arz ve talep yasaları geregi fiyat(emeğin ücreti) düsük olduğunda arz düsük, talep fazla olacaktir". Burada bir yanlislik var mi ?
    YanıtlaSil

    Yanıtlar




    1. Sayın Adsız haddim olmayarak hocamdan beklediğiniz yoruma ben katkı sunmak istedim. işgücü piyasasında ücretlerin düşmesi çalışanların daha az çalışmak istemelerine yani emek arzlarını kısmalarına; işverenlerin ise düşük ücretten daha fazla işçi çalıştırmak istemelerine yani emek taleplerini artırmalarına denen olacaktır. zira hiç kimse ücretler düştüğünde daha fazla çalışmak istemeyecektir. Aynı şekilde işverende daha yüksek ücretten daha fazla kişi çalıştırmak istemez. umarım anlatabilmişimdir. saygılarımla.
      Sil
  41. Hocam 4.sınıfa geçmek üzereyim kpss'ye mezun olmadan mı hazırlanmalıyım yoksa mezun olduktan sonra mı daha iyi olur benim için?Bu yazdan itibaren çalışmaya başlasam sorun olmaz ama okul zamanı sıkıntı olabilir mi?vizeler finaller birde kpss maratonu nasıl olur neler söylersiniz ?
    YanıtlaSil
  42. hocam merhaba bu sene iktisat 1.sınıfı bitirdim genel olarak olumlu bir sene geçirdiğimi düşünsem de iktisat alanında kendimi daha çok geliştirmek istiyorum ve yazılarınızın bazılarını okudum şimdi kitaplarınızı okumak istiyorum hangisinden başlamamı önerirsiniz saygılarımla.
    YanıtlaSil
  43. Ekonomi Politikası Kitabında bir tane küçük hatayı yazmayı unutmuşum.

    Sayfa 127 , 10. Satır: Eğer ekonomide enflasyon söz konusuysa ve bu nedenle ekonominin uzun dönemli dengesinden uzaklaşılmışsa , yani uzun dönem toplam arz eğrisi (LRAS), toplam talep eğrisinin (AD1), kısa dönemli toplam arz eğrisini (SRAS) kestiği noktadan (1) geride bir yerde ise kamu harcamalarının kısılması toplam talep eğrisini (AD2) sağa ( sola ) kaydıracaktır
    YanıtlaSil
  44. Hocam , Kendime yazilar, ve Kolay ekonomi kitabini internetten siparis ettirip , Moskova'ya getirttim.Haftasonu Moskova'dan St Petersburga hizli trenle yolculuk ediyordum.(tam 4 saat suruyor) California Universitesinden bir Mikro Ekonomi profesoru ile denk geldik. iki kitabi da ust uste koymustum. kendime yazilari hemen bitirdim zaten cogunu daha once de internetten okumustum ama Kolay ekonomiye goz atarken biraz sohbet ettik kendisiyle, ben de cok sevdigim bir Ekonomi hocasinin edebiyat, felsefe,tarih uzerine yazilarinin yer aldigi kitap oldugunu anlattim. Aslinda ekonomiden pek anlamam ben muhendisim dedim. sohebtimizin sonunda ben de sanirim boyle bir kitap yazmaliyim dedi. Cok hosuna gitti bu fikir. Sonra diger kitabinizi biraz inceledi, bir kac bolumu cevirmemi istedi. Cevirdim. bu kadar mi yani dedi. evet dedim :) guldu cok hos cok sade dedi. Bu da boyle bir animdi. Selamlar.
    YanıtlaSil

    Yanıtlar




    1. Çok hoş.Bu anıyı paylaştığınız için teşekkür ederim.
      Sil
  45. Hocam merhabalar. İkinci öğretim iktisat bölümü ve aynı zamanda aöf menkul kıymetler ve sermaye piyasası öğrencisiyim. Ekonomi bilgisini temelden almak isteyenler için kolay anlatımlı, basit ve temelden anlatıma sahip birkaç kitap tavsiyesinde bulunabilirmisiniz? Şimdiden teşekkürler..
    YanıtlaSil
  46. Bu yorum yazar tarafından silindi.
    YanıtlaSil
  47. hocam ekonomi kitaplarınızın hepsini okudum.dilinize,anlatım ve anlatım tarzınıza hayran kaldım.hocam iktisadın arkasındaki matematiği görmek ve anlamak için,hangi matematik teorisinin nerde neden kullandığını görmek istiyorum.bunun için önerebileceğiniz türkçe ya da ingilizce kaynaklar var mı?Saygılarımla.
    YanıtlaSil
  48. merhaba hocam,makroekonomi kitabınızı severek okuyorum ancak anlamadığım bir şey var.para talebi faizin bir fonksiyonu olmasına rağmen neden para talebinin grafiğini çizerken bağımsız değişken faizi yatay eksene,para talebini dikey eksene yerleştirmiyoruz?saygılar ve sevgiler.
    YanıtlaSil
  49. Hocam Merhaba

    Amatör olarak ilgilenenler için aşağıdaki gibi bir okuma sırası yazmışsınız. "Ekonomide Analiz Örnek Olaylar ve Çözümler" kitabınızı bu listeye dahil edebilir miyiz? Edilirse okuma sırası nasıl olmalıdır?

    Amatör Olarak İlgilenenler
    Örneklerle Kolay Ekonomi
    Ekonomi Politikası
    Küresel Finans Krizi

    Teşekkürler
    YanıtlaSil
  50. Hocam Merhabalar

    Yazilarinizi , paylasimlarinizi hergün büyük bir merakla bekliyor ve takip ediyorum. Su siralar "Makro Ekonomi" kitabinizi okumaya basladim. 15. yüzyilda Avrupa devletlerinin degerli madenleri elde etmek icin birbirleri ile kiyasiya mücadele ettiklerinden, Osmanli Devleti´nin ise mevcut durumunu koruyup, kendi topraklarinda gelirler ile yoluna devam etmesinden bahsediyorsunuz.

    Bu durumun sebebini oldukca merak ediyorum. Orada da bir degisim bir dönüsüm söz konusu, tipki icinde bulundugumuz dönem gibi. Osmanli´nin bu dönüsümü, degisimi fark etmemis olmasi söz konusu olabilir mi? Vizyonsuzluk veya ic politikalar karmasalar, taht kavgalari olabilir mi? Özetle aradaki bu büyük farkin acilmasinin temel sebepleri nelerdir? Bu yaklasimi halen devam ettiriyor olmamiz da ayri bir mesele.

    Bu konu hakkinda kisisel göruslerinizi veya varsa yönlendirebileceginiz, tavsiye edebileceginiz kaynaknaklari paylasa bilir misiniz?

    Tesekkur Ederim
    YanıtlaSil
  51. Hocam Merhabalar yazılarınızı ilgi ile takip ediyorum kaleminize sağlık..
    YanıtlaSil
  52. Hocam ne kadar üretkendiniz.
    Markowitz Modeli ve modern portföy yonetiminile ilgili önerebileceginiz eser ya da eseriniz var mı
    Tesekur ederim
    Finans sekteründe çalımıyorum
    YanıtlaSil

    Yanıtlar




    1. Bu var:
      http://isletmeiktisadi.istanbul.edu.tr/wp-content/uploads/2013/04/Yonetim-56-2007-7.pdf
      Sil
  53. Hocam iyi günler , yazılarınızı itinayla takip ediyorum. İktisadi anlamda araştırmalar yaparken istatistik bilgisine ihtiyaç duyuyoruz. Bu anlamda önereceğiniz kitap var mıdır?
    İyi günler.
    YanıtlaSil
  54. Hocam iyi günler analizlerinizi ve yazılarınızı ilgiyle takip ediyoruz. İktisadi araştırmalar haricinde istatistiksel anlamda analizlerle ilgili önereceğiniz kitap ve kaynak var mıdır?
    İyi günler.
    YanıtlaSil
  55. Merhaba Mahfi Bey
    Uluslararası bir firmada tasarım mühendisi olarak çalışıyorum ekonomiye ayrı bir ilgim var yıllardır yazılarınızı ilgi ile takip ediyorum. Birçok kitabınızı almak istiyorum bunun için toptan alabileceğim bir yer var mı ya da toptan alımla ilgili yayınlayan kitap evlerinde bir kampanya yapılabilinir mi? Konu hakkında yardımcı olursanız sevinirim.
    YanıtlaSil

Yorumlar

  1. Merhaba. Benim sorum uzun zamandır üzerinde düşündüğüm cevabını arayıp bulamağım türden :) hocam 2001 de uygulanan devalüasyon . 2018 de uygulanmamasının sebebi serbest piyasa sistemine geçişimiz mi ? Tıpkı sabit kura geçemememiz gibi . Eğer öyleyse biz 1980 sonrası serbest piyasaya geçtik yine 2001 de uygalanamaması gerekti.

    YanıtlaSil
  2. Çok teşekkür ederim. Çok faydalı bir yayın olduğunu düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  3. Tüm makaleleriniz burada yer alanlar mı sadece? Yeni yazılarınızı buradan takip edebilir miyiz? Teşekkürler...

    YanıtlaSil
  4. hocam rica etsem ben tez ödevi hazırlayacağımda bana güncel birkaç konu başlığı önerebilir misiniz?

    YanıtlaSil
  5. Hocam yazılar çok faydalı ama bir web tasarım yardımı alırsanız çok daha kaliteli bir görünüm yakalarsiniz.

    YanıtlaSil
  6. Hocam merhabalar. Benim petrolle ilgili bir sorum var. Bir ülkenin (örneğin ABD) hem petrol ithalatçısı hem de ihracatçısı olması ne anlama gelir ve bu durum ülke ekonomisi için istikrar sağlar mı ?

    YanıtlaSil
  7. Hocam merhaba benim sorum olacaktı.ARAŞTIRMA KONUM BANA YARDIM EDERSENİZ MUTLU OLURUM SORULARIM:
    TÜRKİYE DE 2001 YILINDA GEÇİLEN GÜÇLÜ EKONOMİYE GEÇİŞ PROGRAMININ MAKRO EKONOMİK POLİTİKALARI ÇERÇEVESİNDE SÖZ KONUSU YILLARDA (2001 SONRASI) UYGULAMAYA KONULAN MALİYE POLİTİKALARI NELERDİR? VE 2001-2008 ARASI DÖNEMDE UYGULANAN MALİYE POLİTİKALARININ FAİZ DIŞI FAZLA YARATMA ÜZERİNDEKİ ETKİNLİĞİ NEDİR?

    YanıtlaSil
  8. Hocam benim 2 sorum olacak rica etsem bilgi verir misiniz sorularım: Türkiye’de 2001 yılında geçilen Güçlü Ekonomiye Geçiş Programının makro ekonomik politikaları çerçevesinde söz konusu yıllarda (2001 sonrası) uygulamaya konulan maliye politikaları nelerdir?
    2001-2008 arası dönemde uygulanan maliye politikalarının faiz dışı fazla yaratma üzerindeki etkinliği nedir?
    şimdiden teşekkür ederim hocam.. araştırma konum o yüzden vaktim çok yok sağlıkla kalın hocam.

    YanıtlaSil
  9. Hocam değerli kitaplarınız ve emekleriniz için teşekkür ederim.
    Aklıma takılan bir soruyu size iletmek istedim. Merkez bankaları şok durumunda para politikası araçlarını nasıl kullanır örneğin zorunlu karşılık oranlarını açık piyasa işlemlerini gibi araçları.

    YanıtlaSil
  10. mahfi bey öncelikle yazılarınızı ve cesaretinizi tebrik ediyorum
    şu sıralar doğu avrupa çok iyi bir atak yapıyor
    ancak kalifiye göçünü batı avrupayada kaptırıyor
    bulgaristan üzerine araştırmalar yapıyorum
    siz nasıl görüyorsunuz bulgaristan ekonomisinin geleceğini ?
    baya yaşlı bir ülke son yıllarda özellikle it alanında çok hızlı büyüyor
    bilgi verebilirseniz teşekkür ederim

    YanıtlaSil
  11. Çok faydalı bilgiler olduğunu düşünüyorum, teşekkürler hocam.

    YanıtlaSil
  12. hocam merhabalar size bir soru sormak istiyorum izninizle ricardo noktası diye bir konu araştırıyorum ama konuyla ilgili hiçbir bilgi bulamadım yardımcı olurmusunuz iyi günler

    YanıtlaSil
  13. Hocam ''ekonomi ve finans'' bilmek, her konuyu yalayıp yutmak insanı zengin yapar mı? Mesela borsada işlem yaparken tüm mevzuatı bilmek zengin olmanın kapısını açar mı? Eğer öyleyse yapay zeka bunu başarabilir mi? Ekonomi mezunuyum. Merak ediyorum.

    YanıtlaSil
  14. Bilginize hayran kaldım, harika yazılarınız var....

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kapitalizm

Paradan Para Kaybetme Dönemi

GSYH’de Dünyada Kaçıncıyız?